Hazal Doğruel – Neden Eve Dönmekten İbarettir Hayat?
Tam 16 gündür nerede okuduğumu ve tam olarak orijinalini de hatırlamadığım bir cümle dönüp duruyor kafamda; “Neden eve dönmekten ibarettir hayat?”.
Toplu enkaz bildirmenin, yardım gereken yerler için tanıdık tanımadık herkesle bir arada olmaya çalışmanın, dayanışmanın, depreme ‘ev’den ve aileden kilometrelerce uzakta yakalanmamızın üzerinden 16 gün geçti. Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde anlatacak çok şeyim vardı; bu şehri yeniden kuracağız umudu, dayanışmanın insana verdiği güç, bizi ayakta tutan öfke, kaybettiklerimizin hüznü, bir aradaki yalnızlığımız. Günlerdir aynı şeyi düşünmenin ve kendini telkin etmenin bir yolu haline gelen bu düşüncelerin birçoğu birbirine karışmaya başladı. İlk günlerde performans gibi büyük bir güçle sergilediğimiz; belki birini kurtarırız umuduyla karışık direnç ve dayanışma, yerini öfke ile karışık bir hüzne bıraktı. Bu hüzün tekrardan geri döneceğimize, el ele verip bu şehri yeniden yaşatacağımıza inanmadığım için değil. Umutsuzluk da değil hissettiğim ama içinde bulunduğumuz durumu sadece geçmişi ve şehri romantize ederek aşamayacağımızı biliyorum. Yeniden ayağa kalkabilmenin çok da kolay olmayacağının farkına vararak; sadece sayılarla ifade edilenlerin, aynı sokakları, benzer hayatı paylaştığımız insanlar; arkadaşlarımız, ailemiz, dostumuz olduğu gerçeğini bazı anlarda daha fazla hissediyorum. Böyle anlarda “ev” nedir sorusuna, çatısı olan dört duvarla çevrili yer cevabı yeterli gelmiyor. Ev; terk edilmiş sokaklar, ev; terk edilmiş yıkık bir çocukluk, ev; köşedeki bakkal, ev; geceleri uyutmayan, ev; göçük altındaki dostlar, ev; kayıp ilanlarında gördüğümüz tanıdık yüzler, ev; kimsesizler mezarlığına gömülen kimsesiz olmayanlarımız, ev; hayatı geri dönülmeye adadığımız yer.
“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.” diyor Konstantinos Kavafis.
Şimdi bazılarımız başka şehirlerde, bazılarımız ilk günden beri aynı yerde, bazılarımız eksik. Savrulduk. Bize kaybettiğimiz herkesin anısı için, oradaki hayatı yeniden kurmak kaldı. Vazgeçmemenin ve düştüğünde yeniden kalkmanın, geride bırakmak zorunda olduklarımıza karşı en büyük sorumluluğumuz olduğuna inanıyorum. Umutsuzluğa kapılmadan ama içinde bulunduğumuz durumu da tüm gerçekliğiyle bilerek yaşadıklarımızı hep hatırlamak ve arkamızdan gelen şehri bir zamanlar var olduğu yerde yeniden var etmek zorundayız. Bu yazıyı okuyan herkesin eve dönmeyi -yani hayatı yeniden yeşertmeyi- benimle beraber kendine görev edinmesini diliyorum.
Kaybettiğimiz herkese, evimize, Antakya’ya…
Yener Çıracı – Kriz ve Felaket Anları
Bir toplumda, büyük kriz ve felaket anları, derin bir boşluk ortaya çıkarır. Boşluğu yaratan en önemli faktörlerin başında, yönetim aygıtının (devlet) kriz ya da felaket karşısındaki yetersizliği gelir. Daha da kötüsü, bu yetersizlik durumu öngörülemeyen bir kriz ya da felaket durumundan türemez. Çünkü, konuyla ilgili uyarı yapan herkesin sözü bir biçimiyle kulak arkası edilmiştir. Yetersizlik durumu, tam da kara, ranta ve bu yollarla elde edilen sermaye birikiminin bir sonucudur. Diğer bir deyişle toplumun, ekonominin, siyasetin, kültürün vd. yönetilmek istendiği biçim, yetersizlik durumunu ortaya çıkaran tercihlerin de asıl nedenidir.
Yukarıdaki durum şu yüzden dile getirilmiştir: Türkiye, şu anda derin bir kriz ve felaket anını yaşamaktadır. Doğal bir felaket, bugüne kadar rant temelli bir siyaset aracılığıyla verilen kararlarla birleşerek binlerce insanın ölümüne yol açmıştır. Milyonlarca insan, günlerdir, bildikleri anlamda devletin aslında var olmadığını, öncelik sırasını yurttaşlarını yaşatmaya değil iktidarını korumaya verdiğini fark etmiştir.
Sıradan bir yurttaşın bildiği anlamıyla devlet, sınıflar ve siyaset üstü bir görüntü çizer. Türkiye’de ise özel olarak bir tür “baba” figürü etrafında düşünülür. Ancak neoliberal dönüşüm sürecinde devlet, sadece sermaye birikiminin, zor yoluyla el koymanın, mülksüzleştirmenin bir aparatıdır. Yine Türkiye’de özel olarak devlet, ranta dayalı karmaşık ilişkilerle iç içe geçen siyasetin icra merkezidir. Yurttaşların vergilerine el koyarak, kamu kaynaklarına çökmenin, vergi kaçırarak zenginleşmenin bir adresidir. Velhasıl bu devlet biçiminin öncelik tercihi zor aygıtını güçlendirerek kurduğu düzeni aynı biçimde sürdürmektir. Kriz ve felaket anı ise geri kalan bütün işlevlerini yitirdiğini, toplum temelli hiçbir perspektifinin olmadığını gösteren anlardır. Tartışılan şey ise tam olarak budur.
Polanyi, kendi kendine bırakılan bir piyasanın uzun vadede yıkıcı sonuçlar yaratacağını belirtir (1). İmar aflarıyla, kaçak yapılarla, uygunsuz arazilere izin verilen yapılaşmalarla, eksik ve çalınan malzemelerle tamamlanan inşaatlarla, kısacası barınma hakkının şirketlere teslim edilerek rant ve piyasa odaklı bir biçimde ele alınmasının sonucudur bu yaşananlar. Belki de Polanyi’nin bahsettiği yıkıcılık tam da böylesi anların bir betimlemesidir.
Devlet ve kapitalist sınıf tarafından, toplumun toplum olma özelliğinin budanmasına ve sadece müşteri ilişkisi kurulmasına rağmen, kriz ve felaket anları başka bir durumu daha ortaya çıkarır. İnsanlar hızlıca dayanışma refleksiyle harekete geçer. Bu dayanışma refleksleri, bir adım daha öteye giderek bireyi bulunduğu arkadaş ve sosyal çevre dışında daha büyük bir toplumun, ortak bir şeyin parçası olduğunu hissettirir. Devlet ve kapitalist sınıflar bir verili durumu (iş yerinde bir işçi, piyasada bir müşteri) kabul ettirmeye çalışsa da kriz ve felaket anları, gerçekliğin bu biçimiyle algılanışını değiştirir. Diğer bir deyişle büyü bozulur.
Kriz ve felaket anlarında verilen dayanışma refleksleri, toplumun yeniden inşasının temelini oluşturabilecek nüveler olarak görülebilir. Tam bu noktada, bu toplum inşasında iki nokta belirgin hale gelmelidir: olağan zamanlarda insanca bir yaşam, kriz ve felaket anlarında ise tüm canlıları yaşatma temelli bir yaklaşım (bunun örgütlenmeleri, hazırlıkları vs.). Türkiye’de uzun süredir bu tarz bir yaklaşımdan uzak olduğumuz söylenebilir. Bu kriz anı, böyle bir imkanın kapısını aralamıştır. Bu dayanışma ve yaşam temelli yaklaşımın örgütlenme biçimlerini oluşturmak, toplumun tüm alanlarındaki faaliyetleri devlet organizasyonunun tekeline bırakmamak görüldüğü gibi hayati bir önem taşımaktadır.
Son olarak şöyle bir şey söylenebilir. Büyük kriz ve felaket anları derin öfkeyi de beraberinde getirir. Öfke yönetimi, devletlerin uzmanlaştığı konulardan biridir. Öfkeyi kendisinden kaydırmak birinci adımsa, ikinci adım öfkenin hem başka insanlara, toplumsal gruplara, milletlere ve ülkelere yöneltilmesidir. Öfke yönetimi her zaman “bilinen” hasımlar aracılığıyla yapılmayabilir. Çünkü öfkenin bariz sorumlusu olan insanlardan gelecek her yanıta, ifadeye ve söze karşı biriken yargılar kolay kolay kırılmaz. Ancak tam da “içeriden” görünen ifadeler, esas hasmı bir kenara bırakarak bu öfkeyi parçalamayı ya da en azından başka yöne yöneltmeyi kolaylaştırır.
(1) Polanyi, K. 1886-. (2010). In Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri (p. 36). essay, İletişim.
Kubilay Cenk Karakaş – 6 Şubat ve Devlet Krizi Üzerine Notlar
Nicos Poulantzas’ın çalışmalarıyla tanıştığım zaman siyasal ve teorik çerçevesinden bu kadar faydalanacağımı düşünmüyordum. 6 Şubat’ın ardından Türkiye’nin yakın gelecekte gebe olduğu siyasal ve toplumsal gelişmeler için eserlerinden çıkardığım notlara dönmenin faydalı olacağını düşündüm.
Bahsettiğim teorik çerçeveyi kısaca özetleyeyim.
Poulantzas’ı ayrıştırıcı yapan şey, içinde bulunduğu tarihsel dönemeçte (ki bu 1970’lerin ortalarına denk geliyor) kapitalist üretim ilişkilerinin artık geri dönülemez biçimde otoriter devletçi bir yaklaşıma evrildiğini ortaya koymasıydı. Henüz “neoliberalizm” kavramı sosyal-siyasal yaşam içerisinde yaygın hale gelmemişken Poulantzas bize neoliberalizm kapitalizmin dönüştürdüğü devlet formasyonunu anlatıyordu. Buna göre, yeni formasyona sahip bu kapitalist üretim ilişkileri, yalnızca devletin meşru şiddet tekelini kullanmasıyla sürdürülür ve yeniden üretilir, ama aynı zamanda yoksul kitlelerin bazı kesimlerinin rıza göstermesini de sağlamak zorundadır. Kapitalist devlet, biçimsel olarak sınıfsız olduğu imajını yayarak ezilen sınıfların sınıf bilinçli örgütlenmesinin önüne geçer.
Egemen sınıflar için ise süreç tam tersi şekilde işler. Ancak bütün bunlar gerçekleşirken devlet aygıtının, sermayenin çıkarları heterojen olan parçalı yapısını yönetmesi ve hakim bir fraksiyon etrafında bunları ortaklaştırması gerekir. Ortaya çıkan bu yapı iktidar bloku olarak adlandırılır. Bu yapının bileşenlerinin çıkarları heterojen ve bazen birbirini destekleyen, bazen birbirini dışlayan ve sürekli hareket halinde olduğu için, madun sınıflardan gelecek tehditlere karşı uzun vadeli siyasi çıkarlarını korumak için bu yapıyı sürekli olarak düzenlemek, gerekiyorsa yıkmak, gerekirse de yeniden kurmak zorundadır.
***
AKP iktidarı, sanki Gramsci ve Poulantzas’ın hegemonya kavramını çalışmışçasına siyasi manevralar yapıyor, iktidar blokları kuruyor (ve bozuyor), kendine yeni partnerler buluyor ve halkın önemli bir kesiminin rızasını almayı başarıyordu. 2002’den başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın siyasi tarihinde iz bırakan bütün kritik eşiklerden bu şekilde atlamayı başardı.
Fakat AKP’nin devlet aygıtını ezilen sınıfları “sınıf bilinçsiz” hale getirmek ve sermaye kliklerini tek bir çıkar etrafında birleştirmek konusunda bu denli maharetli olduğuna dair imajı, 6 Şubat’ta yaşanan korkunç depremlerden sonra yıkıldı. Türkiye’de devlet aygıtının “şahsım” iktidarında vücut bulmuş yapısı, Can Soyer’in işaret ettiği üzere ayakta kalamayan bir düzenin çöküşünü simgeliyordu (1).
Depremler karşısında en aşağıdan en yukarıya kadar devletin her kademesinin hareketsiz kaldığı ve paralize olduğunu ilk şok atlatıldıktan sonra anlayabildik. Öyle ya, kriz anında müdahale kapasitesi olan bütün kurumlar, rejim etrafında toplanan bürokratlar, bürokrat yakınları ve sermaye grupları için rant devşirme aracı haline getirilmişti. Deprem için toplanan vergilerin nerede olduğu, sözde deprem denetiminden geçen yeni binaların yıkılması, kriz anında müdahale edebilecek kurumların sahada görünmemesi (ki bu kurumlar sahada göründükten sonra böyle her anlamda içinin boşaltıldığı da ortaya çıktı) ve yaklaşık 3 gün sonra afet bölgesine ulaşan bir Cumhurbaşkanı. Depremin üzerinden 2 hafta geçmiş olmasına rağmen bölgeye gönderilecek çadırlar bile organize edilebilmiş değil.
***
İktidar blokunun yönetme kapasitesi aynı zamanda geniş toplumsal kesimlerin rızasını kazanmasından geçiyor. Bu nedenle ilk şok dalgası atlatıldıktan ve depremin ağır bilançosu ortaya çıktıktan sonra, iktidarın ilk işi “Asrın Felaketi” adı altında bir kampanya başlatarak bu ağır bilançoyu dışsallaştırmaya çalıştı. Bunun çok büyük bir felaket olduğu, kim olursa olsun bir şey yapılamayacağı anlatısı mümkün olan her kanaldan halka empoze edilmeye çalışıldı. Bunun büyük oranda başarısız olduğunu ve hatta geri teptiğini görebiliyoruz.
İkinci hamle ise afet bölgesine organize edilen yardım kampanyalarını hedef almak ve etkisiz hale getirme çabası oldu. Devlet kurumlarına güvenmeyen halk, AFAD ve Kızılay yerine farklı alternatiflere yöneldi. İktidarın yönetme kapasitesinin gerilediğine dair çok fazla şey yazıldı. Fakat 6 Şubat ile rıza üretme kapasitesindeki önemli geri çekilme de böylece ortaya çıktı. Zaten tam da bunun bir sonucu olarak bütün ulusal yayın kuruluşlarında canlı yayınlanan “Türkiye Tek Yürek” adlı imaj çalışması devreye sokuldu. Devlet, sahada olmayan varlığını PR çalışmasıyla düzeltmeye çalışıyordu.
Türkiye Tek Yürek adlı devlet güdümlü PR çalışmasına özel olarak değinmek gerekiyor. Devletin, çok sayıda tanınmış ünlüyü de yanına alarak geniş toplumsal kesimlere rıza üretmek için düzenlediği bu reality-show tadındaki kampanya aynı zamanda yeni bir toplumsal mutabakat arayışının uzantısı olarak öne çıktı. Devlete yakınlığıyla bilinen ve gayrimenkul rantından beslenen sermaye gruplarının bağış adı altında yaptıkları yardımın aslında vergi matrahından düşülüyor oluşu, rejimin kendi unsurları için bir toparlanma çağrısıydı. Rejim, kendi anlatısına katkı sunan sermaye unsurlarını ödüllendiriyor. Biz 6 Şubat’tan sonra bir felaket görürken, krizde yeni bir fırsat gören rant gruplarına çağrı yapıyordu. Bugün bölgenin hızla yeniden inşasının öne çıktığı bir seçim kampanyası iktidar cephesinde ağırlık kazanmış görünüyor. Bölgedeki enkazın kaldırılması, lojistik hizmetleri ve bunun yeniden inşası gibi başlıklar düşününce siyasi ve ekonomik rantın boyutu daha net anlaşılıyor.
Bahsettiğim mutabakatın siyasi ayağında ise “Bana 1 yıl verin” çıkışı bulunuyor. Bu çıkışla birlikte Erdoğan, yaşanan felaketin büyüklüğü karşısında yeni bir Yenikapı Ruhu yaratmak, bütün düzen aktörlerini arkasına dizmek istiyor. Ancak bilanço o kadar ağır ki, düzen içi aktörler bile AKP’nin inşa ettiği statükonun bu şekilde ilerleyemeyeceğini biliyor. Şimdilik görünen o ki, belki bizim bilemediğimiz bazı hesapları da içermekle birlikte, bu “itiraz” yine düzen içi aktörlerden biri olan Kılıçdaroğlu tarafından dillendiriliyor. Depremin ilk haftasında “gerekirse tutuklanırız” çıkışı, iktidarın ekonomik finansman kaynağı konumunda olan inşaat sermayesini açıktan karşıya almak ve seçimlerin ertelenmesine oldukça yüksek perdeden itiraz etmesi gibi bir dizi açıklamayı burada sayabiliriz. Öte yandan böyle bir statüko değişimi için HDP’nin tutsak lideri Selahattin Demirtaş’tan da dün attığı tweetle yeşil ışık gelmiş gibi görünüyor (2).
Son olarak, bir diğer düzen aktörü İyi Parti ise devletin içinde bulunduğu kriz durumundan ve statükonun değişmesi ihtimalinden ciddi rahatsızlık duyuyor. Statükonun değişmesi, hele hele bunun sınıf çelişkilerini daha da belirginleştiren söylemler ve aktörler tarafından yapılması, olası bir güç boşluğunda devlet yönetiminde etkin hale gelecek aktörlerin niteliğini büyük bir bilinmezliğe bırakıyor. Depremin ilk günlerinde “Artık devlet konuşacak” diyen Meral Akşener’in daha sonra dişe dokunur herhangi bir açıklama yapmamasını da burada görmek gerekir.
[1] Can Soyer’in 15 Şubat’ta yayınlanan köşe yazısı için https://ilerihaber.org/yazar/cokus-donemi-150951
[2] Demirtaş’ın Emek ve Özgürlük İttifakı, Sosyalist Güç Birliği ve Millet İttifakı için yapmış olduğu çağrı https://twitter.com/hdpdemirtas/status/1628065421667586048
Abdullah Kaan Doğanok – Ecce Homo ya da Muğlakın Sınırlarında Varlık
Bugün sayılar üzerine düşündüğüm küçük bir metni sizinle paylaşacağım. Deprem, afet ve terör eylemleri gibi kitlelerin yaşamları üzerinde büyük sonuçları olan durumların sonunda, kaybettiğimiz yaşamlar sayılara indirgenerek açıklanıyordu. Kimi zaman bu sayılar hikayelerini bilmemiz gereken insanlara dönüşürken – söz gelimi 11 Eylül saldırılarının dünyada bulduğu karşılık gibi – kimi zaman da makbul olanın sınırlarından geçemeyenlerin – 10 Ekim 2015’teki Ankara Gar saldırısında olduğu gibi – varlığını imliyordu. Bugün, on ilde büyük can kayıplarına ve hasarlara sebep olan depremde, sayılarla kurulan ölüm ekonomisinin ne denli ‘verimli’ çalıştığını tekrar gördük. Şu kadar büyüklükte olan deprem, şu kadar büyüklükte toplanan yardımlar, şu kadar çoklukta vinç… Özellikle mevcut siyasi iktidarın kendi aleyhine olan tüm durumlarda sayılar ile verdiği mücadele göz önüne alınınca bilançonun görünenden daha ağır olduğunu bilmek sırtımıza bir yük yüklüyor; sayılmayan ya da yok sayılan yaşamları peşi sıra saymak. Bugün yaşam dünyasından koparılarak gri toz bulutlarının altında kaderlerine terk edilen bu insanlara karşı böyle bir sorumluluğumuz var, zira yas etiği ve komşuluk bize tam olarak bunu anlatır. Jacques Derrida’nın uzun uzadıya incelediği Paul Celan dizesinde de olduğu gibi; ‘Die Welt ist fort, ich müss dich tragen.’. Muhtemelen yaşamları boyunca varlık dünyasının periferisine itilen insanları, bugün sıkı sıkıya bu dünyada kılmalıyız. Kaybettiğimiz her bir hayatı anmak, sayısızlaştırılarak insandışılaştırılan insanları insan kılmak için atmamız gereken ilk adım. Tam da bunun için, üzerine çalışılmadık enkaz, dağıtılmadık yardım kalmayana kadar hesap soruyor olmalıyız.
Merve Tokgöz – Kadraj ve Hakikat
6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından iki hafta geçti. Üstelik bu hafta başında meydana gelen Hatay depreminin maalesef tekrar gösterdiği üzere bölge halkının çadır, temizlik ürünleri, temiz su gibi temel ihtiyaçları hala karşılanamıyor. Afetin çıplak bir şekilde ortaya koyduğu “Devlet nerede?” sorularıyla yükselen hakikat, türlü çerçeveleme ve kadraj değiştirme taktikleriyle örtbas edilmeye çalışılıyor. Kamu kurumları ve sermayenin hayırseverlik adı altında zaten halka ait olan paraları bağışlamasıyla; afeti katliama dönüştüren rant ekonomisi, sömürü ve egemene hizmet eden hukuk büyük bir gösteriye dönüştürülerek önümüze sunuluyor. Bunca acının ve kaybın yarattığı haklı öfke, hakikat yarışlarıyla dengelenmek isteniyor.
Halka siyaset yapma izni vermenin kendinde olduğunu zannedenlere Ranciere’den bir cevap verelim,
“[Siyaset] insan gruplarının yönetilmesini bekleyen kaidelerin istisnasıdır.”
Dayanışmayla kendi istisnasını yaratan ve siyasetin kendisi olan halk, muktedirlerin kaidelerini bozacaktır.
Öfkemize, kayıplarımıza ve geleceğimize birlikte sahip çıkacağımıza inanıyoruz.
Volkan Arslan – Become Ungovernable
Become ungovernable, depremin ilk gününden beri halkın kolektif bir çabayla dayanışmaya koşmasına tanık oldukça aklıma gelen ilk şey oldu. Sonra şöyle bir düşündüm 20 yıllık iktidarda yaşanan tüm felaketler, asla sorumluların hesap vermediği, devletin asla yetmediği ve bunu manipülasyonlarla örtmeye çalışma çabasını. Halk iş başa düştüğü için kriz anlarında dayanışmaya, yaraları sarmaya o kadar alışmış ki artık bu işin bir parçası, hatta tek odak noktası olmuş.
Bugün Yenikapı’da İBB’nin afet koordinasyon merkezine girdiğinizde dev bir hangara giriyorsunuz ve o an aslında size neden ihtiyaç olduğuna dair hiçbir fikriniz yok. Girdiğiniz an mutlaka bir eksiklik gözünüze çarpıyor ve o eksikliği gidermek için eyleme geçiyorsunuz ve görüyorsunuz ki bu kolektif bir çabaya dönüşüyor. Bu dayanışma böyle böyle büyüyor. Halkın egemenlerin boyunduruğunda olmadığı, hukukun üstünlüğünün kabul edildiği, özgür ve eşitlik ile yaşadığı, merkezi yönetime bile ihtiyacın neredeyse olmadığı günleri hayal ediyorum. Bugünlerde gördüğüm şey bu ülkenin tekrar baştan inşa edilebileceği oldu.
Bugün iktidarın tek hesabının istikbalini korumak olduğunu hepimiz biliyoruz. Yıllardır süregelen bir çaba bu. Depremin boyutunu kadere yormaları ve Allah’a havale etmelerindeki cüret, bunun tevekkülle karşılanmasını bekleyebilmeleri bundan önceki infial yaratan olayların unutulmasından kaynaklanıyor. İşte tam bu noktada artık Türkiye halkı 5 Şubat gününe dönmemeli. Kendimize yeni bir normal inşa edene kadar öfkemizi tek noktaya kanalize etmeliyiz. Başka bir şansımız kalmadı artık, yoksa jeofizikçi Cenk Yaltırak’ın 5 sene önce yazdığı gibi mitolojide helak olmuş bir kavime benzeyecek sonumuz. Hocamızın yazdığı şu twitle bitireyim bu yazıyı.
”Doğu Marmara’da uyuyor bir ejderha.
uyanacak kuyruğundan başlayarak.
Yere vurduğunda darbesini,
Sanacağız uzaktan bir tren geliyor.
Sonra kalkacak ayağa
suların içinden,
Dalgaları altında kalacak kıyılar.
İlk önce gökdelenler rüku ve ardından secde.
ikibinonlar bittiğinde…”
Nur Altınsoy – Buradan giden canlara sonsuz sevgi ve saygıyla
Toprağımıza kanlı elleriyle ihmal yazdılar. Depremin gerçekleştiği 6 Şubat 2023, saat 04:17’ye kadar kaderimiz tayin edildi. İlmek ilmek. Göz göre göre. Bile bile.
Bilimin sesine kulaklarını tıkayan, onurlu emekçilerin seslerini susturan, ihraç eden, sermayedarlarının kanlı projeleriyle ceplerini doldurmalarını izleyenler de bu kanlı ellerin sahipleriydi.Depremin çok evvelinde insanımız kaderine mahkum edilmişti. Diyarbakır’da enkaz altında yaşamını yitiren Avukat Serhan Özdemir, yaşadığı binanın girişine yapılan marketin inşaatı esnasında kolonların kesilmesi sebebiyle hukuk mücadelesine girmişti. Özdemir ve binlercesinin hukuk mücadelesi de, yaşam mücadelesi de susturuldu. Aynı eller tarafından.
İhmal ve kısıtlamaların üzerine kurulu yaşamlarımız enkaz altında kaldığında da içi boşaltılmış kurumların yetersizliğiyle, deprem bölgesine ulaşımın olanak dışı olduğunu iddialarına karşın bölgeye ulaşabilmiş gönüllüleri hareketsiz bırakan bürokratik engelleriyle, ses gelen enkazlara yardım götürmekten aciz, destek olmak bir yana, elinde bulunan tüm gücüyle köstek olan bir yapıyla, eşi benzeri görülmemiş bir yetersizlik, istisnai bir kötülük ile yüzleştik bu defa. Birlikte nefes alabileceğimiz on binlerce insan ölüme terk edildi.
Olağanüstü bir korku, çaresizlik ve yalnızlığın pençesinde hayat mücadelesi veren, çadır, kefen ve tuvalet için feryat etmek zorunda bırakılan vatandaşa parmak sallandı, hakaret ve tehdit edildi. Kurgu ve performans bakımından bir tiyatro oyununu aratmayan bağış programlarında milyonlar yuvarlanırken, insanlar soğuktan donmaktaydı. Yolsuzluğun uzun uğraşlar sonucu siyasal kültürün bir parçası edildiği topraklarımızda soruyoruz şimdi, bu paralar nerede?
Aleni biçimde hukuku ayaklar altına alan bu iktidarın, koordinasyonsuzluğun, devletsizliğin içinde dayanışma vurguları ve pratikleri yükseldi, ‘Silivri soğuktur’ ve benzeri baskı aygıtlarını yeniden üreten söylemlerin gücü azalmaya başladı. Tüm bu değişimlerin kıymeti yadsınamaz, fakat ne var ki seri ihmallerin yarattığı bu felaket, ‘mucizelerle anlam kılınmış, içinde sır olan bir olay’ değil. Hayatını kaybeden her canlıya, sevdiklerini, evlerini, kentlerini kaybeden her dostumuza karşı mesuliyetimiz, bizi sefil hayatlara ve korkunç ölümlere hapseden bu iktidara karşı dimdik durarak ihmal ve yolsuzlukları, ekranda milyonlar yuvarlanırken çadır dilendiğimiz bu düzeni kökten ve kalıcı bir biçimde değiştirmek, bunun için dayanışmak olmalıdır.
Kerem Alpkaan Adakan – Karşılıklı Yardımlaşma
Egemenliğin bir yetki devrine dayanması gerekliliğini ve toplumsal sözleşme kavramını önceleyen düşünürler ile, otoritenin tarihsel biçimlerindeki farklı dinamikleri keşfetmeye yönelen düşünürler iki bilindik kutbu oluşturmuştur. 6 Şubat ve sonrasındaki günler düşünüldüğünde, Türkiye özelinde herhangi bir toplumsal sözleşmenin varlığından ya da var olabileceğinden bahsetmek gülünç kaçacaktır. Geçtiğimiz iki haftada sıklıkla devletin reaksiyon vermedeki kapasite yetersizliğine değinildiğini gözlemledim. Devlet kapasitesi ifadesi süreci açıklamada sadece kısmi bir role sahip olabilir. Bana kalırsa esas dikkat çekici olan, hükümet mensuplarının takındığı tutum ve sergilediği davranışlarla birlikte; devletin, hükümetin kontrolü dışında ve nadiren rastlayacağımız şekilde kendini göstermesi* idi.
Öyle ki kendi kendine yetmeye çalışan, hayatta kalma mücadelesi veren halka tahammül edemediler. Tahammül edilemeyen şey halkın öz savunma hakkıydı. İlk günden itibaren öncelikleri sarsılmaz imajı ve dayatılmış mevcudiyeti korumak oldu. Ancak bu noktada, artık inkâr edilemeyecek kadar hissedilir olan bir eksiklik doğdu. Bu, devletin kendisini göstermesiyle, açıkta olan haliyle ilişkiliydi. Devlet kapasitesini merkeze alan değerlendirmelerin kapsayamayacağı şey bu açıklıktı. Medyasıyla, kolluğuyla, şiddetiyle ve hiçbir aygıtıyla egemen bloğun tam olarak kontrol edemeyeceği türde bir açıklık doğdu. Hayatın anlatılardan ve katı bir mühendislikten ibaret olamayacağını bize gösterdi.
Benim için odaklanılması gereken ve kaygı uyandırıcı olan sorulardan biri, bu hükümet düzenini dayatanların artık siyasal hayatla ne ölçüde ilişkilendirilebileceği sorusu. Verilecek karşılığın hangi çerçevede belirleneceği biraz da bu sorunun cevabıyla ilişkili. Kendisini açık eden bütün gerçekliğe karşın, hala geleneksel anlatısına tutunan ve kendi içerisinde bile olsa herhangi bir değişime tahammül göster(e)meyen egemen ittifakın, siyasetin kökenindeki değişme ilkesiyle ve genel siyasal teamüllerle birlikte ne ölçüde ele alınabileceği tekrar düşünülmeli. Muhalefetin izlediği rotanın bütünüyle yanlışlanamayacağı gibi, bunun korunması gereken tek hattı ifade ettiği düşüncesine de karşıyım. Bu aşamada maruz kaldığımız anti-politik refleksler var; bu durum hazırlıkların, önceliklerin ve mücadele yöntemlerinin çeşitliliğini zorunlu kılıyor.
Her şeyi konuştuk, seçim stratejileri üzerine yoğunlaştık, seçmen ve parti davranışlarını ele aldık. Belki de başka çıkış yolu göremediğimizden hepsini hukuksal çerçeveyle birlikte düşünme eğilimindeydik. Peki ama hukuksuzluk karşısında ne yapılacağını biliyor muyuz? Olası anayasal ihlallere karşı toplumsal dayanışmayı örmeye ne ölçüde hazırız, düşündük mü? Tarihin geçerli politik dayanakları olan toplumlardan ibaret olmadığını hatırlayarak böyle bir durumda nasıl hareket edeceğimizi de düşünelim, es geçmeyelim.
Ben bu sorular kapsamında ilk olarak karşılıklı yardımlaşma ilkesine yöneliyorum. 6 Şubat’ın ardından bir de insanların birbirine karşı hissettiği mahcubiyeti gözlemliyorum. Birbiri için mücadele edenleri, birbirine söz verenleri görüyorum. Kropotkin Ekmeğin Fethi’nde farklı ülkelerden gelen ve muktedirin tahribatına karşı birbiriyle yardımlaşan gönüllülere değinir (pp. 221-222)(1). Kriz ve yıkım anlarında sorunların aşılması için yerel ve gönüllü grupların üstlendiği rolün önemini anlatır. Rızaya dayalı dayanışmanın farklı çöküş dönemlerinde kendiliğinden ön plana çıktığını ve resmi görevlilerin bir türlü yapamadığı biçimde katkı sunduğunu bizlere gösterir. Geride bıraktığımız günlerin ardından bu hikayeyi hatırlamak ve hatırlatmak istedim.
*Heidegger Varlık ve Zaman’da fenomen terimi ile ‘’kendini göstermek’’ ifadesini birlikte ele alır. Ona göre fenomen kavramı kendini kendisinde gösterme durumundakiyle ayırt edici bir karşılaşmayı ifade eder(pp. 25-26)(2). Kendini gösterme bu metinde devletin aygıtlarına ve yönetimsel süreçlere bütünüyle hakim olunabileceği yanılgısındaki egemen ittifakın maruz kaldığı duruma ithafen kullanılmıştır.
(1) Kropotkin, P. (1999). Ekmeğin Fethi. Öteki Yayınevi, İstanbul.
(2) Heidegger, M. (1996). Being and Time (J. Stambaugh trans.). State University of New York Press, Albany
Ekin Kaplan – Hesap ve Hafıza
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları uzun süredir görmedikleri kadar büyük bir ahmaklıkla ve gaddarlıkla karşı karşıyalar. Maraş merkezli depremler sebebiyle kaybettiğimiz on binlerce can ile karşı karşıyayız. Lafı dolandırmadan söylemek gerekirse cumhuriyet tarihinin gördüğü en büyük katliamlardan birine tanıklık ettiğimiz aşikâr. Çok üzgün, mutsuz ve sinirli olduğumu söylemem gerek, tıpkı herkes gibi. Bu satırları yazarken hala yeterli sayıda çadırın yerlerine ulaştırılmadığı, artçı olduğu düşünülen deprem sebebiyle insanların hayatını kaybettiği bir durumdayız. Bu durumu sadece beceriksizlikle, bilime ikna olmamakla açıklamak bence doğru olmaz. Bu yaşanan felakete katliam dememin sebebi ise kişisel olarak gözlemlediğim kasıt. Bu kasıt, benim gördüğüm kadarıyla, olabileceklerin gayet farkında olan bir grup adamın, bunu umursamayarak, sadece ceplerini doldurmak için insanları beton altında ölüme gönderenlerin kastıdır. Hesap sormalıyız. Bu ahmaklık ve gaddarlığı bizden esirgemeyen siyasi yapılanma ve onun yancıları, bağımsız bir yargı önünde hesap vermek zorunda. Tahmini vefat sayılarının 60.000 civarına çıktığı bir olayı yaşadıktan sonra tek bir istifa olmaması elbette kimseyi şaşırtmıyor olabilir, ancak bu hesap soramayacağımız anlamına gelmiyor.
Nasıl soracağız? Bu noktada tartışmaların kilitlendiği yerin, depremden direkt olarak etkilenmeyen insanların yavaşça normale dönmesinde olduğunu düşünüyorum. Benzer bir durumu Gezi Parkı protestolarına katılan dostlar hatırlayacaktır, parkı işgal edenler gazlanarak çıkartılıp, çadırları yakılıp yağmalandıktan sonra protestolar yavaş yavaş azalmış ve hayat, o protestolar sırasında çok heyecanlı ve kararlı hisseden çoğu insan için eskisine dönmüştü. Berkin’in ölümünden sonra öfkeyle intikam yeminleri eden bazıları, sonraki yıllarda Berkin’in adını dahi duymak istemeyecek noktaya geldi.
Çözüm belki de süreklilikte. Ben bunu engellemenin en kesin yolunun dayanışma ve örgütlenmeden geçtiğini düşünüyorum. Nefret ve öfke gibi duygular çabuk parlayıp çabuk sönebilir. Bu duyguları zamana yayabilmek, insanlarla dayanışma göstermek, bir şeyleri değiştirip hesap sorabilmek için bunu sistemli ve bir arada yapmamız zaruri. Gezi Parkı döneminde örgütlenen insanların, şu an bile o dönemden duygular barındırdığını hissediyorum. Aynı şekilde o dönemde çok daha ateşli ve öfkeli olan arkadaşlarımın da uzak birkaç hatıra dışında Gezi Parkı’nı hatırladığını sanmıyorum.
Bu gaddarlığa kaybettiğimiz insanlar için bir yükümlülüğümüz var. Hesap sorma yükümlülüğü. Hesap sormak için başkalarını bekleyemeyiz, çünkü zaten tüm sorumluluk bizim ellerimizde.
Efe Cengiz – Her Zamanki Felaket Söylemi Üzerine
Yıllardır her felaket sonrasında benzer tablolarla karşılaşıyoruz Türkiye’de. Alınabilecek her önlemi zaten almış olan Devlet, insanın kontrolünün dışında kalan bu belanın sonrasında yine elinden gelen tüm yardımı sunmaya çalışırken, çeşitli dış gruplar tarafından siyasete malzeme haline getirilen yıkım karşısında ahlaki bir panik yaşıyor. Bu hikaye Soma madenlerinden Ankara Garı’na, pandemiden Kahramanmaraş Depremi’ne hep ana hatlarını korudu. Bu hikayenin yapısının sökülmesinin faydalı olabileceği umudu elimi uzatabildiğim tek ışıktır şu anda.
● Alınabilecek Her Önlemi Zaten Almış Olmak
Lisans sosyoloji derslerinde sakız haline gelmiş Risk Toplumu kitabında, Çernobil Felaketi karşısında afallamış Ulrich isimli bir aptal, modern toplumların günümüzde değil de gelecekte yaşadıklarını, risk etrafında organize olan bu yeni toplumda sınıfın hiyerarşisinin yerini ekolojik yıkımın demokrasisinin aldığını iddia eder (Beck, 2013). Bu bok çuvalının Çernobili her beş on senede bir yaşamaya başlasa okunmaya değer tek bir paragraf oluşturup oluşturamayacağı tartışma konusu olmaya devam ederken, biz şu iki önermeye bakalım hele:
Öncelikle gelecekte mi yaşıyoruz? Hayır, olası bir yıkımın korkusunun riski içinde yaşamıyoruz, yıkım çoktan gerçekleşti, hatta, gelecekte olan yıkımlar da geçmişte gerçekleşti bile.
Sonrasında, yıkım demokratik mi? Denizlerimize plastik karışıyor, ya da havamıza karbon salınıyor derken kirliliğin bu hayal ettiğimiz Biz’in hem tamamını hem de benzer şiddetlerle etkileyebileceğine inanıyoruz, depremin yıktığı yapılar altında Biz mi kaldık Onlar mı?
Aslında Beck bile utanmadan yayımladığı paçavradan yirmi yıl sonra yine utanmadan “Toplumlarımızda sınıf eşitsizliğinin yerinin risk eşitsizliği alıyor” (Beck, 2006) demek zorunda kaldı. Biz bu geçmişi günümüze bağlayan, sınıf farklılıklarını da maruz kaldığımız tehlikeye eşleyen sisteme basitçe ALTYAPI diyoruz. İmar affı fırsatıyla yapılan evlerin sakinleri, deprem toplanma alanları ranta feda edilmiş mahallelerin sakinleri, deniz kumuyla yapılmış, giriş katındaki kolonu dükkan deposuna yer açmak için kesilen X apartmanının falanca katındaki filanca ailesi gelecekte yaşamıyordu, geçmişte ölmüştü bile, depremin ilk sarsıntısından önce çoktandır ölü olduklarının farkında olmadan sürdürüyorlardı yaşamlarını. Dahası, Beck’e kulak asmadığınız gibi, bazı insan kılığındaki bok makinası entelektüel bozuntusu şarlatan postal sevdalısı tacizci akademisyenlerin dediğine bakmayın, bunların hepsinin farkında olmalarının da bu insanlar için bir önemi yoktu, çünkü onlara bu evlerde katledilmeyi layık gören altyapı aynı şekilde bu evleri değiştirebilecek ekonomik ve demokratik imkânlardan da yoksun bırakıyordu onları. Bu noktada altyapı derken bahsettiğimin sadece şehir planları, yollar, kablolar vs olmadığı, teknoloji, uzmanlar, iş kolları, yöneticiler ve kullanıcıları bir araya çeşitli şekillerde getiren ve başka şekillerde gelmelerini engelleyen bir sistemden bahsettiğim anlaşılabilir olmalı. Burada bu sistemin bizim ülkemizde yetersiz ya da yanlış çalıştığı gibi iddialar da bir kenara atılmalı, Ötekisi olmayan işleyemeyen bir devlet düzeni, yine Ötekisi olmadan işleyemeyen bir küresel ekonomik sistemin içinde çalışıyor, her “doğru işleyen” iki “yanlış işleyen”e gerek duyuyor; ülkemizin topraklarının her karışını sürekli olarak, sadece, ve sürekli hızlanarak, yalnızca ekonomik birim değere eşitlenebilecek ürünlerin çıkarılması ve üretimine mahkum eden bir sistem bizi bu seviyede ölüme değil de neye hazırlayacaktı? İnşaat balonunun ekonomik patlama anını Ankara’daki boş ofislere ya da İzmir’de bataklık üzerine inşa edilen bomboş gökdelenlere bakarak bekleyenleri uyandırdı mı Antakya’daki yapıları dolu boş demeden, sadece altyapısal şartlarına bakarak haritadan silen deprem?
Her felakette aslında ortada hiçbir felaket falan olmadığını, yaşamlarının ve ölümlerinin tamamını kontrol eden sistemler tarafından cinayete kurban edilmiş olan canların infaz edildiğini görüyoruz. “Bu ülkede şansa yaşıyoruz” gibi bir klişe, kendini henüz çoktan öldürülmüş olduğumuzun korkusunu hissetmekten alıkoyabildiğimiz anlarda ortaya şansımızı koyarak gerçeğe açıyor. Ve tabi ki, bazıları diğerlerimizden daha fazla.
Altyapılar sürekli bakım ister. Bu ekonomik sistemin işletim şeması olan bu altyapının zorunlu olarak cinayet ile işleyişi, onun ana bakımcısı olan devletin “alınabilecek önlemleri almış olma” yalanını tamamen ortaya koyuyor. Devlet, bu altyapıyı korumaya devam ettikçe ancak toplu mezarlar ve kefen stokları ile önlem alabilirdi, ki onlarda bile teminat sorunları yaşandı.
● İnsanın Kontrolü Dışında Kalan Bu Bela
Doğa anlayışımız liberal fikir kültürü tarafından çeşitli ve bazen birbiriyle çelişkili şekillerde kendini gösteriyor. İnsan olan bizim temel ötekimiz olan insan-dışı doğa, bizim ürettiğimiz kültürün temel ötekisi olan kendiliğinden-verili doğa, karmaşık ve manipülatif sosyalin temel ötekisi olan apaçık ve tarafsız doğa… Bu kendimizin ötekisi olarak ürettiğimiz doğa ile sonra dönüp kendimizi yeniden yaratmak kadar sıradan bir liberal hamle var mı? Kadın kalça kemiklerinde asırlardır süren eşitsiz emek dağılımını değil patriyarkanın gerekliğinin kanıtlarını buluyor dahiyane doktorlarımız, doğadan koparılıp mikroskop altına alınan kurtlar eril diktanın doğallığıyla uluyor, insanın bencil bir birey olduğu düşünülen bir ekonomik sistemin içinde yetişmiş primatologlar gidip primatları insan gibi sosyalleştirmeye kalktıklarında onların bencil bireyler olduğunu keşfediyor. Aslolan şudur ki modern dünyada doğanın yapısı sistemin propaganda aracı olarak şekilden şekle girmektir.
Var olan altyapının medyasında bilimsel iletişim şöyle işler: Bir olaya bir sayı verilir, bu sayı olayın tüm kalitelerini yok ederek onu şekilden şekle sokulabilen bir plastik haline getirir. Öyle ki Antakya kentini haritadan silen, ülkenin on küsür ilinde akla sığmayacak yıkımlara sebebiyet veren deprem ile Japonya’daki kıyaslanamayacak kadar etkisiz deprem aynı ismi alır: 7.3.
Bilim insanları kendilerini apolitikanın politik boşluğundan kurtaramadıkları halde gerçeklerle uğraşma çabalarına hapsolmuş halde bulurlarken medya organları aynı bilimsel hamura farklı şekiller vere vere plastik bir ordu inşa eder altyapının liyakatını koruyacak olan: Bu deprem bizim ülkemizden daha iyi olarak algılanan X ülkesinde olsa durum daha vahim olacaktı, ya da Y titresine sahip bilim insanına bu işin korkunçluğunu anlattık ki siz altyapının kendisinde bir bokluk mu var diye sorgulamayın. Gerçek bir bilim insanın kim olduğu umurumda değil, ancak böyle bir yıkım üzerine çıkıp depremin mekanik işleyişini anlatmaya kalkan jeologun gerçek olmaması tercihimdir. Bu cinayet altyapısının işleyiş şemalarının önüne cinayet anında yer kürenin ne bok yediğinin tüm sosyokültürel gerçekliklerden arındırılmış numaralarını koyanlar ile diğer kontrol reddiyecileri, kaderciler, gözümde bir ve değersizdir.
Sistemin ihtiyacı olduğu zaman her türlü şekle girebilen doğanın altyapının bakımı kurban istediği zaman nasıl kudretli ve kontrol dışı kaldığından bahsettim. İkinci bir kurban isteme suçunu üstlenecek günah keçisi tabi ki kaderdir. Ancak önceki bölümde anlatılan risk gibi kaderin de sınıfsal oluşu ilgimizi çekmek zorundadır. Neden herkes enkazın altında kalır da devlet kurumu asla bu enkazı oluşturan altyapıların ana bakımcısı olarak kendi vicdanının yükünün altında kalmaz? Kader aslında tamamı açıklanmamış bir söylevin bir kısmıdır. Somadaki madencinin fıtratında ölüm yoktur, ölene kadar çalışmak vardır. Bu sebeple, kader olan deprem değil, depremde ölmek de değil, deprem olup da ölene dek deprem olduğunda ölümlere sebebiyet verecek altyapının hizmetinde yaşamaktır deprem bölgesi sakinin kaderi. Bu kader de bir önceki bilim kadar bizim üretimimizdir, ve kolayca başka türlü oluşturulabilir.
● Elinden Gelen Tüm Yardımı Sunmaya Çalışmak
Devletin felaket anında en değerli ögesi için elinden gelen tül gücü seferber etmediği iddiası düpedüz yalandır. Sorun bunun vatandaşlar değil devletin kendisi olmasıdır. Erdoğan pandemi döneminde “Vatandaş yaşasın ki Devlet yaşasın!” diyerek (ve sözün sahibi Şeyh’in dediklerinin diğer kısımlarını yok sayarak) hangi ögenin varlığının hangisi için olduğu ortaya koymuştu. Gerçi bu okullarda “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” diye bağırmayı pek seven bir avuç zavallı için pek bir sorun arz etmeyebilir. Sorun felaket anlarında bu söylevin tersine dönüşüdür, vatandaşın yaşamı devletin yaşamı için kullanışlı olmayı bıraktığı anda ondan ölmesi beklenir. Ancak ölüm etkili bir araç olabilir, hele vatandaşın yaşamının hala temel fonksiyonunu devleti yaşatmak olduğuna inanılmak istenen modern ülkelerde. Bir liyakat krizi yaşatmamak adına, iyi vatandaş bu noktada çabucak ve çok sorun çıkarmadan ölmelidir. Bu sorumluluğun ona atfedilişi altyapının işleyişine o kadar içkindir ki felaket anında ortada gelen bir devlet yardımı olmadığı gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımızda devlet bize çıkıp şunu diyebilir? El insaf! Bu kadar insan ölüyor. Kolay mı sanıyorsunuz?
Dikkatli okuyucu vatandaş tanımının da sıkıntılarının farkında olacaktır. Öncelikle hangi vatandaş? Kendi belediyelerinin vatandaşı ile başka partilerin belediyelerinin vatandaşını birbirinden ayıran bir devlet, yine temel derdi olan devletin liyakatinin sürdürülmesi ile işlemektedir. Peki ya hiçbir belediyenin vatandaşı olmayanlar? Antalya civarındaki yaz yangınlarında toplumun öfkesinin asla çevrilemeyeceği devlet için iyi bir hedef tahtası rolü gören Kürtlerdi, hatırlayın vatandaşların nasıl da kontrol noktaları koyup onları arabalarından çıkarıp darp ettiklerini. Ancak Öteki, varlığı gereksinmeden de hedef tahtası işini pekala görebilir; aynı yangın sırasında Ankara’daki mülteci mahallelerinde süregelen pogromları anımsayın.
Dikkat edilmesi gereken, ve benim belki de yeterince dikkat çekmemiş olduğum nokta bu bahsedilen ALTYAPInın insan hayatını koruma konusundaki bakımsızlığının kendi bakım şemasının bir parçası olduğudur. Ne demek istiyorum? Şu klasik önermeden yola çıkalım, Kapitalizm kendi krizlerini üretiyor. Şu klasik cevapla devam edelim, Kapitalizm kendi ürettiği krizlerden kendini kurtarabilecek kadar esnek bir yapıya sahip. Burada esnek denen şey aslında belli bir anda toplumun belli bir kesimi ya da kültürel bir ögesi üzerine yapılan bir baskıdan başka bir şey değil. Bahsedilen esneklik kapitale ait değil, toplumun dirayetine ait. Pandemi sırasında doktorlar kahraman, asker ve şehit olmaya çağrıldılar “her şeyi seferber eden” devletleri tarafından, görev tanımlarının ne olduğunu, yardımcı olmak istemek ile kendini ölüme açmanın aynı şey olmaması gerektiğini, devletin vatandaşından değil kendinden ödün vermesi gerektiğini savunanlar ise terörist olmakla, korkak ve alçak olmakla suçlandı. Bugün hala, bu kadar çok sağlık çalışanı bu kadar boktan şartlar altında ve bu kadar ezici sürelerde çalışmıyor olsalar sağlık sistemimizin çökeceği bilinen bir gerçek değil mi?
Benzer şekilde, enkaz alanına vatandaşını değil kendini kurtarmaya gelen devletin krizi, vatandaşını kurtarmaya gelen vatandaşın ensesine biniyor. Sosyal medya üzerinden yapılan bu hızlı ve yaygın iletişim, yollara dökülen kamyonlarca gönüllü ve erzak, onları organize eden kurumların çalışanları… Bu yarı-organize yapı kurtarıyor kendini enkazın altından, ve birileri gelip ittiriyor onu kenara çekmek üzereyken o kolun sahibini yıkımın üzerine çıkan, “kameraları getirin, afat gelsin, alsın!” Belli ki o vatandaş yaşayacak, çünkü artık yine onun yaşamı devleti yaşatabilir, çünkü kardeşi olan vatandaşlar kurtardı onu enkazın altından, gerisingeri içine girse de aynı ölüme açılmış hayatın.
● Dış Gruplar Tarafından Siyasete Malzeme Edilen Ölümler
Devletin yeri geldiğinde biyopolitik yeri geldiğinde nekropolitik hüküm şemaları içinde, öncelikle ve sadece kendi varlığını koruyan bir yapı olarak, küresel sömürü yapılarını sürdüren altyapının ana bakımcısı olduğundan bahsettim. Zamanında kılıç kuşanma hakkı devletin ölüm verebilecek otoriteyi tekeline alması ile ilişkiliydiyse, bugün sosyal medyayı kuşanma hakkı aynı ölümün siyasetini kimin yapabileceğinin, kimin otoritesi altında olduğunun tartışılması ile ilişkilidir.
Biz ölüleri siyasete malzeme ediyoruz, doğrudur. Tartıştığımızın kendi ölümümüz olduğu noktasını sunabiliriz, aynı altyapının altında yarın biz kalacağız, bu romantik önerme Beck’in felaketin demokratikliği anlayışına benzer ve ikisini de savunmaya ihtiyaç duymuyoruz; geçelim bunu. Ben asla deprem altında kalmayacak olarak konuşuyorum. Depremzedeleri zedeleyenin herhangi bir doğa olayı değil, bu olayın şiddetini bu seviyeye getiren yönetim, dağıtım, üretim ve bilim şemaları olduğundan bahsettim size. Bu noktada söylediklerimin hepsi deprem hiç var olmamış olsa da aynı geçerliliğe sahipti, ve depremin henüz olmadığı yerler için geçerliliğini sürdürüyor. Yani, benim siyasetini yaptığım ölümler ile devletin siyasi ölüleri olan şehitler ve kahramanlar arasındaki fark şudur, hiçbiri ölmemiş olsaydı benim argümanımın geçerliliği sürüyor olacaktı. Onun için kendini feda ettiği iddia edilecek zavallıları bulamayan devletin fetih ve başarı hikayelerine ne olacak bir de onu söyleyin hele?
Biz bu devletin gözü gibi baktığı altyapısı tarafından ölüme açılmış hayatlar yaşamaya mahkum edilmiş olanlar şüphesiz bir dış grubuz, ve bana derseniz ki kes göçmen, senin Avrupa’da tuzun kuru, pekala, siz dış grupsunuz. Ölmeden önce kendi ölümlerinizin siyasetini yapmaya başlasanız iyi olur, çünkü sizin için yapılan ölüm siyasetinin ne olduğunu artık görebiliyor olmalısınız.
Ancak bir kısmınız her felakette olduğu gibi kendinizden daha zavallı bir mahlukun üzerine çullanmakta arıyor çözümü. Yağmacının. “Yağma anormal bir duruma normal bir tepkidir.” diyebilirim size. Yağmanın meta formunun eleştirisini sunduğundan da bahsedebilirim. Böyle büyük sözleri saklayalım, gerek yok. Üzerine yıkılmayacak apartmanı ona veremeyenler, yıkılan apartmandan onu çıkaramayanlar, çıktıktan sonra yok olmuş yaşamının hiçbir parçasını geri inşa edemeyecek olup bu konuda pek bir niyeti olmayanlar. Bu insanı bu hale getiren altyapıya tek bir taş, tek bir söz, tek bir ters bakış atacak götünüz var mı sizin? Hayır, siz sikimsonik marşlarınız ile gidip yağmacı dövmeyi bilirsiniz sopalarla. Ötekiye yeter gücünüz. Haberdar değilsiniz ama o insanları toprağın altına sokan altyapının hizmetindesiniz hepiniz.
● Ahlaki Panik Yaşayan Devlet
Tüm bu bahsedilen sebepler yüzünden; kendi yamyam varlığı için sürekli olarak ölüm üreten bir devlet, vatandaşlarını küresel sömürüye açan altyapıları kendi çıkarı için, çıkar sağlayamadığında ise süregelişinin sağlanması için bakımı altına alan devlet, herhangi bir ahlakı olduğunu iddia edemez. Kendi etmediği yardımı yapan vatandaşın önüne engel olan devlet, ölümü gerektiğinde sınırın ötesine götürürken sağlığı sınırın içine getiremeyen devlet, kurtarıcısını da kurtaracağı canı da seçen devlet, kendi işe yaramaz saygınlığı önünde kanlı ceketini katil elleriyle ilikleyip de sus pus olan milletvekilleri, ahlaki panik yaşayamaz. Ahlakları yoktur. Utanmaları yoktur. Vicdanları yoktur.
(1) Beck, U. (2006). Living in the world risk society. Economy and Society, 35(3), 329–345. https://doi.org/10.1080/03085140600844902
(2) Beck, U. (2013). Risk society: Towards a new modernity. Sage Publications.