Uluslar Doğal Topluluklar Mıdır?

Bugün artık dünyada en yaygın devlet biçimi olarak kabul gören ‘ulus devlet’, 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da merkezi yönetimlerde modern devletin bir tür devamı olarak ortaya çıkmıştır. Aslında baktığımızda kavramsal açıdan oldukça suni görünen ulus-devlet anlayışı, kendi kuramının ve küreselleşen dünyanın da etkisiyle halen süreğen tartışmalara konu olmaktadır.

Tarihsel olarak imparatorlukların ardından gelişen, belirli bir toprak bütünlüğünde bulunan ve aynı ortaklıkta etnik, dil yapılanmalarına sahip gruplar ulus devletleri oluştururlar. Buradaki ‘ortaklık’ vurgusu ulus-devletlerin ideolojik zeminine ışık tutmaktadır. Yine bu zeminde de aynı ‘ortaklık’tan dolayı ulus-devletçiliğin birtakım milliyetçi yansımalara sahip olduğu, over-dose iktidar kapasitesi ve onun suistimali edilmesi açısından çeşitli perspektiflerde halen tartışılmaktadır. Tanımda eğildiğimiz ‘ortaklık’ meselesinin iki ana odağı olan ‘etnisite’ ve ‘dil’ birliği aynı zamanda milliyetçiliğin ideolojik çerçevesini dair de bize bazı işaretler sunmaktadır. İdeolojik varlığından beridir, ulus ve devletin sınırlarını bir bütün haline getirmeyi amaç edinen milliyetçilik fikirleri, bunu düşünsel hareketten ziyade bir doğal oluşumun parçası olarak görür. Bu çalışmanın konusu da tam olarak buradan doğmaktadır: yani, insanlık; uluslara, cemaatlere veya etnik kimliklere doğal olarak mı ayrılmıştır, yoksa bu suni olarak ‘iktidar’ın kimlik konulu politikalarıyla mı sağlanmıştır?

Bilineceği üzere ulus-devlet kavramının tarih sahnesindeki rolünde ‘politika bilimi’ kadar ‘kültürellik’ de önem arz eder. Lakin bir coğrafyada baskın bir kimlik unsurunun, bileşiminin ya da ortaklığının bulunması o bölgede kimlik farklarının olmayacağı ön kabulünü yaratmamalıdır. Söz konusu ön kabul milliyetçiliklerin ‘üst kimlik’çi perspektifinin kaynağını beslemektedir. Bu kaynağın ardında aslında ulus-devlet anlayışına dair bir çelişki yatmaktadır; ve bu çelişki ile milliyetçilerin ulus-devlet dünyasının tamamen doğal bir oluşum olduğu düşüncesi, başka bir grubun da kendi iradesi ile farklı bir siyasal cemaat oluşturamayacağı fikrine meşruiyet kazandırır. Bu noktada ‘üst kimlikçi’ anlayış ulus-devlet konseptinde zaruri bir düşünce olarak milliyetçiler tarafından kitlelere teşvik edilir. Peki ya bu görüşün temelindeki ‘doğallık’ ve ‘doğal süreç’ hangi açıdan doğruyken, hangi açıdan yanlıştır, işte bunun tartışılması gerekir.

Ulus-devlet oluşumu primitif açıdan elbette doğaldır. Çünkü bu gruplaşmanın insanın doğasında bulunduğu iddia edilebilir. Doğal süreçler, cemaatleşmeler ve kompetitif insan davranışları ‘siyasallığı’ ve ona bağlı olarak ‘siyasal alanları’ meydana getirir. Ulusal kimlik toprağın aidiyetine bağlanarak insanların benzer kültürel özellik göstermesiyle coğrafyalardan insanlara doğru çekilir. Egemenliğin ve özerklik arzusunun doğanın kendisinden geldiği varsayımını düşünürsek -öze ilişkinlikten- bu durumun doğal olduğunu söylemek de doğru olacaktır. Ancak burada ‘doğal oluşum’dan daha farklı bir durum olduğunu düşünüyorum: etnik açıdan benzer özellik gösteren insanlar elbette ki birbirine daha yakın biçimde gruplaşacaktır ama bu durum doğallıktan ziyade ‘sembolizmin keşfi’nin sonucunda da gerçekleşebilir. Sözgelimi; ulusal marşlar, mitoslar, bayraklar… Biliyoruz ki ulus devlet insanların kendi kaderlerini belirleyebildiği bir devlet modelidir.  Bu unsurların sembolleşmesi aslında bir şeylerden, siyasalardan, davranışlardan, ekonomilerden ya da diğer ihtiyaçlardan yola çıkılarak ideolojik yönelmelere uğruyor da olabilir.  Örneğin Ulus Baker bahsettiğimiz ‘kimlik’ meselesini –ya da arayışını- sunilik bağlamında şöyle ele alır: ‘bu kimlik denen şeyin bir de bunalımı var. Yani, bunalıyor. Ya da belki demek istiyorlar ki, onu arayıp bir türlü bulamazsanız yandınız…’[1]

Smith’e göre ulusların kökü, devlet olmayı ya da bağımsızlık arayışını çok fazla önceleyebilen ortak bir kültürel mirasta ve dilde bulunur.[2] (Smith, 1986) Bu, aynı zamanda kişilik ahlakından da aynı onayı almakta olup cemiyetçilik teorisyenlerinin iddialarının zeminini oluşturur. Ulusal taraflılığın sosyal hayat çevresinde şekillendiği düşünülerek bu ‘ahlak’ın evde başladığı, davranış haline geldiği ve ‘gelenekselleştiği’ vurgulanır. Bunun gelenekçi bağlamda aktarılıyor olmasının temelinde de yine ilkel teorinin yattığını yadsıyamayız. Ulus devletler egemenlik haklarının bir kısmını devretmiş olsalar da hâlen günümüzde önemli birer aktör konumundadırlar ve tarih sahnesinden silinmiş değillerdir. Özellikle ulusal çıkarlar ve ulusal güvenlik söz konusu olduğunda egemenlik haklarını kullanmaktan geri kalmamaktadırlar.  Zira ulus-devlet oluşumunun doğal olarak gerçekleştiği kanısının ana odağı da bir tür ‘kırılgan egemenlik’ hassasiyetinden şekillenmektedir. Bu aslında Vestfalya modelinden gelen içsel bir egemenlik anlayışı olarak bilinirken aynı zamanda felsefe kavramı olarak ‘iktidar’ konseptinin de siyasal alanını yukarıda bahsettiğimiz etnik, dilsel, yöresel, dinsel vb. gibi bağlamalara uzanmasıyla gerçekleşmiştir. Diğer iktidar anlayışları yek bir konsept etrafında şekillenirken -Katolik papası, İslam’ın halifesi, gelenek koruyucusu monarklar, işlevsel oligarşik yönetimler vb- ulus devlet ile yöneticiler ulus-devlet modeliyle çok daha fazla ‘kimliği’ ihtiva edebilecek bir iktidar fırsatını elde etmiştir. İşte bu noktada da ulus devlet konseptinin ‘suni’ ve araçsal yansımalarına rastlayabiliyoruz. Vestfalya modelindeki egemenlik anlayışında nasıl ki devletler kendi toprakları içinde yetki hakkının mutlak olduğunu söyleyebiliyorlarsa bahsettiğimiz ‘iktidar’ anlayışında da oldukça heterojen bir kitleyi meşru olarak yönetme imkanına muktedir olabilmektedirler. Bu açıdan ulus-devlet teorisi baskı ve propaganda araçlarını normalleştirebiliyor ve bu sayede köktenci-milliyetçi söylemler ile kitle iradelerini ele geçirmeye oldukça müsait bir alan oluşturabiliyorlar. Bilhassa bugünlerde bu teorinin açıklarından istifade edilmesi demokrasinin hızlıca rafa kaldırılabilmesine, ‘yurttaşlık’ kavramının da çıkar odaklı biçimde kolayca işlevselleşebilmesine neden olmaktadır. Ulusal sınırların artık kolayca aşılabildiği, kitle iletişim teknolojilerinin de son derece geliştiği bir küresel atmosfer, ‘klasikleşmiş’ ve geleneğe sırtını yaslamış araçlar ile toplumlar aleyhinde kuşkusuz büyük tehlikelere de ortam sağlayabilmektedir.

Ulus-cemaatlerinin gerçekte benzersiz olan siyasal statülere uyum sağlaması gereksinimi ulus-devletlerin ‘doğal oluşum’ olduğu kanısına aslında ters düşmektedir. Öyle ki gerçekte benzersiz olan farklı siyasal statüler ortaya ‘oyulmuş uluslar’ çıkarıyor. Bu oyulmuş uluslar demokratik birliğe tehdit oluşturmakta ve insanları bir bütün olarak, insan olmaktan çok, insanlığın bir parçasıyla özdeşleşmeye itmektedirler. Bu durum ‘insan medeniyeti’ bilincini yok etmekle birlikte insanlığın minyatürleşmesine de meydan hazırlamaktadır. Bu açıdan baktığımızda milliyetçi fikirler, doğal oluşumcu bir ulus-devlet teorisiyle olana nazaran daha çok ‘güç ilişkilerine’, ve aslında, militarizme içkin teorik bağa sahiptirler. Tüm bu sebeplerden ötürü, ulusların alışılageldik biçimde organik bileşimler olmadığı ve daha çok işlevsel siyasal yapılanmalar olduğuna dair süren tartışmalara ek olarak, ulus-devlet konseptiyle aslında ‘bir arada yaşama güdüsü’nün teorize edilerek pragmatik kuramlar yaratılabildiği de tartışmaya müsait bir konu olarak görünmektedir.

[1] Ulus Baker- Kimlik Politikaları Dönemine Girdik / Körotonomedya

[2] Smith, A.D (1986), Ulusların Etnik Kökeni,  Dost Kitabevi Yayınları, s. 66-67.

Paylaş:
Default image
Şilan Çelebioğlu
Dicle Üniversitesi - Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi