Ukrayna’daki Savaş (2/2)

Çeviri notu : Bu yazı Maurizio Lazzarato tarafından 20 Haziran 2022 Salı günü ici-et-ailleurs.org web sitesi üzerinden paylaşıldı [1]. Yazının uzunluğu sebebiyle metin iki parça şeklinde çevrildi ve paylaşıldı. Yazının ilk parçasına şu linkten erişebilirsiniz.

Bir kitle imha silahı olarak ekonomi

Öte yandan ABD emperyalizminin elinde, gezegendeki tüm halklara karşı küresel ölçekte kullanılabilecek bir başka kitle imha silahı daha var: “ekonomi”. Bu, iki ucu keskin bir kılıçtır, zira hâkim-devletler arasındaki mücadelenin düzensizliğini arttıracak ve çoğaltacak ve hatta kapitalizmi savaşa ve faşizme sürükleyecek olan “ekonomik” kaosun nedenidir. Ukrayna ile başlamayan savaşın gerçek nedeni “ekonomi”dir. Devletlerin egemen güçlerini ifade ettikleri çerçeveyi tanımlayan şey ekonomidir.

Hepimiz elli yılı aşkın süredir devam eden Amerikan gücündeki düşüşü durdurmaya yönelik başarısız girişimlerin bedelini ödüyoruz. 1945’ten sonra Amerika Birleşik Devletleri dünyadaki üretimin yüzde ellisini oluşturdu. 1960’lardan itibaren bu oran sürekli olarak azalmış, 1970’lerde Almanya ve Japonya tarafından ve son otuz yıldır da devrimlerden doğan güçler (Çin, Hindistan, vs.) tarafından eritilmiştir.

Kolektivizmin kazanan/muzaffer ‘ekonomisinin’ neoliberalist (piyasa, arz, talep, öz düzenleme, öz girişimci, vb.) olan ideolojinin akan anlatısıyla hiçbir ilgisi yoktur. Birinci Dünya Savaşı devletin, tekellerin, savaşın, toplumun, emeğin, teknolojinin ve bilimin melezleşmesine yol açmıştır ki hiçbir ‘yönetimsellik’ (ne Foucault’nun bahsettiği ne de liberal yönetimsellikle bahsedilen) arz ve talebin ‘piyasa’sına asla geri dönemeyecektir. Neo-liberalizm denilen şey rekabet değil, tekellerin ve oligopollerin güçlendirilmesi (yıkılacak tek tekel sendikalarınki olurken, kamu tekelleri sistematik olarak özelleştirilecek); özdenetim değil, olası tüm dengesizliklerin vahşi gelişimi; demokrasi değil, güçlü, otoriter bir devlet, faşizmle uyumlu bir demokrasi; yeni bir biyo-bilişsel “üretim” değil, finans tarafından el koyma, yağma, hırsızlık üretim modelidir.

Silikon Vadisinde bir girişimci olan Peter Tiel, bu yağmacı ekonominin temel şiarı olan ekonomik rekabetin doğasını açıklıyor: “Aslında temelde kapitalizm ve rekabet birbirine karşıttır. Kapitalizm sermaye birikimine dayanır ve tam rekabet durumunda tüm karlar iptal edilir. Girişimciler için çıkarılacak ders açıktır… Rekabet loserlar [2] içindir”.

Aynı şekilde, neo-klasik ve neo-liberal ideolojinin bir diğer önemli göstergesi olan denge de sermayenin kesin ölümünü, dolayısıyla “farklılıkların” (zenginlik ve sefalet, gelir, servet, sağlığa erişim, eğitim, barınma vb. eşitsizlikleri) sürekli ve zorunlu olarak yeniden üretilmesini ifade eder.

Doların altına çevrilemez olduğunun ilan edilmesi, para birimini, borç politikasının 1979’dan itibaren kapitalizm tarihindeki en büyük servet gaspı ve özelleştirme dayatması programına dönüştürdüğü müthiş bir silah haline getirmiştir.

“Piyasa ekonomisi” stratejisi (finansallaşma, küreselleşme/sömürgeleşme, tekelci merkezileşme), 1980’lerde Afrika’nın yıkımıyla başlayan, Latin Amerika’da devam eden, Güneydoğu Asya toplumlarından geçerek geçen yüzyılın sonunda Avrupa’ya ulaşan (Yunanistan, alacaklıların çıkarlarının dayatılması konusunda tüm Avrupa için bir örneğidir) sömürgeci fetih savaşlarının çağdaş biçimini üretmiştir.

Kazanan/muzaffer ekonomi kendi imkânsızlığının koşullarını üretti: muazzam kârlar ve devasa borçlar, birkaç kişide yoğunlaşan büyük zenginlik ve milyonlar için sefalet… Amerika Birleşik Devletleri, finansal yağmanın ve gezegendeki en yüksek borcun sonucu olan en yüksek kâr yoğunluğunu temsil etmektedir. Kapitalizm bu kıskaçtan- muazzam karlar / devasa borç – faşizm ve savaş dışında çıkamayacaktır. Devrimci geleneğin bu “aksiyomundan” geriye hiçbir iz kalmamıştır.

ABD’nin gerilemesine karşı koymak için finans kapitalizminin yağmacılığı, merkez ülkelerin proletaryası üzerinde de işlemekte ve bu vahşi kapitalizmi dayatan ülkede düşük yoğunluklu iç savaş biçimlerine yol açmaktadır. Onları yiyip bitiren gizli iç savaş Trump tarafından yaratılmadı. (O) sadece adını koymuş ve birleştirmiştir. Küresel olduğunu iddia eden gücün en zayıf noktası da bu olsa gerek. Temelleri kum üzerine inşa edilmiştir. Bu, çöküşünün, kurumlarının yozlaşmasının, doğuşundan bu yana toplumun ırkçı bölünmesine dayanan siyasi sisteminin iflasının bir başka açık işaretidir.

Kazanan/muzaffer ekonomi bizi nereye götüreceğini çok hızlı bir şekilde ortaya koydu: “neo-liberalizm” denilen şeyin klasik liberalizmin dezavantajlarından, yani emperyalist güçler arasındaki savaşın, iç savaşın, faşizmin, Nazizmin ve “laissez faire”in [1] 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başı arasında ürettiği ekonomik ve mali krizden kaçınacağı düşünülüyordu. Gerçekte hem aynı hem de farklı şekillerde, bugün aynı feci çıkmazın içindeyiz: sürekli ekonomik ve siyasi kriz, “güçlü” bir devlet, yeni faşizm biçimleri, ırkçılık, milliyetçilik, cinsiyetçilik, ilk liberalizmin krizinin soykırımcı tonuna bürünmemiş savaşlar ve iç savaşlar (vardır), çünkü (ortada) Sovyet devrimine benzer bir şey yok, Kuzey’deki işçi ayaklanmalarına benzer bir şey yok, Güney’de komünistlerin yürüttüğü uzun süreli savaşlara benzer bir şey yok.

Eğer ekonomi iyi gitmiyorsa, demokrasi de iyi gitmiyor demektir. Siyasi gücün yürütmede merkezileşmesi, parlamentonun devre dışı bırakılması ve sürekli olağanüstü hâl ekonominin yoğunlaşmasının diğer yüzüdür. İki güç yoğunlaşması (ekonomik ve siyasi) birbirine yakındır ve biri diğerini güçlendirir. Ekonomiyi siyasetten ayırmak, yani devlet siyasetini sınıf mücadelelerinden ayırmak, sadece kafa karışıklığına, belirsizliğe ve Giorgio Agamben’in pandemi sırasında sergilediği gibi şüpheli siyasi güçlerden daha fazlasına göz yummaya yol açabilir.

Ukrayna’daki savaş, dünyanın ve özellikle de “düşman” karşısında 19. yüzyıldan bu yana beşiği olduğu nefreti, ırkçılığı ve kimlik politikalarını yeniden keşfeden Avrupa Birliği’nin faşist gelişiminde yeni bir aşamaya işaret etmektedir. Savaş, faşist ve Nazi deneyiminin bastırdığı saldırgan dürtüleri serbest bıraktı: Almanya 100 milyar avro yatırım yaparak yeniden silahlanmasını hızlandırmaya karar verdi ve Japonya, topraklarında Amerikan nükleer füzelerini karşılamaya hazırlanıyor.

‘Faşizm’, ‘piyasa ekonomisi’ için her zaman bir seçenektir. Neo-liberalizmin kurucularından biri, gözlerimizin önünde şekillenmekte olan gerçeği 1929 tarihli bir makalesinin başlığında özetlemişti: “Demokrasinin sınırları içinde diktatörlük”.

Ekonomi ve siyaset, kendi çıkmazlarını kıramadıkları için, kendilerini bir asır öncesinin çarelerine emanet ediyor.

Putin neden Ukrayna’yı işgal etti?

Savaş Amerika Birleşik Devletleri’nin kabul etmek istemediği (sözde yokmuş böyle bir şey!) ekonomik savaşlarla harap olmuş bu çok kutuplu çerçevede patlak vermiştir. (ABD) Çin, Hindistan ve hatta Rusya tarafından talep edilen yeni bir dünya düzenini kabul edemiyor, çünkü bu düzenle rekabet edemeyecek ve her halükârda ölçüsüz kapitalizm uzlaşmaya ve regülasyona izin vermiyor. Aksine, büyük karlar ve sınırsız borç kombinasyonuyla hareket eden Amerikalılar, kaosu siyasi bir strateji olarak geliştirerek bunu akla gelebilecek tüm yollarla engelliyorlar.

Amerikalıların savaşı ve kaosu sürdürmekte her türlü çıkarı vardır çünkü ancak kaos içinde askeri üstünlükleri, ekonomilerinin artık sağlayamadığı bir üstünlüğü onlara temin edebilir. Atlantik Paktı ile Rusya arasındaki çatışma bu stratejinin klasik bir örneğidir. Ruslar kendileri ile NATO arasında bir karantina kordonu oluşturmayı, Amerikalılar ise Rusya üzerinden Çin’i boyunduruk altına almayı hedeflemektedir. Çin ve Hindistan BM’de Rusya’ya karşı oy kullanmayı reddetti çünkü tehlikenin ve Batılı ‘demokrasilerin’ bir sonraki hedefi olma riskinin farkındaydılar.

Atlantik Paktı ile Rusya arasındaki çatışma bu stratejinin klasik bir örneğidir. SSCB’nin çöküşünü izleyen otuz yıl içinde çatışmaya yol açan gerilimi tasvir etmeleri için sözü büyükelçilere ve askeri yetkililere bırakıyorum.

SSCB’nin çöküşünden yakın geçmişe kadar (yazılan) “gizli” diplomatik belgeleri okuyan bir İtalyan büyükelçi şöyle yazıyor: ‘’ Gizliliği kaldırılan Amerikan, Alman, İngiliz ve Fransız belgelerinde Kremlin liderlerinin Batı’dan (François Mitterrand, Giulio Andreotti, Margaret Thatcher ve bizzat Helmut Kohl) çeşitli teminatlar aldıkları açıkça görülmektedir. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın ifadesiyle, NATO doğuya doğru bir milim dahi ilerlemeyecekti. Baker, Sovyet çıkarlarını tehlikeye atmak gibi bir niyeti olmadığını söyledi ve Atlantik Paktı’nın taviz vermeyeceğini yalnızca bir değil üç kez teyit etti… Bu Gorbaçov ve Şevardnadze’ye de söylendi ve Rusya Savunma Bakanı Mareşal Yazov, Thatcher’ın halefi John Major’a bazı Avrupa ülkelerinin NATO’ya katılabileceğini düşünüp düşünmediğini sorduğunda, kendisine böyle bir şeyin olamayacağı söylendi.’’

2003 yılında, ABD’nin “baş düşmanına” karşı intikam almak için binlerce insanın ölümüne neden olan İkinci Körfez Savaşı gibi felaket bir tercih, Batılıların vaatleriyle çelişen ikinci bir tercihi beraberinde getirdi. Kuzey ülkelerinin hiçbiri Irak’ta bu beyhude maceraya girmek istemedi. Yalnızca bazı eski Varşova Paktı ülkeleri asker göndermiştir. Çöl Fırtınası Harekatı’na katılımlarının bir ödülü olarak ABD onları derhal NATO’ya aldı.

2007 yılında Putin, yeni bir dünya düzeninin oluşturulması konusuna eğilinmesini istemişti. Bu elbette onun için iç politikasını özgürce yürütme imkanı anlamına geliyordu (azınlıkların ezilmesi- Çeçenistan’ın yok edilmesi gibi -, muhalefetin dağıtılması, medyanın kontrolü, güç ve zenginliğin oligarklar arasında paylaştırılması, muhaliflerin fiziksel olarak ortadan kaldırılması, vb), ama aynı zamanda yeni güç dengesini tanımak anlamına da geliyordu.

Ruslar ancak 2008 yılında, NATO, Gürcistan ve Ukrayna’yı Atlantik İttifakı’na dahil etmek istediğinde gerçekten alarma geçti. Aynı yıldan bahsetmekte fayda var çünkü o yıl, oyundaki güçler arasındaki ilişkiler üzerinde çok önemli etkilere sahip olacak. 2008 yılı, yine ABD’den kaynaklanan, paniği tüm dünyaya yayacak ve güçler arasındaki gerilimin yoğunlaşmasını belirleyecek bir başka felaketin yılıdır: 1929’dan bu yana yaşanan en önemli mali kriz. Komünizme karşı zafer kazanan ekonomi kaosuna kaos, düzensizliğine düzensizlik ekliyordu.

2014 yılında NATO ve Avrupa, Doğu’ya doğru genişlemeyi sürdürmek ve bölgeyi askerlendirmek amacıyla Ukrayna’daki darbeyi destekledi ve tanıdı (o zamandan beri Ukrayna’yı silahlandırıyorlar). Amerika Birleşik Devletleri yenilmez bir darbe uzmanıdır. 1947 ve 1989 yılları arasında, en önemlileri Latin Amerika’yı etkileyenler olmak üzere, yetmiş tanesini doğrudan ya da dolaylı olarak organize etmiştir. Şimdi de Brezilya’da PT’ye (Partido dos Trabalhadores – İşçi Partisi) karşı düzenlenen ve Bolsonaro’ya kapıları açan darbe gibi, dikkat çekici bir şekilde ABD Adalet Bakanlığı tarafından organize edilen yeni konfigürasyonları deniyorlar.

Bugünlerde sosyal medyada, İtalyan televizyonunda (RaiNews) İtalyan bir askerin NATO stratejisi üzerine söylediği çok önemli sözlerin bir özeti dolaşıyor. İtalyan hava kuvvetlerinin eski genelkurmay başkanı ve Kosova’daki savaşta görev almış olan Leonardo Tricarico (Ukrayna, 1945’ten bu yana Avrupa’da yaşanan ilk savaş değil), Putin’in savaş suçlarından yargılanması çağrısında bulunurken, medyamızın ve siyasetçilerimizin sahip olmadığı bir berraklığa sahip:

– NATO Genel Sekreteri müttefiklerine danışmadan “çok fazla konuşuyor”

– NATO, ABD’nin bakış açısını temsil eder ve onunla özdeşleşir.

– NATO, Akdeniz’le daha çok ilgilenen İtalya’yı dinlemiyor ve doğuya doğru genişleme saplantısıyla Rusya karşıtı bir histeriye kapılmış durumda

– NATO, Rusya karşıtı Baltık ülkelerinin tüm taleplerine boyun eğmeyi tercih etti

– NATO, Ukrayna’ya garanti edemeyeceği bir koruma vaat ederek Atlantik İttifakı’na girme sözü verdi

‘’ Ateşin üzerine yağ döktük ve sonuç bu oldu ’’

Putin, güçler arasındaki ilişkileri yöneten ” delice ” mantığa (bu hikayedeki tek ” deli ” o değil) göre tepki verdi. Uykucu Joe bir şekerlemesinden ötekine geçerken 3. Dünya Savaşı’ndan bahsediyor; Putin nükleer silahlardan sorumlu orduyu alarma geçiriyor; NATO yetkilileri sanki hiçbir şey olmamış gibi konvansiyonel olmayan silahların kullanılacağı bir çatışma ihtimalinden bahsediyor. Bu hezeyanı görüntülere dökmek için başka bir Kubrick gerekirdi. Ek bir ıstırapla, çünkü bu dramın çağdaş aktörleri kesinlikle daha tehlikelidir!

İnsan sadece Ukrayna’da bombardıman altında ölen ve küresel pazarın gelecekteki işleyişini belirlemek için büyük ve kirli oynayan iki sinik arasında kalan masum insanların yanında durabilir. Ruslar, Romanya ve Polonya’ya yerleştirilen ve Ukrayna’ya yerleştirilecek olan nükleer füzelerle kendini gösteren Amerikan hegemonik iradesine boyun eğmek istemezken, ABD’nin kaos stratejisi oldukça “rasyonel”: Afganistan’daki sayısız fiyaskodan sonra toparlanmak; Rusya’yı izole etmek (daha sonra Çin’i izole etmek için) ve böylece iki eski komünist güç arasındaki gebelik halindeki İttifakı bozmak; Avrupalıları yeniden arkalarında toplamak ve NATO aracılığıyla “dış politikalarını” dikte etmeye devam etmek.

Batılılar kendilerini tehdit eden bir çöküşten kurtulduklarını düşünüyorlar.

Bu savaşın arka planını oluşturan ABD ve Rusya arasındaki çatışma, demokrasi ve otokrasi arasında değil, başta rantiye oligarşileri olmaları olmak üzere pek çok açıdan birbirine benzeyen ekonomik oligarşiler arasındadır.

“ABD ekonomi ve dış politikasını Cumhuriyetçiler ve Demokratların politikalarından ziyade askeri-endüstriyel kompleksi, petrol, gaz ve madencilik kompleksi ile bankacılık, finans ve emlak kompleksi açısından düşünmek daha gerçekçidir. Kilit senatörler ve kongre temsilcileri, eyaletlerini ve bölgelerini değil, siyasi kampanyalarına en çok katkıda bulunanların ekonomik ve mali çıkarlarını temsil etmektedirler ‘’(Michael Hudson). Bu üç rantiye tekelinden askeri-endüstriyel ve petrol/gaz tekelleri savaşa yol açan stratejiye büyük katkıda bulunmuştur. Birincisi NATO’nun en büyük tedarikçisi, ikincisi ise Avrupa’nın ana gaz tedarikçisi olarak Rusya’nın yerini almak ve nihayetinde Gazprom’u ele geçirmek istiyor.

Lenin, savaş ve devrim

Çatışmanın muhtemel çözümü için (Ukrayna’yı Doğu’nun ya da Batı’nın bir avı haline getirmekten kaçınmak, Finlandiya’nınkine benzer bir statü vermek vb.) önerilerde bulunmanın bir anlamı yoktur. Keza bu stratejik oyuna girebilsek bile ilgilenmiyoruz ve her halükârda bizim sorunumuz tamamen farklı; (bizim ilgilenmemiz gereken) yıllardır önümüzde duran ve yüzleşmeye cesaret edemediğimiz dehşet verici bir çerçevede siyasi bir pozisyon bulmak için bir tartışma başlatmaktır. Çünkü Ukrayna’daki savaş, savaşı ve savaşları önümüzdeki birkaç yılın gündelik yaşamı haline getirme olasılığını taşıyor.

Savaşa ilişkin (alınan) en net pozisyon hala başlangıçta bahsedilen devrimci sosyalistlerin Birinci Dünya Savaşı sırasındaki pozisyonudur. İçinde bulunduğumuz durum Bolşeviklerin 1914’te yaşadıklarına çok benziyor: dünyanın gücünün ve zenginliğinin paylaşımı için ekonomik-politik güçler arasındaki savaş (Lenin o zamanlar buna “kölelerin paylaşımı” demişti!), iktidar ve çıkar için her şeyi yapmaya hazır suçluların liderliği (bugünün Biden ve Putin’i) ve sosyal-demokrat partilerin ihanetiyle dağılmış büyük bir muhalefetin zayıflığı (bugün muhalefet diye bir şey yok).

Sosyalist partiler savaş kredilerine verdikleri oylarla kimi devletlerin yanında yer almış ve böylece Batı’da devrimin imkansızlığını ve işçi hareketinin devlet-sermaye makinesiyle bütünleşmesinin başlangıcına karar vermişlerdi. Dolayısıyla kaçınılması gereken ilk şey, zamanın sosyalistlerinin davranışlarını yeniden üretmektir, yani (burada kastettiğimiz şey) güçlerden birinin yanında yer almak, kendini savaşan devletlerden birinin mantığına entegre etmek ve kendi çıkarlarını şu ya da bu gücün çıkarlarıyla karıştırmaktır, çünkü hem Biden hem de Putin “proletaryanın düşmanlarıdır”.

Lenin, emperyalist savaşın başında sonunda başarılı olduğu kanıtlanan ilkesini ortaya koymuştu: (bu ilke) emperyalist savaşı devrimci bir savaşa dönüştürmek, askerleri cephenin diğer tarafındaki proleterleri hedef almaya değil, silahlarını kendi subaylarına, devletlerine ve sermaye sahiplerine çevirmeye davet etmektir.

Durum derinden değişti, ancak 20. yüzyılın ilk yarısındaki devrimcilerin pozisyonu hala güncellenmesi gereken bazı gerçekleri barındırıyor: silahlarımızı savaş makinesine karşı çevirme imkânımız olmasa bile, “tüm ülkelerin” proleterleri arasında dolaşabilecek yeni bir enternasyonalist bakış açısı icat etmek. Emperyalizmi yıkmaktan, bizi yönetenleri tahtlarından indirmekten, siyasi ve özerk örgütler inşa etmekten başka alternatif yoktur.

Bizi şaşırtması gereken şey, bugün bu sloganların görünürdeki gerçek dışılığı değil, eleştirel düşüncenin elli yıldır “savaş” ve “devrim” ile yüzleşmekten özenle kaçınmış olmasıdır. Savaş kapılarımızı çalarken (Éric Alliez ile), bizi Guerres et Capital’i (Savaşlar ve Kapital) yayınlamaya iten bu şaşkınlıktı, keza devrim üzerine yazdığım son kitabın (L’intolérable du présent, l’urgence de la révolution – Şimdiki zamanın çekilmezliği, devrimin aciliyeti) kökeninde de çağdaş siyasi düşüncenin sorumsuzluğu karşısında duyduğumuz aynı şaşkınlık yatıyor.

Savaşlar ve devrimler, eleştirel düşüncenin nesneleri oldukları inkâr edilse de, büyük siyasi sekansların başlangıcını ve sonunu belirlemeye devam etmektedir. Savaş da en az üretim, emek, ırkçılık ve cinsiyetçilik kadar sermaye-devlet makinesinin bir parçasıdır. Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, tüm bu unsurlar ayrılmaz bir şekilde bütünleşmiştir ve bir bütün olarak birlikte işlev görmektedir. Ve tıpkı bir asır önce olduğu gibi, şu anda yaşadıklarımıza benzer durumlara yol açacaklardır.

“Partizan savaşını” örgütleyen ve hayata geçiren 20. yüzyılın ilk yarısının Marksizminin, kavramlarının ve ilkelerinin büyük bir kısmı bugün eskimiş ve uygulanamaz hale gelmiş olsa da hala aktaracak bir şeyleri vardır. Savaşa ve kapitalizme karşı çıkan stratejik düşüncesi tamamen göz ardı edilmiştir, ancak eğer kişi onu zamana göre yeniden sınıflandırma kapasitesine sahipse bu düşünce ve eylem için bir yönelim oluşturabilir.

Post-yapısalcılık, yapısöküm, biyopolitika, Spinozacılık, ekolojik düşünce, feminist teoriler, mikropolitika ve iktidarın mikrofiziği vb, yani, 1960’lardan itibaren sınıf mücadelesine bir alternatif inşa etmeye çalışmak için üretilen tüm çaba (ve hala bulunmadı!), stratejik bir savaş ve devrim düşüncesine eklemlenmediği takdirde, iktidarsızlık riskiyle karşı karşıyadır; çünkü savaşlar ve devrimler her zaman ve ne yazık ki hala kapitalizmin ve devletlerinin eylemlerinin “doğal” çıkış noktalarıdır.

Çağdaş devlet-sermaye makinesi düzeyinde stratejik bir düşünce yeniden keşfedilmeden, alternatifler kasvetli (görünüyor): nükleer savaşla yıkım (hatta konvansiyonel bir savaş bile büyük ölçüde yeterli olabilir, 2021’de devletler silahlanmaya 2000 milyardan biraz fazla harcadı, bunun yarısı, Çin ve Rusya’nın çok ilerisinde, ABD ve Avrupa Birliği tarafından, harcandı – son yirmi yılda silahlanma harcamaları iki katına çıktı) küresel ısınma nedeniyle zaman içinde seyreltilmiş yıkım, Marx’ın Komünist Manifesto’da öngördüğü gibi, mücadele halindeki sınıfların çöküşü. Kapitalizmin, devletlerin ve çağdaş siyasi hareketlerin yeni eylem koşullarında, tekrar ediyorum, savaşı ve devrimi gerçekçilikle ifade edebilecek bir düşünceden yoksun oldukları için, bizi bekleyen şey tam da budur.

[1] https://ici-et-ailleurs.org/contributions/actualite/article/la-guerre-en-ukraine
[2] Fransızca orijinal metinde de İngilizce olarak losers kelimesi kullanılmıştır, Türkçeleştirmek için kaybedenler/mağluplar kelimesini kullanabiliriz.
[3] Fransızca’da ‘’Bırakınız yapsınlar’’ anlamına gelen liberal söylem. Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabında da geçen bu ifade, uzun süre liberal ekonomi-politiğin güçlü söylemlerinden biri olmuştur.
[4] 17. yüzyılda Fransızca ’ya girdiği düşünülen bu deyim, söndürmek amacıyla üzerine yağ döküldüğünde ateşin anında güçlenmesine dair bir imgedir. Bir durumu, bir gerilimi, bir düşmanlığı ağırlaştırmak anlamında kullanılır.

Paylaş:
Default image
Abdullah Kaan Doğanok
Galatasaray Üniversitesi - Felsefe / Sosyoloji