Ukrayna’daki Savaş

Ukrayna’daki Savaş

Çeviri notu : Bu yazı Maurizio Lazzarato tarafından 20 Haziran 2022 Salı günü ici-et-ailleurs.org web sitesi üzerinden paylaşıldı [1]. Yazının uzunluğu sebebiyle metin iki parça şeklinde çevrilmiş ve paylaşılacaktır.

“Felaket, son evresinde olan sermayenin hayati unsuru ve olağan varoluş biçimidir.”
Rosa Luxemburg (1913)

“Savaşa hayır”, “Barış”, “Ne Putin ile ne de Biden ile” gibi düzenin söylemleri/sloganları, güçlerini “Putin’e de Biden’a da karşıyız” gibi bir söylemde bulmadıkları sürece zayıf ve güçsüz görünmektedir. Savaş karşıtlığı, “dünya pazarını” paylaşmak için mücadele eden ve tahakküm altına almak için, sömürmek için ve kendi çıkarı için savaşın örgütlenmesinde eşit derecede seferber olan farklı kapitalizm ve egemenlik biçimlerine karşı amansız bir mücadeleye dayanmalıdır.
Enternasyonal sosyalistlerin 1915’te Zimmerwald konferansındaki çağrısı bize gayet basit, ama fiilen unutulmuş bir gerçeği hatırlatıyor. Savaş, “her ulusun sermaye sınıflarının insan emeğini ve Evrenin doğal zenginliklerini sömürerek yaşama isteğinin sonucudur” — yani asıl düşman öyle ya da böyle kendi ülkemizdedir.

Şaşırdık, kafamız karıştı, sanki bu savaş bozulan barışın durgun gökyüzünde bir şimşek gibi çakacak bir yeni bir şeymiş gibi. Oysaki Amerikan Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı’nın tarihin sonunu ilan etmesinden bu yana (1989), Sam Amca’nın, Pentagon’un ve Amerikan Ordusu’nun teveccühü altında barış ve refah, halkların kardeşliği için olağanüstü bir dizi insani misyona girişti:

Panama 1989
Irak 1991
Kuveyt 1991
Somali 1993
Bosna 1994- 1995
Sudan 1998
Afganistan 1999
Yemen 2002
Irak 1991- 2003
Irak 2003- 2015
Afganistan 2001- 2015/2021
Pakistan 2007- 2015
Somali 2007 / 8, 2011
Yemen 2009- 2011
Libya 2011, 2015
Suriye 2014 – 2015

Böylesi bir başarı listesiyle rekabet etmeksizin, Çeçenistan’dan ve (Batı’nın suç ortaklığıyla) insanlığın baş düşmanı olarak terörizmin filtresinden geçirilen imha savaşından sonra, Suriye Baharının tüm izlerini yok etmek ve Esad rejimini kurtarmak için görevi devralan ve kendi etki alanında (Gürcistan, Moldova, Ukrayna…) “özel askeri operasyonlar” yürüten de Rusya’dır.

Ancak kuvvetler arasındaki savaşlar, her devletin kendi adına yürüttüğü sınıf savaşları, ırk savaşları ve kadınlara hakları için savaşlar olmadan asla devam etmez. İşin aslı, çağdaş siyasi hareketler, savaş ve devrim sorunlarını siyasi tartışma ve eylemin merkezine yerleştiren gelenekten tamamen kopmuş durumdalar. Öyle ki, karşı devrimin en büyük zaferinin, bizi bu sorunların sonsuza dek bittiğine inandırmak olup olmadığı merak uyandırabilir; oysaki Kapitalizm ve Devlet hüküm sürdüğü müddetçe bu sorunlar hala güncelliğini koruyacaktır.

Buraya nasıl geldik?

Mevcut savaşı anlamak için Berlin Duvarı’nın yıkılışına geri dönmemiz ve o dönemde 20. yüzyıl devrimlerinin analiz edilmemesinden ötürü tam olarak kavranamayan stratejik değişiklikleri açıklamamız gereklidir.

Batılılar dünya barışı için en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır çünkü kendilerini tehdit eden çifte çöküşün, yani Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Avrupa’nın çöküşünün ve 1960’ların sonundan itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin çöküşünün, farkındalar. Sürekli olarak siyasi ve ekonomik kargaşa çıkarıyorlar, kaos ve savaş saçıyorlar, çünkü Sovyetler Birliği’nin çöküşünün açtığı yeni siyasi evre konusunda büyük bir yanılgıya düştüler.

Batılılar (ve özellikle de Amerikan hükümetleri, tüm endüstriyel ve mali kurumlarıyla, Pentagon’un silahlı bürokrasisi, vs. ile, devam eden bir iç savaşla bölünmüş Amerikan halkının aksine!) zafer kazandıklarına ikna olmuşlardı, oysa aslında Sovyetlerden farklı bir şekilde de olsa kaybetmişlerdi. Bu çok önemli bir noktadır ve Ukrayna’da savaşa yol açan ve kesinlikle son olmayacak olan NATO’nun Rusya’ya doğru genişlemesi de dahil olmak üzere son otuz yılda yaptıkları tüm kötü seçimlerin nedenlerini açıklamaktadır.

Gazeteci Alberto Negri geçenlerde şöyle yazmıştı: “1997’den beri Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasının mimarı George Kennan tarafından ikaz ediliyordu: NATO’nun genişlemesi, Amerika Birleşik Devletleri’nin Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana yaptığı en ciddi hatadır. (Bu hamle) Rusya’nın politikasını bizim istediğimizin tam tersi bir yöne itecektir.”

Amerikalıların neden bizi doğrudan felakete sürükleyen feci seçimler yapmaya devam ettiklerini anlamak için yirminci yüzyıla bakmalıyız, çünkü bu yüzyıl ne “kısa” (Hobsbawn)[2] ne de “uzun” (Arrighi)[3] bir yüzyıldı, ama en önemlisi, şu anki durumumuzu şekillendirenler, Güney’de gerçekleşen devrimler ve karşı devrimler yüzyılı idi.

Batılılar için piyasa ekonomisi ve demokrasi 20. yüzyılın “uygarlık” savaşını kazanmıştı. Geriye kalan tek şey, “neo-liberalizmi” ve insan haklarını tüm dünyaya dayatarak bu zaferden istifade etmekti.

Aslında 20. yüzyıl “Batı’ya karşı isyan” yüzyılıdır, onun emperyalizmine karşı savaşlar yüzyılıdır, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da devam eden küresel (ve sadece Avrupa’da değil) iç savaşlar yüzyılıdır. Günümüzdeki durumu anlamak için başlangıç noktası tam olarak da budur.

Doğu/Batı çatışmasına odaklanan Batılılar, sömürgecilik karşıtı savaşların bir yüzyıldan kısa bir süre içinde Kuzey ve Güney arasındaki güç dengesini tersine çevirdiğini kavrayamadılar. “Ezilen halklar”, 1492’den bu yana kapitalizmin işleyişini yöneten merkez ve periferi arasındaki ekonomik ve siyasi bölünmeyi hedef almışlardı. Avrupa’nın gücü, dünya proletaryasının Kuzey’de soyut emek sağlayan işçiler, Güney’de proleterler, köylüler, kadınlar, köleler, serfler gibi değersizleştirilmiş, karşılıksız olarak, çok düşük ücretlerle çalıştırılan emekçiler ve dünyanın her yerinde karşılıksız ev emeği sağlayan emekçiler olarak bölünmesine dayanıyordu.

Bolşevik devriminin en büyük yeniliği/icadı, “ezilen halkların” devriminin önünü açmasıydı. Bu durum, güç dengesini sonsuza dek değiştirecekti. Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Güney’e (o zamanların “Üçüncü Dünya”sına) karşı acımasız bir siyasi ve ekonomik savaş yürütmüştü.

Zira, küresel devrimi geriletmeyi başardılar ama devrim, dünya pazarının örgütlenmesinde ve emperyalizmden kurtulan toplumlarda öylesine köklü değişiklikler yarattı ki, komünist ya da sosyalist hedeften vazgeçmiş olsalar bile sömürgecilik karşıtı devrimler, çağdaş siyasi gücün dağılımından ve kapitalizmin merkezlerinin Kuzey’den Güney’e ve Doğu’ya kaymasından doğrudan sorumludurlar.

Büyük yenilik, dijital devrimde, bilişsel kapitalizmde, biyopolitikada, biyoekonomide vs. değil (tüm bu kavramlar dar görüşlü Avrupa-merkezci bir bakış açısını yansıtmaktadır), ekonomik ve siyasi güçler arasındaki ilişkide meydana gelen bu dönüşümde yatmaktadır.

Kapitalizmin yeniden yapılandırılması özellikle Kuzey’de değil, giderek daha açık hale geldiği üzere küresel Güney’de gerçekleşmiştir.

Giovanni Arrighi’ye göre, yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki antagonizmanın merkezinde, “Amerikan hükümetinin Üçüncü Dünya ülkelerinde komünizm ve milliyetçilik tarafından temsil edilen çifte meydan okuma cephesini güç kullanarak kontrol altına almaya çalıştığı güç mücadelesinden başka bir şey yoktur”.

Operaistler /emekçiden-yanalar [4] arasında 20. yüzyılın devrimlerini anlayan tek kişidir ve doların çevrilemezliğinin ilan edilmesiyle (1971) başlayan parasal karşı devrimin, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en önemli sömürgecilik karşıtı savaşına, emperyalizme karşı tüm Güney ülkelerine genel seferberlik sinyali veren savaşa doğrudan bir yanıt olduğunu göstermektedir. Fanon, hala Fransız işgali altındaki Cezayir’den “Diên Ben Phu’da yapılan gibi yapmalıyız” şeklinde sesleniyordu.

Avrupalı Marksistler kapitalist yeniden örgütlenmeyi yalnızca sermaye-emek mücadelesine ve kapitalistler arasındaki rekabete bağlarken, Arrighi 1960’ların/70’lerin başındaki Amerikan politikalarının “ABD’nin Üçüncü Dünya’da yürüttüğü egemenlik mücadelesini finansal sınırlamalardan kurtarmayı” amaçladığını ileri sürmektedir.

Viet-Kong’a karşı Amerikanlar öncülüğünde yürütülen savaşın maliyetleri (iç ve dış) “sadece kârların azalmasına katkıda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda Bretton Woods’ta kurulan sabit döviz kuru sisteminin çökmesinin ve bunun sonucunda ABD dolarının sert bir şekilde değer kaybetmesinin de en temel nedeni olmuştur”.

Bir koloni, Manchester fabrikası kadar “modern”dir; Detroit ya da Torino kadar değer zincirinin bir parçasıdır ve devrimci öznelleşme için en elverişli yer olduğunu kanıtlayarak merkezi periferiden krize sokacaktır.

“Altın/dolar paritesinin likidasyonunda olduğu gibi, 1979-82’deki monetarist/parasalcı karşı devrimin arkasındaki ana itici güç dünyanın üç büyük ekonomisinin sermayedarları arasındaki rekabet değil, Güney’deki savaşlar ve devrimlerdi.”

Güney’e karşı devreye sokulan parasal silahın Kuzey’deki sınıf mücadeleleri üzerinde çok ağır yansımaları oldu. “Ancak en güçlü uyaran, karlılık krizinden değil, ABD’nin Üçüncü Dünya’daki çözülmemiş hegemonya krizinden geldi.” Kuzey ve Güney arasında 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın sonu arasındaki farklar “emek ve sermaye arasındaki ilişkilerden daha önemlidir”.

Ancak yüzyılın ilk yarısında Doğu’da ve Güney’de önemli gelişmeler yaşandı, çünkü zaferleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra teyit edilecek olan devrimlerin örgütlenmesi, “Büyük Savaş”ın katliamlarından sonra devreye sokuldu ve hızlandırıldı.

Yüzyıllar süren sömürgeciliği altüst eden bu mücadelelerin merkezinde komünistler kilit bir rol oynadı, çünkü Clausewitz’in “küçük savaşını” devrimci bir savaşa, bir “partizan savaşına” dönüştürdüler. (Ki bu) dünyayı değiştirmek isteyenler tarafından maruz bırakıldığı unutulmayla kıyaslanabilecek önemde, “dünya pazarında” şu anda yaşadığımıza benzer bir değişimi belirleyecek ve bunu açıklayacak stratejik bir buluştur.

Büyük muhafazakâr Carl Schmitt (zamanında Nazi olan ve halen anti-komünist olan), sömürgecilik karşıtı devrimlerin açığa çıkardığı muazzam enerji ve siyasi gücü fark etme meziyetine sahipken, onu İtalyan soluyla tanıştıran Mario Tronti gibi emekçiden-yana hayranları bu “köylü” devrimlerini tahammül edilemez bir şekilde hor görmektedir.

Kızıl Ordu ya da Halk Ordusu tarafından yürütülen daha klasik savaş biçimleriyle eklemlenmiş partizan savaşında örgütlenen “sınıf mücadelesinin çarpıklığı”, “yalnızca bir hattı değil, tam tersine, siyasi ve toplumsal düzenin tüm yapısını sorgulanır hale getirir (…. ) Lenin tarafından kurulan felsefenin ve partizanlığın ittifakı, (…) Napolyon’un kurtarmayı umduğu, Viyana Kongresi’nin restore etmeyi umduğu tüm Avrupa-merkezci tarihsel dünyanın parçalanmasından başka bir şeye yol açmadı.”

Clausewitz gibi uzman bir subay “partizanı doğuramazdı (…), sadece Lenin gibi usta bir devrimci doğurabilirdi. Ancak Rus Bolşevizminin partizanı, sosyolojik açıdan- yani somut gerçekliği açısından- Çinli partizanla karşılaştırıldığında oldukça azdır. Mao’nun kendisi, partizanlardan oluşan ordusunu ve partizanlardan oluşan elit tabakasını kurdu”.

Carl Schmitt, 1969 yılında bir Maocu (Joachim Schickel) ile yaptığı görüşmede, mücadelenin küresel boyutunu ortaya çıkaranın partizan savaşı olduğunu savunur: “partizan sorunu sadece uluslararası bir sorun değil, küresel bir sorundu” (diye ekler).

Ve 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilan edilmesinin ardından, Diên Biên Phu’yu, Cezayir’i, Castro’yu vb. unutmadan (196’da Hannah Arendt ile aynı dönemde “dünya iç savaşı” olarak tanımladığı şekilde) “sonunda dünya barışına kavuştuğumuzu düşündük ve bir yıldan kısa bir süre sonra Kore başladı” diye ekliyor.

Raymond Aron, Schmitt’e “partizan sorununun yoksulların sorunu olduğunu” ve sanayileşmemiş, teknolojik ve örgütsel olarak geri kalmış halkları da ekleyebileceğimizi yazdığı için Tronti tarzı emekçiden-yanalar aynı Avrupa-merkezci önyargıya düştü. (Ki bu) Batılı Marksistlerle paylaştığı bir önyargı (nın ta kendisidir).

Partizan Savaşını hatırlatmak sadece tarihsel bir anma değildir, çünkü diğer “yoksul halklar” ve siyasi güçler tarafından yönlendirilerek devam edecek ve sosyalizmin yenilgisinden sonra emperyalistleri yenmeyi başaracaktır.

Global pazarda yeni güç dağılımı

Soğuk Savaş’ın sonunda bu devrimci güç, egemen devlet tarafından kontrol edilen ve yönlendirilen, en çarpıcı örneği Çin olan neo-kapitalist bir üretici güce dönüştü ve kısa sürede hâkim (güç) oldu. Kültür Devrimi’nin sona ermesinin ardından reformist “Marksistler” devrimci makinenin muazzam enerjisini emeğe, bilime ve teknolojiye dönüştürdüler.

“Devlet kapitalizmi” (Çincede “piyasa sosyalizmi”) biçiminde de olsa, Kuzey ve Güney arasında jeopolitik bir tersine dönüş yaşanmaktadır; bu da ABD’nin başını çektiği tüm sömürgeci savaşların (Irak, Libya, Suriye, Afganistan, vb.) başarısızlığı ve sömürgeciliğin kurtuluş mücadelelerinin çocuğu olan öznelliklerin Kuzey’e doğru karşı konulmaz göç akımlarıyla kendini göstermektedir.

Devrimler (Hindistan’da olduğu gibi şiddet içeren ya da içermeyen) eski sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin merkezi bir rol oynadığı çok kutuplu bir dünya yaratmıştır- ki ABD bunu kabul edemez ve etmeyecektir. Ki ne dışarıda ne de içeride (devasa bir orduya rağmen) tek taraflı iradesini dayatacak ekonomik ve siyasi güce sahip olmamasına rağmen bir İmparatorluk olma hayalini kurmaya devam ediyor.

Soğuk Savaş’ın sonunda artık sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çatışma değil (dünya devrimi 1989’dan çok önce yenilmişti), dünya üzerinde ekonomik ve siyasi hegemonya için savaşan farklı kapitalizmler ve farklı hükümranlıklar vardır.

Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri kendisine ekonomik-devletçi [5] güçler arasındaki gerçek güç dengesine uymayan bir masal anlatmaktadır. “Kapitalizm” ve “devlet”, 20. yüzyıl devrimlerinin ezeli düşmanları, kazanmış gibi görünüyor, ancak kapitalizm ve devlet her yerde aynı değil ve her şeyden önce her yerde Amerikan kontrolü altında değiller (Avrupa’da olduğu gibi!). Aksine, tam da bir asırdan biraz daha uzun bir süre önce olduğu gibi, kapitalizmin komünizme karşı kazandığı bu zafer, her zaman savaşa dönüşmeye hazır bir rekabeti (neo-liberalizmin değil, “gerçek” rekabet!) beraberinde getirmiştir. 1914’tekinden farklı olarak nükleer olabilir ve ekolojik felaketi açıkça körükleyebilir.

ABD’nin hataları ve sorumlulukları çok büyüktür, tıpkı Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bu yana Avrupalıların korkaklığı, ürkekliği ve hizmetkârlığı gibi. İlk “hata”: SSCB ortadan kalktığında, tarihin sonunun bir işareti olarak sadece tek bir güç, ABD kalacaktır (gerçekte, bu işaret daha ziyade Amerikan hegemonyasının sonudur). İlginçtir ki Negri ve Hardt’ın “İmparatorluk” kitabı da düşmanlarıyla aynı “saflığa” kurban gitmiştir; zira devrimlerin dönüşümleri, Amerikan hegemonyasının tek taraflılığına boyun eğmesi imkânsız çok sayıda gücü bir araya getirmiştir. Uykusundan uyanan ABD, Çin’i ve onunla birlikte kendisine bağlı olmayan tüm devletleri (başta Rusya olmak üzere) baş düşman ilan edecektir.

İmparatorluk yanılsaması ile bağlantılı olan ve doğrudan ilkinden kaynaklanan ikinci bir yanılsama vardır. Komünizm yenildikten sonra yalnızca teröristler Amerikan hegemonyasına direnebilirler. İslamcı terörizm, ona karşı sonu gelmez bir savaşın yürütüleceği ana düşman olarak adlandırılıyor. Gerçekte terörizm, bizzat ABD ve Batı tarafından körüklenen, başka türlü tutarlı, sağlam ve tehditkâr eski sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin yükselişinin yalnızca bir epifenomeniydi.

Üçüncü hata: Pentagon ve ABD Ordusu siyasi konjonktür hakkında pek bir şey anlamıyordu, ayrıca yürüttükleri (ve kaybettikleri!) “partizan savaşlarından” da bir şey öğrenmemişlerdi, çünkü kendi iradelerine boyun eğdirmek istedikleri tüm “fakir halklar” tarafından sistematik olarak yenilmeye devam ediyorlardı. Post-sosyalizmin partizan savaşı, komünistler tarafından yürütülen savaşın proje ve organizasyonunun görkemine sahip olmasa bile, gezegendeki en güçlü askeri-tekno-politik girişimciyi yenmek için yeterliydi.

Benim üstü kapalı bir şekilde “hatalar” olarak adlandırdığım şeyi (gerçekte ABD için bir intihar stratejisi ve dünyanın geri kalanı için bir cinayet stratejisi), tekrarlamakta fayda var, 1989’dan bu yana on yedi savaş, milyonlarca ölüm, şehirlerin ve ülkelerin yıkımı, muazzam servetlerin ve doğal kaynakların tüketilmesi ve israf edilmesi ve zaten yeterince itibarsızlaştırılmış bir hukukun üstünlüğünün baltalanması sonucunu doğurdu.

[1] https://ici-et-ailleurs.org/contributions/actualite/article/la-guerre-en-ukraine
[2] Buradaki gönderme, Eric J. Hobsbawm’ın yazdığı Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı isimli kitabınadır.
[3] Buradaki gönderme, Giovanni Arrighi’nin Uzun Yirminci Yüzyıl isimli kitabınadır.
[4] Bu kavram, 1961 yılında sosyalist Raniero Panzieri tarafından kurulan Quaderni Rossi (Kırmızı Defterler) dergisi etrafında ortaya çıkan
muhalif bir Marksist İtalyan akımıdır. Terim İtalyanca işçi anlamına gelen operaio kelimesinden türetilmiştir. Türkçe karşılığı için de
Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Ansiklopedisi’nden faydalanarak emekçiden-yanalık kavramı seçilmiştir.
[5] Fransızca metinde geçen kelime économico-étatiques, ancak kelimenin bilinen ve kullanılan bir Türkçe karşılığı olmadığı için motamot
çevirdim.

Paylaş:
Default image
Abdullah Kaan Doğanok
Galatasaray Üniversitesi - Felsefe / Sosyoloji