Veba Geceleri’nden Günümüze Politik Eleştiri

Kültürel iktidarda kendimize yakın gördüğümüz, bizden olduğunu düşündüğümüz, bizden olsa keşke dediğimiz birçok şair, yazar, sanatçı var. Hepsinden bir aktivistliğe soyunmasını bekleyerek belki  onlara haksızlık ediyoruz. Orhan Pamuk ise bu beklentiden en çok payına düşeni alan isimlerin başında geliyor. Dünya edebiyatında söz sahibi olan ve belki de Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yaşar Kemal ile birlikte ülke edebiyatının en büyük romancılarından biri olunca bu beklenti aslında çok da tuhaf değil.

2010 anayasa referandumunda yetmez ama evet diyenlerden biri de Orhan Pamuk. Tabii daha sonra günah çıkararak ve ”Bugün gücün giderek merkezileşmesi ve ifade özgürlüğüne saygı duyulmamasından ötürü öfkeliyiz.”[1] açıklamasında bulundu. Son zamanlarda ise genel olarak kendi köşesine çekilen yazar 35 yıl üzerinde düşündüğü romanı olan Veba Geceleri ile hayatımızın odak noktalarından birine tekrar bomba gibi bir giriş yaptı.

Okurlar da bilir ki Orhan Pamuk romanlarının arka planları hep politiktir, kendi açıklamasında da söylediği gibi Veba Geceleri’nde de siyasi gönderme yapmaktan çekinmemiştir. Tabii bu siyasi gönderme bizim beklediğimiz (istediğimiz) tarzda değil belki ama çok önemli bir sistem eleştirisini yanında getirmiştir. Ülkemizdeki mevcut iktidarın özellikle Abdülhamit hayranlığının sebeplerini, padişahın yaşadığı dönemin bugün bizim yaşadığımız dönemin adeta bir izdüşümü olduğunu satırlara dökmüş olan Orhan Pamuk ayrıca bize tarihin bu coğrafya için tekerrürden ibaret olduğunu da anlatıyor.

Romanı okurken neden Fatih Sultan Mehmet, neden Kanuni Sultan Süleyman, neden Osman Bey hatta neden  son padişah Vahdettin değil de Abdülhamit sorusunun cevabını sıkça alıyoruz. Bunun gerçekte bildiğimiz sebepleri, Abdülhamit’in de aslında siyasal İslam yanlısı olması, parlamentoyu kapatması, anayasayı askıya alması, iktidarını korumak için Mithat Paşa’yı öldürtmesi ve bu yolda her şeyi mubah kılan bir egoist olması…

Abdülhamit’in sadrazamı olan, meşrutiyet yanlısı ve istibdat karşıtı Mithat Paşa Kanun-i Esasi’yi Namık Kemal ve Ziya Paşa ile birlikte hazırlamış ve Abdülhamit’e onaylatmıştı. Ancak daha sonra yukarıda da söylediğim gibi iktidar endişesiyle Abdülhamit’in tüm bu antidemokratik uygulamaları adeta bir yerde Osmanlı’nın da çöküşünün de fişeğini ateşlemiştir. Zaten Veba Geceleri bir yerde Osmanlı’nın çöküş öyküsüdür.

Tabii romanın geçtiği dönemin günümüzle en önemli benzerliklerden biri de bir salgın dönemi romanı olması ve elbette gene birçok politik eleştiriyi yanında getirmesidir. Ada nüfusunun yüzde 50’sinin Müslüman, yüzde 50’sinin ise Rum Ortodoks olması da çok enteresan bir durumdur. Zira Osmanlı’da ada nüfusunun yüzde 80’inin Müslüman olmak zorunda olması gibi bir kural vardır[2]. Burada yazar dinlerin aslında halkın üzerinde baskın konuma geldiğini, salgını durdurmak için bilim insanlarının, halka salgın hakkındaki uyarıları, önerileri vs. anlatmak ve sözlerinin dinlenmesi için şeyhlere, Ortodoks ve Katolik papazlarına adeta muhtaç kaldıkları bir ortam oluşmuştur. Burada özellikle sadece Müslümanları değil Hristiyan toplulukları da işin içine katmak istemiş yazar çünkü veba salgını boyunca özellikle Avrupa’da büyük karantina isyanları çıkmıştır. Bir cehaletten söz etmek gerekirse bunu sadece Müslümanlara yıkmamak gerekiyor nitekim. Orhan Pamuk da burada bizimle hemfikir olmuş ki hayali bir Minger adasına nüfusu da böyle hayali bir oranla düzenlemiş ve bize bunu anlatmak istemiştir. Tabii ki sadece bu kadar değil, otoriterleşen rejimlerde halkın karantina nedeniyle de olsa evlere kapatılması, neredeyse bir tür tecrit hayatına geçiş yapması bu rejimlerin ağzını sulandırmış ve istedikleri gibi at koşturabileceği ortamı yaratmıştır. Nitekim II. Abdülhamit de bu salgını kullanarak istibdat politikalarının yeniden tesis edilmesine meyil etmiştir.[3] Bir örnek vermek gerekirse, Osmanlı’da valilerin idam yetkileri yoktur, böyle bir durum varsa da önce saraya bildirmek zorundadırlar. Fakat salgın döneminde bu durumu bildirmek normal zamanlardaki gibi kolay değil günler alan bir prosedür haline gelmiştir. Bu sebeple valiler tarafından inisiyatif alarak, ya da öyle görünerek, idam kararı verilmiş ve uygulanmış, Abdülhamit’in de bunları bilmemesi çıkarlarına uygun düşmüştür. Romanda sürekli birilerinin idam edilmesi ile devletin gücünü korkunç bir şekilde göstermesi, ifade özgürlüğünün yok edilmesi ve ardından kaçınılmazı yaşamasına ek olarak salgın uzadıkça karantina kurallarını esneten bir rejimi okumamız da günümüze ışık tutması gereken bir olaylar örgüsüdür.

Toparlarsak, muhafazakârlar ile meşrutiyetçiler arasındaki kutuplaşma, halkın üzerinde din olgusunun baskın gelmesi ve ardından gelen siyasal İslam’ın yıkıcılığı ile bir imparatorluğun uçuruma sürüklenişinin de özeti diyebiliriz aslında Veba Geceleri için. Salgınlar bir devletin ne kadar özgürlükçü, ne kadar halkçı olduğunu da gösteren bir göstergedir, çünkü devlet dediğimiz mekanizmanın var olma sebebi halkın can güvenliğini ve adaleti sağlamasından başka bir şey değildir. Bugün ne yazık ki bunların yok olmaması için canhıraş savunan insanlar olarak bu romanı okurken büyük bir kaygı duymaktan kendimi alamadım. Ama her şeye rağmen dünyayı yerinde oynatmaya yetebilecek kadın hareketinin, madencilerin, işçilerin, kayyumlara direnen öğrencilerin varlığı bir yandan da umut vermeye devam ediyor.

Bir kez daha yüksek sesle söylemek isterim ki kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!


Kaynakça

[1] https://140journos.com/2010-anayasa-referandumunu-yeniden-dusunmek-yetmez-ama-evet-b9f978e9444a

[2] Bu bilgi Orhan Pamuk’un kitapla ilgili T24 medya kanalına verdiği videolu mülakattan edinilmiştir. https://www.youtube.com/watch?v=rUm0FOvLKcg&ab_channel=t24comtr

Paylaş:
Default image
Volkan Arslan