Türkiye’de siyaset, somut politik olaylarla terörizm ve vatanseverlik gibi genel mefhumlar arasında bağlamsal ilişkilerin sağlıklı şekilde kurulamadığı bir mecra. Bu mecrada politik anlamda tanımlayabileceğimiz samimi bir kutuplaşmadan bahsetmek güçleşiyor, esnekliği ve manevra kabiliyeti yüksek seviyede olan taraflar olağan hale geliyor. Esasen duygusal kutuplaşma tanımı kapsamında ele alınabilecek taraflar söz konusu. Bunun biçimsiz ve devam eden bir taraflar arası düşmanlığı körüklediğinden bahsedilebilir; lakin esas hatırlanması gereken gerçek politik taraflara ne ölçüde sahip olabildiğimiz sorusudur. Ata İttifakı bileşenleriyle müzakere halinde olan Kemal Kılıçtaroğlu’nun milliyetçi hezeyanlar girdabında sarsıldığını gözlemledik misal. İki ana ittifakın seçmene hitap edebilmek için söylemsel sıçrayışlar sergilemesi ve ilk günlerinde ‘’taviz vermeyeceği’’ ilkelerle nam salmasına karşın, Ata İttifakı’nın şu an parçalanmış halde görünmesi biçimsizlik namına dikkate değer örnekler.
Yaşananlar bana Hannah Arendt’in totaliter rejimleri açıklarken, devlet-hükümet aygıtlarındaki biçimsizliğe değinerek muktedirin manevra kabiliyetini vurgulamasını hatırlatıyor. Bağlamlar epey farklı olsa da, biçimsizlik sözcüğünde ısrar etmemin sebebi, Arendt´in bu sözcük ile otorite sahibinin eylemlerindeki sınırsız esnekliği vurgulaması. Türkiye’de kutuplaşmanın tehlikeli düzeylere yükseldiğinin sıklıkla konuşulduğu bağlamda, sözgelimi kutupların buna bezner bir biçimsizliği nasıl gösterebildiği ve sahici politik kutupların ne şekilde yeniden tanımlanabileceği soruları önem kazanıyor. İlk turun ardından yükselen umutsuzluğun arkaplanında hegemonik olanın dışında kalan seslerin, arzulanan adalet yanlısı pratiklerin ve özgür düşüncenin uzun süredir kısıtlanmakta olan siyasette yer bulamaması etkiliydi. Bu tıkanıklığı aşmak için müzakere kaygısıyla tetiklenen mevcut biçimsizliği kavramsal referanslarla değerlendirmek faydalı olacaktır.
Müzakereyi elverişli kılacak demokratik kurumlar can çekişiyorken seçim süreci üzerinden müzakereye olan güvenin pohpohlandığı, seçmenden talep edilen yetki devriyle birlikte çatışmanın ve toplumsal mücadelenin iyice arkaplana itildiği günlerden geçtik. Burada yetki devriyle kastedilen, siyasetin formal alanlara kısıtlanması ve sivil eylemlilik işlevini yürütecek tüm aktörlerin rolünü formal aktörlere bırakma eğilimi. Böylelikle farklı seslerin formal siyasal aktörlece temsil edilebileceği yönündeki beklenti körüklendi, ilk turun sonuçları açıklandıktan sonra ise hayalkırıklığı yükseldi. Kılıçdaroğlu’nun bitmek bilmeyen muhafazakâr veya milliyetçi seçmenle kucaklaşma isteği, ATA ittifakının biçimsiz duruşu ve manipülasyon seviyesine ulaşan stratejik oy talepleri geride bıraktığımız günlerde müzakereci anlayışın izlerini taşıyan örneklerdi.
Bir başka örnek olarak TİP’in maruz kaldığı eleştiriler ele alınabilir. Muhalefet içerisinde yükselen seslere göre TİP ortak aday listesine zorunlu olarak yeşil ışık yakmalıydı. Esas düşünülmesi gereken husus, TİP’in seçimlere ortak listeden girmeme kararını tekrar deklare etmesinin ardından, stratejik oy önerisini yöneltenler arasından belli kesimlerin düşmanlaşmasıydı. Bu düşmancıl yaklaşımda TİP’in de zorunlu olarak sahiplenmesi gereken, müzakereler sonucunda erişilebilecek bir ortak iyinin var oldugu kabulu yatıyordu.
Müzakere tutkusunun iyice ön plana çıktığı süreçte, derinlemesine açıklamada bulunmak üzere referans gösterilebilecek kavramlardan biri agonistik çoğulculuk. Mouffe öne sürdüğü bu kavram ile Habermas ve takipçilerinin temsil ettiği müzakereci demokrasi modelini eleştirir. Müzakereci demokraside meşruiyet rasyonaliteye dayanır. Bu bağlamda, bireylerin özgür ve eşit şekilde bir araya gelebildiği ve rasyonal hareket edebildiği kamusal müzakere ile mükemmel bir uyumun yakalanabileceği savunulur (1966, pp. 69-70).[1] Müzakereci modelde öngörülen nötr ve rasyonel diyalog varsayımı eleştiriye açıktır. Mouffe’un yaklaşımını dayandırdığı yaygın eleştirilerden biri, müzakere prosedüründe elde edilen söylemlerin, yapısal zorunluluk sebebiyle tarafsızlığı ve mükemmel uyumu temsil etmekten ziyade baskılayan ve otoriter nitelikte olmasıdır (1999, p. 751).[2] Burada işaret edilen, içinde bulunduğumuz seçim sürecinde sıklıkla gördüğümüz gibi, dezavantajlı kesimlerin sesinin müzakerede eşit ve özgür şekilde var olamadığı, dezavantajlı konumunu zorunlu olarak koruduğu gerçekliktir. Mouffe, agnonistik çoğulculuk modeliyle bu rasyonel diyalog ve uzlaşıya varma düşüncesini eleştirerek bunların yerine çatışmayı koyar (1999, p. 754). Güç ilişkisinin gözardı edildiği müzakere sürecinin aksine, çok sesliliğin gerçekten var olabildiği bir çatışma süreci sahici bir demokrasi için gerekli olandır.
Bahsi geçen çatışma demokratik teamüller içerisinde tanımlanan, meşru karşıt tarafların gerçekten var olabildiği, gerçek demokrasinin bir zorunluluğu olarak ortaya konan çatışmadır. Seçimleri ve seçimler sonrası dönemi açıklama kapasitesi düşünüldüğünde, agonistik çoğulculuk modelinin, çelişkileri ve güç ilişkilerini önemsizleştirmeyip süregiden bir mücadeleyi işaret etmesi sebebiyle daha kullanışlığı olacağı söylenebilir. İçinde bulunduğumuz bağlamda, tavizlere veya ilkesizliğe dayanan ideal uyumu oluşturma girişimleri ağırlık kazandıkça, çelişkilere odaklanan ve mücadeleci bir kutbu işaret eden çoğulculuk güç kaybetti. Bu, kitlesel eylemlilik potansiyelini dizginlediği gibi formal siyasal aktörleri de, kendilerinin karşılayamayacağı beklentilerin yükselmesi sebebiyle çıkmaza itti. Denklemin böyle işlemesi ve mücadele dinamiklerinden yoksun siyasal temsiliyetin yaygınlaşmasıyla, mevcut tıkanıklıklar ve motivasyon kaybı devam edecek gibi görünüyor. Seçimin nasıl sonuçlanacağından bağımsız şekilde öne sürülebilir bir iddia bu.
Elbette şöyle bir şerh düşülebilir: Türkiye’de hegemonik bloğun dayatmaları ve otoriter rejimin yarattığı tıkanıklıklar seçimleri zorunlu olarak merkezileştirdi, ayrık kıldı. Buna katılmamak güç olacaktır; lakin yukarıdaki tartışmanın, ‘’zorunlu olarak’’ merkezi bir rol atfedilen seçimlerin mahiyeti üzerine yeniden düşünmek açısından anlamını koruduğu da söylenebilir. Nihayetinde bu tartışma ideal çözümü bulmaktan ziyade göz ardı edilen risk ve eğilimleri konuşulabilir hale getirme amacını taşımalı. Eşitsizliğin ve hukuksuzluğun AKP dönemindeki ivmelenmesini, eşitsiz ve hukuksuz durumların ülkedeki tüm tarihine indirgeyen ve tarihsel çelişkileri görmezden gelen yaklaşımların yarattığı tehlike çarpıcı hale geldi. Dolayısıyla, seçim sürecinin yadsınamaz bir önemi olduğu söylenmelidir; ancak dikkatin esasen devamlılık gösterecek adalet, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin seçimlerle eklemlenmesine yoğunlaşması gerekirdi. Seçim çalışmaları bu mücadele süreciyle eklemlenebildiği ölçüde dönüştürücü ve anlamlı olabilirdi.
Unutulmamalı; seçimlerin ardından, sonuç ne olursa olsun, pek çoğumuz için elde kalacak şey sınıfsal, eşitlikçi, hukuktan yana mücadele pratikleri olacak. Hak ve özgürlüklerin tavizsiz ve pazarlıksız şekilde savunulmasına yarayacak sivil örgütlülük yegâne dayanağımız olacak. Dolayısıyla, seçim çalışmalarının bu mücadeleci dinamiklerden kopmadığı bir sürecin hayali içerisindeyken denklemin tersine işlemesini, seçimlerin çatışmacı dinamikleri baltaladığı gidişatı engellemeliyiz. Müzakere namına her şeyin denendiği ama beklentinin karşılanamadığı durumda, müzkereciliğin neden yeteri kadar uygulanamadığı sorusundan ziyade müzakere yerine ne konabilir sorusu daha fazla önemsenmelidir.
[1] Benhabib, S., 1966. “Toward a Deliberative Model of Democratic Legitimacy,” in Democracy and Difference, Princeton: Princeton University Press.
[2] Mouffe, C., 1999. ‘’Deliberative Democracy or Agonistic Pluralism?’’ in Prospects for Democracy, pp. 745-758, vol. 66, No. 3
Görsel: https://www.deviantart.com/comteskyee/art/Street-fighting-180835106