Muhafazakar Anlayış ile Bilimin Gerilimli Birlikteliği

Pandemi döneminde sürecin siyasal yönetimini değerlendiriyorken bilimin nasıl bir toplumsal süreç olduğunu da konuşmak gerekiyor. Bu yazıda bilimsel aktivite üzerine bir yaklaşım sunmak niyetindeyim. Sonrasında ise salgının kontrolü hususunda ne kadar başarılı olunduğundan ziyade, aslında başarı kıstasının kendisini sorgulayan bir perspektifle değerlendirme yapmak istiyorum. Zira Türkiye’de ilk vakanın açıklandığı günden itibaren, Sağlık Bakanı ve hükümetin değişik kademelerinden gelen beyanlarda ‘’nispeten başarılı olunduğu’’ söyleminin ön plana çıktığı görülüyor.  Zannederim ki başarının nispi olma hali söylemi yumuşatacak özellikte değil, aksine süreci hararetli şekilde hikayeleştirmenin yöntemine işaret eder nitelikte. Siyaset ile bilimin ilişkisini ve bilimin hangi toplumsal zeminlerde icra edildiğini incelemek mevcut koşullarda önem kazanmıştır. Yazının ikinci bölümünde de detaylı şekilde bu meseleye değineceğim.

Öncelikle ilk sorumuza bakalım: Bilim nasıl bir toplumsal süreç olabilir? Bunu açıklayabilmek adına birkaç tarihsel referansa ihtiyaç duymaktayız. Bilim ile bilim insanlarının içerisinde hareket ettiği bağlam arasındaki ilişkiye dair yaklaşımlar,  ekolojik ve doğayla ilgili meseleleri ele alma biçimini belirler. Şimdi çevresel sorunların incelenmesinde toplumsal süreçlerden arındırılmış bir bilimsel aktivite fikrinin yer edindiği geleneksel anlayışla başlayalım. Bilim insanları tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir dışsal ve doğal gerçeklik varsa, hükümet kurumlarının ve diğer organizasyonların mutlakıyete sahip bilimsel keşifler nazarında hiyerarşinin alt basamaklarında konumlanması kaçınılmazdır. Peki, bu anlayış Türkiye’deki mevcut koşulları açıklamamıza yardımcı olacak mıdır? Elbette hayır. Tam tersine, bilimsel aktivitelerin yoğun antidemokratik siyasal edimler eşliğinde kısıtlandığını söyleyebiliriz.  Pandemi için oluşturulmuş bilim kurulu çalışmalarını ancak çokseslilikten ve özerklikten uzak şekilde sürdürebiliyor.  Söz konusu faaliyetlerin mekanik biçimle icra edilebilmesi halk sağlığı nezdinde ihtiyaçların gerçekçi şekilde karşılanmasını engelleyebiliyor.

Öyleyse tartışmayı derinleştirerek devam etmemiz gerekir. Ulrich Becks biraz daha farklı bir yaklaşımla devreye girerek bilimin kendisinin çevresel problemler yaratabileceğini ve bireylerin koşullarını göz ardı edebileceğini iddia eden ilk düşünürlerden olmuştur.  Modernleşme süreci dâhilindeki endüstriyelleşme koşullarının yarattığı çevresel trajediler Becks’in ilgi alanına girmektedir. Bilimsel aktiviteler de risk unsuruna tabidir ve tahmin edilemeyen yıkımlara sebep olabilir. Becks düşünceleriyle tartışmaya yeni bir soluk getirebilmiş olsa da bilimin hiyerarşik saygınlığını kabul etmiştir. Değindiğim iki yaklaşım da çevresel ya da ekolojik problemlerin bilimsel bilgisinin toplumsal süreçler eşliğinde nasıl yaratıldığına ve meşrulaştırıldığına dair pek az argümana sahip olabilir. Bu sebeple bilimsel aktivitelere yönelik sosyolojik çalışmalara başvurma gereksinimi doğmuş ve bilimsel bilgi sosyolojisi(SSK) olarak adlandırılmış alanın temelleri atılmıştır. Düşünsel düzeyde relativist motiflerle hareket eden sosyologlar doğal bilimler dolayımıyla elde ettiğimiz sonuçlardan ziyade, bilim insanlarının doğrulara ya da doğal yasalara ulaştığı toplumsal koşulları değerlendirmeye yönelmiştir.

Varsayımlar ve değer yargıları bilimsel bilginin üretilmesinde ağırlığı olan faktörlerdir. Bilimsel dünya kesinlikten ibaret değildir, onun belirsizlikler ve çelişkilerle dolu ontolojisinden bahsedilebilir; öyle ki farklı topluluklar bilimsel dil ve araçlardan faydalanarak aynı olguya dair çeşitli yargılara varabilir. Hâlihazırda insanlığın kazanımı olarak nitelenebilecek birçok teknolojik veya endüstriyel gelişmenin arka planında bu tartışma ve sıçrama deneyimlerinin etkisi bulunuyor. Örneğin nükleer teknolojinin ekosisteme zararlarına ithafen düzenleyici bilim çevresi ile akademik bilim topluluğu arasında uzlaşmazlıklara tanık olabiliriz. Benzer şekilde zirai ilaçları kullanmanın hayvan ve insan sağlığı açısından dezavantajlı yönleri hususunda ayrışmalar yaşanabilir; akademik ve düşünsel disiplinlerde melezleşme fikrinin büyümesinin sebebi budur. Gaston Bachelard, D. Lecourte ve Derrida gibi düşünürler söz konusu mekanik denkleme başvurarak bilimsel yargıların doğru oldukları için kabul aldığını öne sürmek yerine, “bilim insanı”nın doğal dünyaya dair bilgisinin nasıl geçerlilik kazandığını incelemeyi önemsemiştir.

Doğal olguların kurumsal ve toplumsal süreçlerden bağımsız, arı bir bilimsel açıklaması yapılamaz. İnnovasyon politikaları oluşturulurken devreye giren büyük endüstriler, hükümetlerin halk sağlığını ve doğayı korumaya yönelik stratejileri veya sivil toplum örgütlerinin öncelikli sorunlar hakkındaki düşünceleri açık şekilde toplumsal basıncı örneklemektedir. Meseleyi Türkiye bağlamında ele alacaksak şöyle başlamayı uygun  buluyorum: Hem ekonomik çalkantılarla hem de modernleşme sürecinin kültürel krizleriyle bezenmiş toplumsal bellekte, arzu edilen konumlara ulaşmanın en güvenilir yolu olma statüsüne eğitim ve bilim erişmiştir. Kültürel ve ekonomik açıdan yoksunlaşmış kitleler için bilimsel aktiviteler alışılagelmiş şekilde gündelik hayatta üzerine konuşulan bir olgu halini almamıştır, örneğin siyasal tercihler gibi gündelik hayatta insanlar tarafından tartışılma gereksinimi doğurmaz.  Öte yandan, bunlar dokunulmaz olduğu kadar da es geçilendir; sorgulanmazlar, bunlara kendinde bir doğruluk bahşedilir. Öyleyse bilimin söz konusu ağırlığını gözeterek bilimsel aktivitelerin tartışılmaya değer mahiyette olduğunu savunmalıyız.

12 Eylül’le birlikte Türkiye’nin girdiği neo-liberal istikametin bir etkisi de geleneksel bağları zedeleyecek farklı bir toplumsal dinamiğin oluşmasıdır. Yeni iş alanlarının ve üretim teknolojilerinin merkezileştiği süreçte sınıfsal gerilimler giderek büyüyorken, eski statülerini ve maddi kaynaklarını yitirmekte olan kesimler zamanla anonimleşmiş kitle halini almıştır. Bu dönemeçte medya aracılığıyla sergilenen gösteriler kitlenin huzursuzluğunun rotasını belirlemiş ve bir ideolojik sterilizasyona sebebiyet vermiştir.  Söz konusu gelişmeler günümüz Türkiye’sinin tüketimci ruhunu da bir biçimde belirleyen unsurlardır;  tüketimci ruh ile kavrulan yeni kültürel unsurların arasında bilimsel aktivitelerin nasıl şekillendiğini düşünmeliyiz. Üretimin metalaşmayla sarmallandığı, materyalin erotize edildiği gösterişli atmosferde, sloganlar bilimsel bilginin rolünü rahatlıkla üstlenebilir. Haliyle bilim insanlarının da saygınlığın yeni kaynaklarına ayak uydurduğunu ve gösteriye dahil oluğunu görebiliyoruz. Örneğin ‘’talk show’’ konseptli programlar ile tanıdığımız Oytun Erbaş hiçbir bilimsel dayanağı olmamasına karşın  ‘’evcil havan sahiplerinin covid-19’a bağışıklık geliştirebileceği’’ bilgisini ‘’kitle’’ için makul bulmuştur. Bu zeminde bilimsel aktivitelerin bütünüyle topluluğun kolektif yararı için en uygun olanı üretmeye yöneldiğini söyleyemeyiz. Her şeyden öte bilgi insanların kendisini, toplumu ve doğayı dönüştürdüğü bir mahiyette var olamıyor.  Kapitalizmin bilindik mekanik döngüsünde, bilgi de çarka dâhil ediliyor ve yatırımlar sürekli daha fazlasını elde etmek ve zenginleşmek için gerçekleştiriliyor. Bu durumda bilimsel aktiviteleri tereddütsüzce bir uzman kesimin tekeline bırakmak yerine; estetik, etik ve ideolojik pratikler çoğulluğundan yana saf tutmalıyız.  Belki biraz da provokatif şekilde bilimin, felsefenin ve sanatın estetik ile öncelendiğini hatırlatmak fayda sağlayacaktır.

Şimdi pandemi özelinde siyasetin devreye girdiği aşamaya doğru kapıyı aralayalım. Kapitalist sistemde elit tabakanın gerilim yüklü bir siyasal performans sergilediğini düşünmekteyim. Bir yandan tıbbın ayrık çabasıyla erişilecek hakikatler nazarında tutucu bir izlek söz konusu ki bu, tekelleştirilebilecek bir mutlakıyet fikrini barındırdığı için otoriter siyasetle uyumlu bulunabilir. Diğer taraftan, bu anlayış bilim dışı aktörlerin bilimsel faaliyetlere sürekli müdahale eğiliminde olması dolayımıyla geleneksel anlayışla çelişkiler barındırmakta. Sistemin gerilim yüklü hali pandemi eşliğinde ekolojik krizlere maruz kalmamıza yol açabiliyor. Siyasal elit bilimsel uzmanlığı temel alan kararlarda ayrık, tekil ve evrensellenebilecek doğrular olduğu yönündeki temel motivasyonla süreci yönetmeye kalkışıyor;  geriye bilimsel aktiviteyi domine etmek ve makul şekilde tıbbi uzman grubu oluşturmak kalıyor.  Türkiye’ye baktığımızda, ağırlıklı olarak hükümetin denetimi altında hareket edebilen -millileşmiş- bilim kurulu hamlesi ve kültürde yer edinmiş milliyetçi hezeyanların harmanlanmasıyla bir estetizasyon gerçekleştirildiğini gözlemledik. AKP’nin pandemi ile mücadele meselesini bir ulusal savaş diline ve siyasi kahramanlık edimine dönüştürme konusundaki gayretini gözden kaçırmamalıyız. Dolayısıyla, birbirleriyle hâlihazırda gerilimli bir ilişkiye sahip olan bilimsel aktivitenin ve muhafazakâr-milliyetçi düşüncenin tuhaf bir birlikteliğine şahit olmaktayız.

Kapitalist siyasetin rekabetçilik ve maksimizasyon uslamında ısrarcı olduğunu ve dönemler ya da fenomenler değişse de bu hırslı, hedefe adanmış karakteristiğin devam ettiğini rahatlıkla keşfedebiliriz. Türkiye’de de sürecin başından itibaren keskinlik düzeyi farklılaşmış ancak devamlılık göstermiş bir ruhla hareket ediliyor; rekabetçi ve skora adanmış, insanları ayrıştıran, pandemiyi insanlığın meselesi şeklinde düşünmeyip rekabet kriterine dönüştüren bir ruh bu. Muhtemeldir, siyasi tıkanıklıklar döneminde patlak veren pandemi bir fırsat olarak değerlendirilmiş olabilir. Belki de yapılan ‘siyaset üstü’ İslami göndermeler aracılığıyla bilindik bir çıkış kapısına yönelme amacı güdülmüştür. Böylelikle insanlar daha ilk günden, bu referansları muhatap aldıkları ölçüde, talep edebilecekleri temel haklardan feragat etmiş oldu. Bu formül bize uzak değil, muhtelif dönemlerde farklı süslemelerle kullanılmış bir formül. Ne kadar sorgulanmıştır bilinmez, halk nezdinde zaten yeterli olmayan duyarlılığın sunulan başarı konseptli anlatılar ile yıkıma uğratıldığı haftaları geride bıraktık. Sözgelimi mücadelecilik, seferberlik, ulusal mitlere derin bir bağlılık ve yöntemdeki militarizasyon eğilimi Türkiye siyasal düzleminde alışılagelmiş kalıplardır. İşte, bilimsellik ya da tıbbi uzmanlık alanıyla ilişkili muhtevasıyla ağırlığını ortaya koymuş, ancak sadece bu alanlarla açıklanmayacak bir meselede; üzerinde ısrarcı olunan, aslında ontolojik sebeplerle kaçınılması pek mümkün olmayan metot ve anlayış kalıplarının yarattığı çarpıntı halini hissetmekteyiz.  Evrimsel sürecimizde etkisini göstermiş karşılıklı yardımlaşma ilkesi üzerine düşünmenin zamanı gelmiştir. Salgının yıkıcı etkilerini kendi ayrıksı konumlarımızı muhafaza ederek değil, doğru toplumsal davranışları geliştirerek önleyebiliriz. Tahakküme dayalı ilişkiler hem insanlar arasında hem de doğa ile insan arasında cereyan ediyor, öyle ki bireysel düzeyde güvenliğimizi sağlayabileceğimiz bir aşamada değiliz.

Bulunduğumuz noktada hem başarı hikâyeleri yaymak için -insanlık olarak- erken bir safhadayız hem de rekabet edebileceğimiz bir zemine sahip değiliz. Bu yazıda esasen bilimsel ve siyasal aktiviteleri başarı nosyonuyla endekslemenin sorunlu tesirlerine dikkat çekmek istemiştim. Dünya Sağlık Örgütü’nün Türkiye’yi övdüğünü, sayısal veriler gözetildiğinde birçok farklı ülkeye nazaran üstünlük kurulduğunu, bütün önlemlerin bilimsel kutsiyetle alındığını bol bol işittiğimiz dönemde şu soruyu sormalıyız: Pandemi ile mücadele gibi insani bir probleme bir skor ve güç rekabetini tayin etmek nedendir? Elbette yönetici elitler açısından belli cevaplar verilebilir; güç elde etmek, popülariteyi korumak ya da sosyal kontrolü yitirmemek gibi erekler eşliğinde politik hatlar şekillenir. Nitekim Türkiye özelinde sorunlaştırılabilecek siyasi hamlelere ve gerçekleştirilmemiş, ihtimal dahilindeki ekolojik aksiyonlara karşın bir hegemonik güven ilişkisi belli düzeyde yeniden üretilmiştir. Belediyelerin yardım kampanyalarının engellendiği,  hiçbir alternatife tahammülün kalmadığı, ayrımcı söylemlerin ve tek tipçi bir kriz yönetimi sürecinin varlığını sürdürdüğü bir dönemde dahi bu yapılabilmiştir. Faşist rejimin “kusursuzluğuna” erişmek belki tarihsel koşullardan mütevellit mümkün değildir; yine de hâlihazırda yeteri kadar sarsıcı olabilen sistemde otoriter rejimin eğreti azametinin görünürlüğü, bilim gibi arılaştırılmış bir alanla ilişkisinde bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. 

Bunlara karşın biz siyasetin nitel mahiyetini önemsemeliyiz, ihtimallere odaklanmalıyız. Bahsetmiş olduğum çarpıntı halinin veçhelerini düşünelim; hala sağlıksız koşullarda çalışmak zorunda olan işçiler var. Ayrımcılığa maruz kalan mülteciler, ev içi yükünü sırtlayan kayıtsız işçiler, çalışmayanlar, yoksullar ve tutsaklar var.  Hepsinin hikâyesi bizim için önemlidir, fark yaratır. Başarı vurgusunu bir kez daha düşünmemiz ve yükün tamamıyla dezavantajlı kesimlere aktarılmasını etraflıca sorgulamamız gerekiyor. Çarpıcı vaatlerin bir türlü yerine getirilemediği, doğanın sömürüsünün ve ekolojik yıkımın krizleri sürekli derinleştirdiği toplumsal düzende, adalet uğruna bunu yapma zorunluluğumuz bulunmaktadır.

Latour, B. (1987). Science in Action. Cambridge: Harvard University Press.

Merton, R. K. (1973). The Sociology of Science: Theoretical and Empirical Investigations. Chicago: The University of Chicago Press. Chapter 13 “The normative structure of science.”

Paylaş:
Default image
Kerem Alpkaan Adakan
ODTÜ - Sosyoloji / İTÜ - Siyaset Çalışmaları MA