İkiye katladığım gazetemi hayal kırıklığıyla karışık bir bezginlikle bıraktım son yudumu fincanın dibinde bekleyen kahvemin yanına.
İkiye katlanmış haliyle daha da dev, daha da çirkin, daha da iğrenç bir hal almıştı sanki o fotoğraf: Franco’nun orduları. El Minero Vizcaino* dünkü sayısında manşetten vermişti, kapkara kurşun gibi harflerle yazıyordu “Faşistler Madrid’e Yürüyor!” diye. Bunun cumhuriyetçi ittifaka bir darbe girişimi olduğunu anlatıyordu ayrıntılarında da. Saatime baktım, 12’ye geliyordu. “Kahretsin, bir an önce çıkmam gerek!” diye düşündüm.
Mutfaktan gelmeye niyeti olmayan Adria’ya seslendim, içtiğim kahvemin parasını tezgaha bıraktığımı söyledim. Adria çocukluk arkadaşımdı, beni severdi. “Akşam yine gel, konuşalım. Bana olan biteni anlat, ben bu işleri hiç anlamadım!” dedi.
Aslına bakarsanız olan biteni anlayan çok az kişi vardı, en azından şu an için. Bundan yıllar sonra bu içinde bulunduğumuz zamanları İspanya İç Savaşı olarak anacaklar, Adria’nın pastanesinde bıraktığım 17 Temmuz 1936 tarihli gazetede resmi bulunan o ordu ise kana doyana kadar yaklaşık 5000 insanın canına kıyacaktı. O anda ise Hitler destekli nasyonalistler henüz Madrid’i kuşatmak üzere idi. Bu kuşatma Mart 1939 sonuna kadar sürecek, cumhuriyetçi cephe sonunda düşene kadar nasyonalistlere karşı kitaplara konu olacak bir direniş gösterecekti. Şair Garcia Lorca’nın öldürülmeden hemen önce, yani o günden tam bir ay sonra haykırarak söylediği o şiirini aklına kazımıştı sanırım Madrid’i savunan herkes. Granada’dan Madrid’e uzanıyordu Lorca’nın kurşuna dizilirken havaya kaldırdığı kolu:
Özgür olmayan insan nedir?
Söyle bana, Marina.
Söyle seni nasıl sevebilirim.
Özgür olamazsam?
Sana kalbimi nasıl açabilirim.
Bu yürek benim değilse?
Yüzümü opera binasına doğru döndüm, ellerimi ceplerime alıp hızlı adımlarla yürümeye başladım. Elois’in evi opera binasına sarhoş bir adamın yürüyüşü gibi önce yaklaşıp sonra uzaklaşan Arrieta Caddesi’nin bir ara sokağındaydı. Eduard, Domenec ve Mendia ile orada buluşacaktık. Bir yandan kafamda konuşacaklarımızı kuruyorken dikkatimi sokaklardaki suskun gerginlik çekti. Bir şeyler mi olmuştu? Aslında olacakların ne olduğundan zaten haberdardım. Doğru soru, çoktan olup olmadıklarıydı.
Evin olduğu sokağa gelmek üzereydim. Köşeyi döner dönmez hızla koşan iki çocukla karşı karşıya geldim, çocuklardan biri bana çarpıp sendeledi ama yüzüme bile bakmadan kalkıp arkasına döndü, “Koş, bir an önce eve gitmemiz lazım, annem bizi öldürür yoksa!”. Devam ettim, apartmanın önüne geldiğimde camda Domenec ile göz göze geldik, belli ki beni bekliyorlardı. Ben başımla hafif bir selam verirken apartman kapısı açıldı, içeri girdim.
Eduard paniğe kapılmazdı mizacı gereği. Yine o temkinli ama coşkulu sesiyle konuşuyordu. “Arkadaşlar,” diyordu, “… yapmamız gerekeni biliyorsunuz. Biz gazeteciyiz, biz halkın yanındayız, bu faşist sürüsünün peşini bırakmayacağız. Hem cephede var olacağız hem haberlerimizle halkın sesi olacağız.”
Bu sırada Elois girdi odaya, göz altları mordu. Kafası böyle doluyken hiç uyuyamazdı. Dudağının kenarından hafifçe öptüm, o sırada kısık sesle sordu: “Duydun mu?”. Duymamış olmak mümkün müydü sahi? Bu sırada yarınki sayı için hazırladığı manşet haber karalamasını önüme uzattı Eduard “Mücadeleyi Bırakmayın!” yazıyordu en tepede. Franco’nun orduları Madrid’e ulaşmış. Bana uzattığı haber için bir fotoğraf çekmem gerekiyormuş. Sigaramı yakıp oturdum köşedeki boş tekli koltuğa. Ne yapacaktık şimdi? Fotoğrafı çekerdik, haberi yapardık, bir ağız dolusu da söverdik bu üstümüze yürüyen katil ordusuna. Peki ya sonra? Eduard’ın bile o paniğini göstermeyen duruşunun arkasında kararsızlığını sezebiliyordum. Ne yapacaktık?
Mendia uzanıp radyonun sesini açtı. Arkada bizden habersizce akmakta olan yayın birden odayı doldurdu. Dolores** konuşuyordu yine o tutkulu sesiyle. Bir zamanlar birlikte çalışmıştık, bizim gazetede yazmıştı La Pasionaria*** imzasıyla. İşte yine o yazıları yazan tutkuydu bu, tanıyordum. Kulak verdim, şöyle diyordu:
“Emekçiler! Çiftçiler! Antifaşistler! Vatanseverler! Ortak
özgürlüklerimiz ve halkın demokratik zaferlerini savunmak
için ayağa kalkın. İspanya halkı! Kadınlar! Silahınız yoksa bıçaklarınızla,
kızgın yağla savaşın! Ayakta ölmek diz çöküp yaşamaktan iyidir.
‘NO PASARAN’ (Geçemeyecekler)!”
Kimse bir şey söyleyemiyordu hala ama La Pasionara’yı dinledikçe gözlerimizde yavaş yavaş dolaşmaya başlayan kararlılık dalgasını fark edebiliyordum. Bu sırada Eduard önümden yavaşça aldı bana verdiği taslağı. Cebinden çıkardığı kalemiyle başlığın üstünü çizdi ve yenisini yazdı: “NO PASARAN!”.
Sigaramı söndürüp ayağa kalktım. Köşede duran fotoğraf makinesini alıp dışarı çıktım. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Sokağa da bu sessizlikle indim. Sahiden geçemeyecekler miydi? En azından Mart 1939’a kadar hayır. Ama esas önemli olan bu değildi, o zaman henüz farkında değildik, ama “no pasaran” ölmeyecekti. Mart 1939’dan sonra bile dünyanın hangi köşesinde bir halk dirense, “no pasaran” ruhuna bir selam çakacaktı.
*Cumhuriyetçilerin yanında yer alan madenci gazetesi.
**İspanya İç Savaşı’nda cumhuriyetçilerin liderlerinden Dolores Ibarrura.
***Tutku çiçeği
05/10/1936.- Cartel con el conocido lema del “No pasarán” colocado en la calle de Toledo, cerca de la Plaza Mayor.
https://www.eldiario.es/tribunaabierta/pasaran_6_760883914.html