Otomatik Portakal ve Birtakım Sorgulamalar

Stanley Kubrick’in sinema dünyasına sunduğu bir filmin daha ötesinde farklı bir iş Otomatik Portakal. Bu filmin yapılış amacı çok belli ki izleyicilerin zihinlerine çivi ile belli bir hissiyat çakmak imiş, filmin ve hatta birkaç adım geriye gidecek olursak eserin hazırlanışını irdelersek bundan emin olacağız.

Otomatik Portakal eserinin babası aslında Anthony Burges. A Clockwork Orange’ı 1962 yılında yayınlıyor. Kitabın ismini nasıl koyduğuna bakarsak aslında işin felsefesine dair ipuçlarına ulaşabiliriz. İngiliz argosunda ‘’as queer as a clockwork orange’’ diye bir tabir varmış. Bu tabir fazlaca garip, delilik derecesinde tuhaf davranışlar sergileyen kişiler için kullanılıyormuş. Bir de Malezyaca’da orang kelimesi canlı demekmiş. Yine yazarın dediğine göre rengi ve kokusu insana hoş gelecek bir meyvenin eserin isminde kullanılması senaryonun Pavlovvari tavırlarına çok uygun düşecekmiş.  Evet, Otomatik Portakal isminin hikayesi Burges’in anlattığı kadarıyla bu.

Ben biraz daha karıştırmak istiyorum işi ve Alex Delarge’ın isminin anlamı üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Öncelikle Alex ismi Yunanca kökenli olup koruyucu anlamı taşımakta ama işin aslı bu değil. Lex kelimesi Latince’de kanun anlamına geliyor. A ise olumsuzluk eki zaten. A-Lex’in kanunsuz anlamıyla kullanıldığını düşünüyorum. Delarge ise yine Latin kökenli bir kelime olan Large kökünden geliyor. Büyük anlamını taşır. Yine Fransızca’da de Large geniş kelimesine karşılıktır. Ama bu büyük ve geniş kelimeleri şüphesiz bir mecaza karşılık gelir. Kesinlikle büyük, geniş ama soyut çağrışımlara müsait bir büyüklük.

Hepsinin yanında sizlerle yazar Anthony Burges’in kitabı hakkındaki yorumunu da burada paylaşıp Stanley Kubrick’in eserini yakından incelemeye koyulacağım; ‘’Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum’’.

Kubrick sinema sanatının neredeyse her alanında mükemmele yakın bir eser vermiş farklı bir adam. 1953 yılında ilk filmi Fear and Desire’ı yayınlıyor. 1999’daki son filmi Eyes Wide Shut’a kadar toplam 13 film çekiyor. 46 koca sene ve 13 gerçek anlamda film. Üç dört senede bir film çekmesinin nedeni de mükemmeliyetçiliği, hakkını da kanımca fazlasıyla vermiş. Evet işte bu filme de çalışırken şartlı refleks eğilimlerine ve davranış psikolojisine dair okumalar yapmış. Neredeyse ders niteliğinde sekanslar görüyoruz.

Otomatik Portakal filminin hikayesinin post-endüstriyel dönem İngilteresinde geçmesi üzerine bir tasarı barizdir. Dönemin sosyolojik irdelemesi çok doğru yapılmış, bastırılmış şiddetin doğuracağı sonuçlar üzerine çalışılmış ve fütüristik bir iş ortaya çıkmış. Zaten izleyiciye sunulan kaos ortamı yayınlanan dönem itibari ile pek tabii distopyadır. Günümüz şartlarında değerlendirilse pek de sanatçı müdahalesi olmayan bir manzara resmi midir bu soruyu kendi bariz yanıtı içinde yanıtsız bırakmayı tercih ediyorum.

Stanley Kubrick sinemasında naçizane bariz özellikleri tahlil edecek olursam detaycılığı ilk sıraya koyarım. Pek çokları için bu özellik mükemmeliyetçilik olarak isimlendirilir, kimileri için bu iki sıfat ayrı ayrı barınır eserlerin içinde. Bunun tartışmasını detaylı bir Kubrick çalışmasında ortaya koymak daha sağlıklı olacaksa da ikinci sıraya koyacağım özellik seyircinin direkt olarak hislerini hedef almasıdır. Her detayı ile kusursuzu hedefleyen sahne tasarıları görüyoruz, bu sahneler bazen bir tecavüz sahnesi bazense akıl almayacak şiddet sahneleri ama estetik açıdan başarılı, aleladelikten çok uzak… Ben keyif aldığım bu sahneleri izlerken çokça rahatsız olduğumu itiraf etmeliyim. İzleyicilerin çoğunda da aynı hislerin doğduğuna eminim. Bu sahnelerde aşırıya kaçma halleri, bilinçli bir rahatsız ediciliktir aslında. Günlük hayatta görüp de sessiz kaldığımız birçok olayın bu filmde seyircinin zihnine iyice işlenmesi yönetmence planlanmıştır. Belki de artık sessiz kalınmaması amaçlanmıştır.

Kubrick’in sahnenin dizilimindeki titizliğinden bahsettik ama söylemesek eksik kalacak bir ince işçiliği var. Zamanı geldiğinde Alex de ama filmin ilk yarısında özellikle diğer mağdurların şiddete uğradığı sahnelerde bize hissettirilmek istenen duygu sık sık uygulanan geniş açılı objektiflerle sağlanmış. Kamera kullanımı konusunda da, kadrajların ustası Kubrick’i üst sıralara yazmak hata olmayacaktır. Bazen sadece karakterlerin gözlerini perdeye yansıtan bir adam Kubrick, parmak basa basa korku, heyecan ya da üzüntü anlatılacaksa bunu yapıyor. Bu kadar vurgunun yanında sakin kamera hareketleri ve kaydırmalı sahne geçişleri de mevcut. Tempoyu tekdüzelikten kurtaran vurgu yerine pekiştirmeyi amaçlayan kamera kullanımlarına da örnekler de bu şekilde yönetmende.

Filmin ilk bölümünde Alex ve kardeşlerim diye hitap ettiği çetesinin insanlara uyguladığı şiddeti izliyoruz. Film Alex’in bakış açışıyla anlatılıyor. Aslında seyirciyi sürekli oyunda tutmak için bir anlatıcı belirlemek bir sinema hilesidir ve büyük bir risktir. Ama Alex’in enerjisi hikayenin dinamiklerine öyle uygun ki empati yapmadığımız anlarda bile kendimizi aksiyonun içinde buluyoruz.

Ben Kubrick anlatısına bir vurgu daha yapmak istiyorum, bu da yarattığı zıtlık algısına dair olacak. Süt Bar demek mümkün herhalde, mekanın tasarımı tezatlıklarla dolu. Mekandaki kaos; şiddet ve seks objeleri bir yana dursun gerek sütün doğallığı ve temizliği gerek beyaz rengin saflığı başlı başına semboldür. Çetenin kostümleri de bana kalırsa aynı düşünce ile tasarlanmış. Aydınlık görüntü verilmiş bir bütün olarak ama karanlık bir felsefe, durum bundan ibaretti.

Filmde şiddet gören ile şiddeti uygulayan arasındaki diyalogların takip edilmesi, aslında filmin izleyiciye ne anlatmak istediğinin cevabını bulmaya yarayacaktır. Ele almakta fayda olacaktır, sokakta yaşayan yaşlı adama gösterilen şiddet ve adamın gençlerden, fakirlikten, adaletsizlikten yakınması istenen mesajın bir karaktere söyletilmesinden ibarettir. Zaten filmin devamında devranın döndüğünü gösterir yönetmen, ama devranın dönmesine rağmen sistemdeki bozukluklar aynı şekilde de devam eder.

İkinci kısımda Alex ve çetesinin uyguladığı şiddetin yerini devlet eli ile yapılan şiddet alıyor. Filmde sürekli belli kavramların ardıl kavramıyla düşünülmesi istenmiş ve buna göre bir örüntü tasarlanmış. Şiddet ve bu tanıma uyan suç kavramı, bu suç ve gereği olan ceza kavramı, ceza olarak karşımıza çıkan mahkumiyet hatta fiziksel şiddet ki bu şiddet büyük bir çelişki doğurur, mahkumiyet sürecinde beklenen ıslah, bu ıslah arayışının devamında başarısız bir arınma. Bu örüntüyü detaylandırmak mümkün ama genel hatlar böyle gözüküyor. Aslında film büyük bir öğreti metni olarak da ele alınabilir. Ama kendi başına da başarılı bir sinema eseri şüphesiz.

Filmin bahsedeceğim bu sahnesinden öncesi seyirciyi hazırlamaya yönelikti. Ne zaman bir ev baskını sırasında Alex arkadaşları tarafından tuzağa düşürülür, işte hikayenin gerçek akışı başlar. Ayrıca gereksiz romantizmden uzak bu tavır hoşuma gitti çünkü her türlü ahlaki öğretiyi reddetsek dahi dostluğumuzu satmayız gibi bir düşünce hikayeye uygun düşmeyecekti.

Alex’in yakalanması ile beraber hikayenin nasıl devam edeceğine dair ipuçlarını zaten sorgu sahnesinde almaya başlıyoruz. Şiddet el değiştirmiş, küçük ya da büyük çıkan her farklı ses boğularak bitirilmeye başlanmıştır. Hapishanedeki Alex’i de oldukça uysal bir tavırda görüyoruz. Kendisi artık dinle ilgilenen bir gençtir ve rahibin de sempatisini kazanır. Fakat bu noktada yorumu izleyiciye bırakılan bir tavır mevcuttur. Alex İncil’i okurken kendisini İsa ile değil de ona işkence eden Romalılar ile özdeşleştirir. Ben hikayenin adım adım işlediği için Alex’in zihnine yapılan bir zoom olarak düşündüm. Ama hapishaneler ehlileşmek için yeterli kurumlar mı, din insan zihnini olduğu gibi değiştirebilecek yapıda mı senaryo bize bunları soruyor olabilir. Zaten ucu açık bırakılan sahnelerde amaç soru sordurmaktır, cevap almak değil.

Alex’in istediği tek bir şey vardır, özgür olmak. Bunun için de henüz deney aşamasında olan bir tedavi yöntemine gönüllü olarak katılmayı kabul eder. Bu yöntem Ludovico tedavisidir. Mahkumların suç eğilimlerini yok etmeyi amaçlayan bir yöntemdir. Pavlov’un çalışmalarına benzeyen usulle bireyi şartlandırma ve zihni biyolojik tepkiler verecek şekilde canlandırma üzerine pek de insan haklarını gözetmeyen bir süreç izliyoruz. Filmde birçok şiddet sahnesi olmasına rağmen seyirciyi en çok rahatsız eden sahnelerin tedavi sahneleri olacağını düşünüyorum. Alex bir mekanizmaya bağlanır, gözlerini kapatmaması için göz kapakları gerilir, sürekli ilaç verilerek şiddet ve cinsel içerikli filmler izletilir. Amaç Alex’in bu izlediği kötü davranışları bir daha yapmayacak şekilde tiksindirmek ve şartlamaktır. Tedavi kendi düşüncesince başarılı olur. Alex serbest bırakılır ve artık şiddete ve cinselliğe cevap veremez hale gelir. Hatta filmde rahatsız edici bir sahne vardır ki bu da Alex’in yetkililere tepkisizliğe dair sunulmasıdır. Evet, artık Alex istenilen haldedir.

Alex hapishaneden çıkar ve filmin çözülme sahneleri ardı ardına seyirciyle buluşur. Adeta hesaplaşma üstüne hesaplaşma yaşarız. Zamanında şiddet uyguladıkları yaşlı adamla karşılaşır öncelikle, sonra da sokaktaki evsizlerden bir güzel dayak yer. Aslında bu alelade bir sinema yanıtıdır. Benim filmde en beğendiğim iş hemen ardındaki polis sahnesiydi. Alex polislerden yardım ister ve bir bakar ki eski çete arkadaşları polis olmuş. Alex eski arkadaşlarından da dayak yer zira arkadaşları bu defa şiddeti polis olarak üretmektedir. Şiddetin el değiştirmesini daha önce görmüştük ama şiddete üniforma giydirerek sözde meşru kılmak bence söylenmesi büyük takdir hak eden bir göndermeydi.

Otomatik Portakal ve Beethoven başlığını açmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Alex’in hayatta tutkuyla bağlandığı yegane isim Beethoven ve onun eseri dokuzuncu senfoniydi. Bence Kubrik zaten Beethoven’ı adeta bir oyuncu gibi kullanmıştı, ama fazlasıyla da başarılı olmuş. Filmin başlarında şiddetten aldığı hazla dokuzuncu senfoniyi birleştirdiğini görüyoruz Alex’in. Ben küçük komplo teorileri kurdum aslında, çünkü Alex’in hapishanedeki odasında da Beethoven heykeli var. Hapishane müdürü bu heykeli görüyor, acaba raporladı mı bu durumu bilemiyoruz. Devamında Ludovico tedavisinde çünkü göreceğiz ki Nazi propagandası izletilirken Alex’e alttan verilen müzik dokuzuncu senfoni. Çocuk da şiddete ve cinselliğe küstürülecekken bir de Beethoven’a küstürülüyor. Hatta senin de cezan bu olacak diyorlar çocuğa. Romantizmi ve dramı hissettik izleyiciler olarak. Finale gelirken de Alex’e  Beethoven dinletilerek işkence yapılması ve intihara sürüklenmesi taçlandırıyor bu ilişkiyi.

Bir başlık daha açmak istiyorum, Otomatik Portakal ve Naziler diye. Çünkü şiddetin fiziksel dünyada karşılığı olarak sayın Kubrick belli ki Nazileri kabul etmiş ve de izleyiciye böyle aktarmış. Hapishane gardiyanının üniforması Nazi subayı gibi tasarlanmış. Zaten tipindeki imaj ile hal ve hareketlerinde açıkça bir Hitler göndermesi barınıyordu. Bir de Ludovico sahnelerindeki Nazi görüntülerini görünce açıkça gördük ki anlatılmak istenen şey bu.

Ludovico Projesi ayrıca irdelenmeli mi bilmiyorum, bariz işlenmiş bir süreç ancak söylemek gerekir ki mahkumların böyle insanlık dışı bir işi kabul etmesi belli ki hapishane şartlarının kötü olmasından kaynaklı. Aslında biz birine iyileşti diyeceksek bu sürecin organik gerçekleşmesi gerekir. Zoraki, bir şartlanmaya dayalı olduğu zaman denmesi mümkündür ki kişi evcilleşti ama daha iyi biri olmadı. İyiyi, doğruyu seçme hakkı elinden alındı ama kimsenin umrunda olmadı.

Filmin finalinden önce hikayenin tamamlandığını düşünüyorum. Finalde senarist bize sorduğu sorulara, kendimize sormamızı istediği sorulara kendi de ayrıca cevap vermek istemiş. Alex en son gördüğü Beethoven dinletilmesi işkencesinden sonra ölmek istemiştir ancak bunu başaramamıştır. Bu durumun da hükümetin işine gelmediğini görüyoruz. Zaten filmde basın yayın organlarınca insanların nasıl acımasızca yargılandığını Alex üzerinden görmüştük. Bu sefer de hükümetin kullandığı yöntemler eleştirilmiş, insanların canına kıymasına sebep olacağı söylenmiş, süreçten sorumlu bakan ise gaddarlıkla suçlanmıştır.

Alex intihar girişiminden sonra değerlenmiştir; önce adeta evlatlıktan reddedilme noktasına gelen Alex’ten özür dilemeye gelen ailesini görüyoruz. Sonra içişleri bakanının Alex’in ayağına geldiğini görüyoruz, eski hale dönmesi için çabalarlar Ludovico projesini iptal ettiklerini söylerler.

Alex finalde tamamen eskiye döner. Tekrar şiddet ve cinselliğe olumlu tepkiler verdiğini görüyoruz. Tüm soruların cevapları verilmesine rağmen hikayenin seyirciyi ortada bırakmasını büyük bir başarı olarak sayıyorum. Sanatsal olarak kusursuza yakın çekilmiş bir filmin hikayesinin de aynı şekilde işlenmesi filmi başyapıt yapıyor. İyi seyirler diliyorum.

Paylaş:
Default image
Sakis Arsenoglou