Rahi’den Zebercet’e: Siyasi Otoritenin Bireysel İzdüşümü

Ken Baynes, Toplumda Sanat adlı eserinde ”İnsan toplumsal bir hayvandır, toplumdan soyutlanmış bir insan düşünmek olanaksızdır.” der (1). Doğduğumuz andan itibaren (toplumun en küçük yapı taşı olan aile olarak kabul edersek) kendimizi toplumun içinde buluruz. Fakat bireysel tercihler ya da toplumdaki diğer bireylerin farklı davranışları sebebiyle kişi, yaşadığı topluma yabancılaşabilir. Selma Baş, topluma yabancılaşmayı bireyin birtakım sebeplerle toplumun dışına itilmesi yahut bireyin kendini toplumun dışında hissetmesi şeklinde tanımlar (2). Yaşadığı topluma yabancılaşsa bile Baynes’in ifade ettiği gibi bireyin kendini diğer insanlardan soyutlayarak yaşamına devam etmesi mümkün değildir. İşte burada yabancılaşan bireyin toplumla çatışması ve açmazları ortaya çıkar. ”Kör Baykuş” ve ”Anayurt Oteli” romanlarında hikayeleri işlenen karakterler de bu şekilde topluma yabancılaşmış bireylerdir.

Tabii bu iki romanın yazıldıkları dönemlerin, romanların atmosferine ve romandaki karakterlere yansımamış olması düşünülemez. Bunun da ötesinde bu iki roman, ortaya konuldukları dönemleri okumak için bize önemli ayna da tutmuşlardır. Kısaca hatırlatmak gerekirse Sadık Hidayet, Kör Baykuş’u Şah Rıza iktidarındaki militarist ve milliyetçi bir atmosferde yazarken, Yusuf Atılgan ise Anayurt Oteli’ni 1980 darbesine ön ayak olan 70’li yıllarda askeri vesayetin ağırlığını hissettirdiği ve 12 Mart 1971’de okunan muhtıranın gölgesinde yazmıştır. Bu iki dönem birbirinden yer yer farklı gözükse de bireyler üzerinde yarattığı baskı ve dinamikler tıpatıp aynıdır. Özellikle bu iki romanın baş karakterleri üzerinden baktığımızda hem Ravi, hem de Zebercet bu totaliter dönemlerin baskısı altında ezilen iki kırılgan karakter olmuştur.

Genelde romanın psikanalitik incelemelerini okuduğumuzda elbette karakterlerin çocukluklarına kadar inilen ve geçmişten gelen travmalarını da görürüz. Her iki roman karakterinin yoğun bir Oedipus kompleksinin altında ezildiğini söylemek de bu psikanalitik incelemeler ışığında mümkündür. Bahsedilen Oedipus kompleksini sadece biyolojik baba kavramı ve onunla olan iktidar mücadelesi olarak değil ataerkil toplumda baba yerine konulan devletlerin, birey üzerinde kurduğu dikta ve bireyin devletle iktidar savaşı olarak da okumak bu noktada mümkündür. Otoritenin hakim olduğu, Oedipus kompleksi benzeri bir ilişki de insan odaklı siyasetin önünde bir engeldir.

Kör Baykuş’ta Sadık Hidayet mevcut yönetime siyasi otorite sahibi kesim ve devletin kontrol organları olarak iki farklı otorite figürü üzerinden eleştirilerini yöneltmiştir. Şah Rıza yönetiminin toplum ve aydınlar üzerindeki dikta rejimi romanda ihtiyar karakterinin cinsel erki elinde tutmasıyla mutlak güç sahibi ama yine de yaşlılık ve fakirlik nitelikleriyle de hastalıklı ve çürümüş İran yönetimini imgelemektedir. Dolayısıyla yaşlı adam imgesi bir yandan güç sahibi bir yandan ise artık modası geçmiş ve yenilikçi düşünmeyen otorite figürü olarak karşıt özellikleri ile birlikte sunulmuştur. İkinci bir detay olarak sarhoş polis karakterleri de yönetimin kontrol mekanizmalarına yönelik bir alay ve eleştiri içeren imgeler olarak kullanılmışlardır. Polis imgesinin kitapta her ortaya çıkışını yakalanma endişesi ve ölüm korkusu izlemiştir.

Anayurt Oteli’nde ise Zebercet’in totaliter rejimin sindirdiği, iletişimsiz ve toplumdan kaçarak yabancılaşmasıyla giderek kendini bir girdaba sürüklemesini işlerken kurtuluşu arayacağı tek yer intihar duygusuna aidiyet göstermesi olacaktır. Zebercet rutine girmiş bu anlamsız, günden güne onu biraz daha öldüren günlerin sonunda tek bir şey bekler. O da otele gelen, babasının kendi ölümünden sonra kimseye verilmemesini istediği odayı verdiği, Ankara treniyle gelen kadın müşteridir. “Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” aslında bir semboldür Zebercet için. Satır aralarında anladığımız kadarıyla Zebercet için bu kadın kendini dışlamayacak, hor görmeyecek ve onu anlayacak yegane varlıktır. “O, topluma yabancılaşmış hayatında bu kadını bir kurtarıcı olarak idealleştirmiştir. (Yusuf Atılgan’ın ilk romanı olan “Aylak Adam” romanının başkarakteri “C.” kişisi de ideal kadını aramaktadır, bu şekilde kurtarıcı olarak kadını bir sembol olarak idealleştirmesi Atılgan’ın romanlarında karşımıza sıkça çıkar.)

Fakat bu iki karakteri okumak için Bilge Karasu’nun Gece romanı bizim için en iyi kaynak olacaktır, Totaliter rejimlerin işleyiş mekanizmasının ve totaliter düzenin baskısı altında var olma uğraşındaki bireyin çaresizliğinin işlendiği yapıtta “gece” totaliter rejimlerden doğan baskı ortamını simgeler. Totaliter rejimlerin bilinmezlik, korku ve şiddete dayanan baskı kurma yolları yavaş yavaş çöken gece imgesi üzerinden aktarılır. Burada Zebercet ve Ravi karakterlerinin günden güne bir ürküntü, bir tıkanıklık ile bir bilinmezliğe doğru adım adım yürümesiyle saplandıkları belirsizlik garabeti onlarda her zaman korku yaratır; insanın bilinmeyenden, kesinliği olmayandan korkmasından daha doğal bir şey yoktur.

“Ne var ki, insanlar gizliden, gerçek yüzü bilinmeyenden korkar daha çok. İnsanlar korkmalı üstelik.” (3)

Elbette ki bu belirsizliğin en çok beslediği durum ise şiddettir. Gece romanında şiddet sokağın her köşesine hakim olup korkunun sürdürücüsü ve karanlığın çöküşünün hızlandırıcısı olarak kullanılmıştır. Baskıcı rejimlerin varlıklarını sürdürmek, başka bir deyişle geceyi daimi kılmak için kullandıkları korkunun oluşumuna en iyi hizmet eden şey şiddettir ve korkunun da sağlayıcısıdır. Üstelik bu şiddet unsuru insanların birbirini öldürmesine kadar vahim bir duruma ulaşabilir. Kör Baykuş ve Anayurt Oteli’nde bu konu Ravi’nin Kahpe karakterini öldürüşü ile Zebercet’in oteldeki kediyi öldürmesi tamamen bu konuya paralel bir göndermedir.

Her iki yazar da dönemin dinamiklerini bize sembolik kurgular ve imgelemelerle çok başarılı bir şekilde anlatarak ve okuyucuya ayna tutar. İki ayrı totaliter rejim aynı yüzyılın ilk çeyreğine ve son çeyreğine konuşlanmış, neredeyse bire bir tekerrürü ile kendisini göstermiştir.

Günümüzde de yaşadığımız, gördüğümüz baskıcı rejimlerin yarattığı huzursuzluk insanlığın yakasını bırakmamış, yazarlar distopya evrenleri kurarak bu huzursuzluğun meyvesini bize ulaştırmıştır. Eserlerin hemen hemen tamamında son derece merkezileşmiş baskıcı sistem gelenekselleştirdiği yalnızlaşan bireylerden oluşan toplumu kolay yönetebilmek için kullanan baskıcı totaliter rejimlerin hakimiyeti altında bir geleceğe işaret etmesidir.

Distopik romanlarda amorf bir sosyal yapı dikkati çeker. Küçük grupların kaybolmuş, geleneksel kültürün izlerinin silinmiş, sosyal rol ve statüler bireyin tercihlerine bakılmaksızın baskıcı bir biçimde dayatılmıştır. Arındırılmış bir toplum ideali adına sapmalar yok etme mantığıyla cezalandırılmaktadır. Ağırlıklı olarak kast sistemine benzer sistemlerin hâkim olması, tek tip insan yapısının hâkim olması distopik romanlardaki sosyal yapının değişmeyen nitelikleridir. Bu olay örgüsünü halka anlatmak isteyen yazar genellikle satır aralarını kullanır yarattığı metaforlar ve imgelerle. Ancak bunları görmek için gösterilen çaba, tartışılır.


Kaynakça:

1- K. Baynes and Y. Atılgan, Toplumda Sanat. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008.

2- Selma Baş, “Türk Hikayeciliğinde Yabancılaşma (1950-1980),” thesis.

3- B. Karasu, Gece. İstanbul: Metis Yayınları, 2010.

Paylaş:
Default image
Volkan Arslan