“Yasa önünde nöbet tutan bir bekçi vardır. Taşralı bir adam bir gün ona gelip yasaya girme izni ister. Ancak bekçi, o anda izin veremeyeceğini söyler. Adam düşünür ve daha sonra girip giremeyeceğini sorar.’Belki’ der bekçi, ‘ama şimdi olmaz.’ Bekçi her zamanki gibi açık duran kapının önünden çekilir ve adam içeri bakmak için eğilir. Bunu gören bekçi güler ve şöyle der: ‘Madem ki girmeyi bu kadar çok istiyorsun, beni aşarak içeri girmeyi bir dene bakalım. Ama bil ki ben güçlüyüm. Üstelik bekçilerin en küçüğüyüm. Her bir salonun girişinde gitgide daha güçlü bekçilere rastlayacaksın.”1
Agamben, modern devletin kalbinde yer alan çağdaş egemenlik biçiminin yasa tarafından sınırlandırılmış olmadığını; aksine, egemenin hukuku askıya alma edimiyle hem yasa koyucu hem yasa üstü konumunu icra ettiğini ileri sürer. Egemen, yasal alanı içeren durumları belirlediği kadar, neyin istisna sayılıp sayılmayacağını da belirler. En bariz şekilde kriz anlarında ortaya çıkan bu durum, egemenin karar almak ve “yasa koymak için yasaya ihtiyacı olmadığını”2 gösterir. Egemenliğin bu konumundan ötürü hukuk ve devlet ilişkisel anlamda bir tansiyon barındırır, kezâ hukuk devleti denilen yapı da kendisiyle çelişme potansiyeli taşır. Karar verme tekelini elinde bulunduran devlet, neyin istisna olup olmadığını belirleyerek yasanın dışında kalanı paradoksal biçimde kapsamış olur. Olağanın dışında olan, istisna (exclusion) hali korunarak yani olağan yasanın dışında bırakılarak (exclude) dahil edilir. Böylelikle, hukuksal düzenin geçerli olacağı sınırları çizmekten ziyade egemen kendisini bizzat içeri ile dışarı arasındaki eşiğe yerleştirir. Diğer bir deyişle, “Egemenin kararı, kararlaştırılamayanın konumlandırılmasıdır.”3 Kafka’nın hikayesinin devamında, taşralı adamın yasaya girebilmek için ölene kadar kapının eşiğinde beklemesi gibi, egemen de hayatın var olacağı olağan ve olağanüstü sahayı ayıran sınırda yer alır.
Modern devlet ve egemenlikle ilgili çizilen bu çerçevenin pratik izdüşümüne özellikle 1980’lerden itibaren artan terör söylemleri ve güvenlik devleti mefhumu, yani devletin kendi varlığını tehdit etme şüphesi taşıyan her meseleyi müdahale sahasını genişletmek için neden olarak göstermesi örnek verilebilir. Türkiye’de de krizler ve olağanüstü hallerle beslenen bir devlet egemenliği modeli, devlet bekası söylemiyle karşılık bulur. Güçler ayrılığının sona ermesi ve yetkilerin tek bir elde toplanması gibi merkezileşmenin yanı sıra, devlet yönetimi dağınık ve parçalı bir şekilde de işler. Başka bir deyişle, madalyonun bir yüzü terör tehdidi nedeniyle tüm müzakere süreçlerini devre dışı bırakarak savaşa girme kararı alan devletse, diğer yüzü sokak arasına ve market raflarına müdahale eden devlettir. Bugün devletin nasıl işlediğini anlamak için, parkta piknik yapmanın ve alkol satışının hukuken yasak olmamasına rağmen nasıl yasaklandığını ya da gökkuşağı maskesi takan bir öğrencinin üniversiteye neden alınmadığını açıklamak gerekiyor. O halde, günümüze özgün olan devlet egemenliği sadece dışarda olan istisnayı tanımlamak üzerinden değil, aynı zamanda her seferinde farklı bir olağanı istisnası haline getirerek kendini sürdürüyor. Olağanı istisna, istisnayı olağan kılarak iki kutbu birbiri içinde eriten ve biçimsizliği biçim kılan devlet yapısı bekçilerin en küçüğünden başlıyor.
Bugünün devleti, yürütme organının orantısızca güçlenmesine rağmen üniter olmayan bir yapıdadır. Egemenlik sadece merkezi bir kararla uygulanmaktan ziyade, belirli amaçlar doğrultusunda yer alan stratejiler üzerinden gerçekleştirilir. Bu açıdan egemenlik, Foucault’nun yönetimsellik diye adlandırdığı alanda ortaya çıkar. Yönetimsellik, egemenlikte olduğu gibi insanlara yasayı ve kararı dayatmak değil, çeşitli tekniklerle bireyi ve içinde bulunduğu sosyal, siyasal, kurumsal, ekonomik tüm ilişkileri belirli bir amaca yönlendirmeyle hareket eder. Örneğin, kişinin takip edebileceği arzular üretir, başarı için kriterler belirler, bazı hayat pratiklerini öne çıkarır; böylece, sınırlandırmak yerine teşvik eder. Bunların her birini hedeflere ulaşmak için stratejiler olarak kurgular. Nitekim, yasalardan çok taktikleri kullanır ve hatta yasaların kendilerini taktik olarak kullanır. Bu yüzden yönetimin nihailiği, yönettiği şeylerde ve yönettiği süreçlerin mükemmelliği ve yoğunlaştırılması arayışında yatar. Ne kadar çok alana ulaşabilirse o kadar geniş taktik yelpazesi edinmiş olur.4 Öte yandan, bahsedilen amaçlar tek bir kişi ya da merkez tarafından belirlenen amaçlar değil, tarihsel politik-ekonomik koşullar içerisinde yerleşen ve kendilerini norm olarak dayatan olgulardır. Devletin yönetim teknik ve pratiklerine örnek olarak kalkınma ve refahı sağlamak için nüfusun belirli bir sayıda tutulması ve doğum kontrolü politikaları benimsenmesi, ekonomide tahsis edilen yere göre ara eleman üretmek için meslek liselerinin sayılarının arttırılması ya da pandemi döneminde üretimi canlı tutmak için yapılan karantina düzenlemeleri gösterilebilir. Bu açıdan, her zaman amaçların çokluğundan ve bu amaçlara ulaşma doğrultusunda dört koldan işleyen strateji ağlarından bahsedilebilir.
Judith Butler, yönetimselliğin, “taktiklerle amaçların dağıldığı, siyasi iktidarın üniter ve nedensel bir biçime bürünemediği bir siyasi iktidar sahası”5 olduğunu belirtir. Fakat, günümüzde yönetimselliğin belirleyici olması egemenliğin sona erdiği anlamına gelmez. Aksine, yönetimsellik, egemenlik ve disipline etme mekanizmaları eş zamanlı ve girift bir şekilde işler. Bu çerçevede, hukuk da belirli hedeflere ulaşmak için “bir dizi taktik” olarak ele alınır. Buradaki özgün durum Butler’a göre, hukukun askıya alınması hem bir yönetimsellik taktiği hem de egemenliğin dirilişine olanak tanıyor ve böylece, egemenlik ve yönetimselliğin çakıştığı bir alan olarak beliriyor. Örneğin, polisin görüntüye alınmasının “özel hayatın gizliliği ve kişisel veri ihlali”6 olduğu gerekçesiyle yasaklanması, yasanın bu durumu kapsamamasına rağmen araçsallaştırılarak polisin her türlü eylemine imkan veriyor. Devletin hukuku taktik haline getirmesi, egemenliğin yeni bir formda dirilişinin önünü açarak müdahale alanının genişlemesini sağlıyor. Yönetimsellik ve egemenliğin çakışması hangi edimlerle ve nasıl gerçekleşiyor?
Öncelikle, hukukun askıya alınma edimi muğlaklaştırma üzerinden işletilir. Örnek olarak, 17 Mayıs’a kadar süren alkol yasağı süreci, başta tekellerin açık olan işletmeler arasında yer almamasıyla başladı. Alkolü doğrudan resmi biçimde yasaklamayarak ama bir yandan da polisin, zabıtanın eylemlerini gerekçelendirebileceği muğlak bir alan yaratarak fiilen yasaklandı. Devamında, alkolü yasaklamak için diğer ürünlerin satışı yasaklandı ve bir yasak başka bir yasak için gerekçe haline geldi.7 Kafka’nın hikayesine geri dönecek olursak, bugün adeta yasadan içeri girilecek sınırların bulanıklaştırıldığı, böylece esneyen sınırların bekçiye hareket serbestisi sağladığı bir tablo çizilebilir. Öyle bir serbesti ki, bekçiye artık kişinin yasanın önüne gelmesine gerek kalmadan sırf balkona çıktığı için evinden gözaltına alma imkanı tanır.8 Yasal haklar yerine göre çarpıtılarak ya da devre dışı bırakılarak uygulanması bir ayrıcalık haline getirilir. Böylelikle haklar, ödül ve ceza sistemine oturtulur ve disipline etme yöntemine dönüşür.
Hukukun taktikleşmesi, “kılıfına uydurmak” deyiminden ayrışır. Eylemlere yasal bir zemin aranması gibi bir kaygı gütmek yerine, kendi eyleminin icrasıyla kendisini nedenselleştiren bir iktidarla karşı karşıyayız. Bir yasağın başka bir yasağın gerekçesi olması, bir öğrenciye terörist muamelesi yapılarak terörist sayılması gibi edimlerle hiçbir nedene ihtiyaç duymayan, kendi kendini temellendiren bir mekanizma mevcuttur. Bu suretle, hakların ödül-ceza olarak uygulandığı ve yasaların araçsallaştığı durumda hukuk, meşrulaştırıcı işlevini yitirmiş olur. Neyin suç olup olmadığının muğlaklaştığı sahada, birbirlerine hedefler ağıyla bağlanmış strateji parçası olan, yaptıklarından sorumlu tutulamayan karar vericilerin hüküm sürdüğü yeni bir egemenlik şekillenir. İktidar artık egemenliği de araçsallaştırmış, atamış, gücün kendisini ve gündelik hayatı kocaman bir eşiğe dönüştürmüştür.
“Canlandırılan egemenlik, meşruluk şartları altındaki birleşik iktidarın egemenliği, yani siyasi kurumların temsili statüsünü temin eden iktidar biçiminin egemenliği değil”9; yalnızca taktikler ve amaçlar etrafında seferber edilmiş “bol miktarda küçük egemenin” hüküm sürdüğü bir alandır. Buna karşılık, yapılan eylemlerin cezasız olması tamamen bir keyfilik ya da rastlantısallık belirtmez. Diğer bir ifadeyle, her şeyi yapabilme kudretinden yoksundurlar çünkü kendilerini meşrulaştırma işlevine sahip değildirler ve her zaman başka bir egemene bağımlıdırlar. Önemli başka bir nokta ise, kendi eylemlerini “üreten hedefler üzerinde denetimleri yoktur. İktidar onlardan önce gelir ve onları egemen olarak kurgular ki, bu zaten egemenliği yalanlayan bir durumdur.” Salt bir keyfiliğin varlığını iddia etmek, var olan güç ilişkilerini, tahakküm mekanizmalarını ve çelişkileri görünmez kılar. Ayrıca, temsili ve meşrulaştırıcı statünün kaybı, devletin ve kurumların resmi dilinin artık kaybolması, bunun yerine egemenlerin göz korkutan, kabadayıvari söylemlerinde gözlemlenebilir. Bir yandan kişisel üslup gibi görünen bir yandan da eril, baskıcı, ötekileştirici olan bu dil, iktidarın ne kurumlarda ne de kendini bağımsız gören küçük egemenlerde yattığını gösterir. Bu nedenle, devlet aklını kendi aklı, kendi aklını devlet aklı kılan mekanizmada her bekçi kendi gibilerinin en küçüğüdür. Çünkü atanmış egemenlerdir, kendi kararları ya da otonomisi yoktur ve çelişkilerini her alanda üretmediği sürece bu yayılmacı ve dağınık ağı tek başına ayakta tutan bir iskelet bulunmaz. O halde, halihazırdaki yerleşik güç ilişkilerinde avantajlı olanların egemen olarak yaratılışı, meşrulaştırılması ve atanması sürecini seferber eden şey nedir? Hukuk tarafında kaybolan meşruluk nerelerde tekrar üretilir? Neyin suç olup olmadığının belirsizleştiği, hatta araçsallaştırıldığı durumda, yasal ve yasa dışı arasındaki geçiş hangi pratiklerle gerçekleşir?
Hukukun muğlaklaştırılmasının yanı sıra, egemenlere hareket serbestisi sağlayan diğer faktör serbest piyasa mantığının genişlemesi ve kamu mallarının özelleştirilmesidir. Özelleştirmeler, imara açmalar, özel sektör iş birlikleri; yönetimsellik ve egemenliğin daha önce eşi görülmemiş bir şekilde birleştiği ve devletin hayatta kalmasına olanak sağladığı bir düzenin kurulmasına olanak tanır. Bir taraftan, devletin ekonomiye müdahalesinin azaltılması savunulurken diğer yandan da verimliliğin arttırılması ilkesiyle tüm alanlar piyasalaştırılır. Böylece piyasa; eğitim, sağlık, ulaşım, enerji, çevre gibi birçok alana sızabilen ve yöneten bir norm haline gelir. Burada bahsedilen norm her zaman alım-satım etrafında işlemez, kimi zaman söylemsel olarak da eylemleri meşrulaştırmayı sağlar. Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan rektörün gelişini özel sektör iş birliği, bilginin ticarileştirilmesi ve üniversiteyi bir girişimci fabrikası olarak kurgulamasıyla nedenselleştirir. Bir yandan da kameralar, yüz tanıma cihazları, arttırılan özel güvenlik çalışanları ve demir kapılarla sadece bir rektör değil, bekçileşmiş bir rektör olduğunu gösterir. Artık bürokrasi ya da devlet memurluğu sadece bir ast üst ilişkisinin parçası olan, görev ve yetkileri belli bir kişi değil, bulunduğu alana hükmetme hakkı olan, gerektiğinde polis desteği alan, yaptıklarından sorumlu tutulamayan ve bulunduğu yeri terbiye etme amacı taşıyan bir bekçidir.
Toplumsal refah ve serbest piyasayla kurulan doğru orantılı ilişki, devletin özelleştirme sürecinde öncülük etmesini sağlar. Bu yüzden, ihale ve karar alma süreçlerinin hız kazanmasına ve yürütme organının güçlenmesine neden olur. Böylece devlet, özelleştirmeler, iş birlikleri ve birikimler yoluyla da güçlü ekonomik aktörler yaratır. Sonuç olarak, malların, kamusal mülklerin ve alanların devamlı dolaşımda olduğu bir tablo karşımıza çıkar. Peki, bu tabloyu egemenlikle beraber nasıl düşünebiliriz? Burada kritik olan mesele, devlet eliyle yaratılan ekonomik elitin yönetici olmasının ötesinde bir yere işaret eder. Hukukun değil hedeflerin meşrulaştırıcı işlev sunduğu bir yerde yine bu hedeflerin belirlediği alan meşru olan ve olmayanın kararlaştırıldığı bir eşik yaratır. Başka bir deyişle, kimi zaman ticari faaliyetlerle ya da iş insanı olarak yasal olan aktörler ve kuruluşlar yarın yasanın dışına itilir, kimi zaman da tam tersi şekilde işler. Bu noktayı ekonomik alanın paravan vazifesi görmesinden farklı kılan şey, bir zaman meşru sayılan eylemler, sonrasında meşruluk çizgisi başka bir yere çekildiği için yargılanma ihtimali taşıması ve bunun devamlı bir dolaşım halinde meydana gelmesidir. Böylelikle, piyasada malların ve sermayenin sürekli dolaşımda olması gibi aktörlerin de yasa dışı ve yasal arasında baş döndüren geçişleri oluşur. Kısaca, belirli durumlar ve olaylar değil, devinimler sabit kalır.
Literatürde egemenlik kamusal alana, mülkiyet de özel alana dair kavramlar olarak ele alınırken kamu mallarının özelleştirilmesi ve bunun yönetimsellik taktiklerinden birine dönüşmesi, adeta feodal olana özgü bir yönetimi canlandırır. Kazdağları’nda ve İkizdere’de iş makineleriyle birlikte polislerin bulunması, özel mülkiyet ve egemenliğin kesişmesine açık birer örnek teşkil eder. Şehir planları açısından düşünüldüğünde ise, çoğu zaman parkların ve meydanların azalmasıyla sonuçlanan bu durum, toplumun ortak paylaştığı yani toplumsallığı oluşturan, kamusal iradenin, taleplerin ve eylemlerin gelişebileceği alanların yitirilmesine neden olur. Başka bir örnek, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki özel güvenliğin öğrenci ve akademisyenleri içeri almamak için polis barikatı kullanmasıdır.11 Artık nesnelerin, ünvanların ve alanların; aidiyetleri, sorumlulukları, nedenleri, meşrulukları gözetilmeksizin her şeyin yönetim taktiği çerçevesinde bağlamından koparılıp, çeşitli güç odakları arasında gidip geldiği bir durum söz konusudur.
Günümüz devlet yapısı yalnızca disipline etme ve makbul vatandaş yaratma üzerinden işlemez. Devinim bir gerçeklik olarak kabul edilir ve kontrol altında tutulmaya çalışılır. Mesele, işsizlik, pandemi ya da enflasyonun bitirilmesinden ziyade, kontrol altında tutulabilecek bir noktaya getirilmesidir. Dolayısıyla, çözümler istikrar sağlama üzerinden değil, kimi zaman krizi başka bir krizle çözme, farklı kanallardan rıza üretme, hukuku uygulamama, çarpıtma gibi stratejiler dizisiyle halledilir. Foucault, yaşam içindeki devinimin belirli hedefler doğrultusunda yönlendirilmesini yönetimsellik olarak tanımlar. Egemenlikten farkı ise, karar koyucu ya da yasaklayıcı değil, belirli bir eylem ve varoluş alanı üreten ama bu alanı yönetilebilir şekilde tasarlamasında yatar. Hukukun da bir yönetim tekniği yani “bir dizi taktik” haline getirilmesiyle kendi içindeki normal işleyişi çözünmeye uğratılır. Çözünmenin yarattığı muğlaklık, egemenliğin yönetimsellik sahasında canlandırılmasını sağlar. Diğer taraftan, Agamben, hayatın sınırsal bir yapısı olduğunu söyler ve bu nedenle egemenliğin mekanını eşik olarak konumlandırır. Kafka’nın hikayesinde de bekçi, taşralı adamı ölene kadar eşikte bırakarak kendisine tabii kılar. Devlet, sınırları belirsizleştirerek küçük egemenlere bir hareket serbestisi kazandırmış olur. Öte yandan, hayata hükmetme pozisyonunda olan bekçi, kendi caydırıcılığını kudretinden değil, ardında yer alan diğer bekçiler üzerinden oluşturur. Hedefler ve koşullara bağımlı olan bu egemenlik kendi içerisinde bir paradoks taşır. O halde, devleti yekpare bir yapıdan ziyade çelişkilerin yoğunlaştığı bir iktidar alanı12 olarak tanımlamak, buradaki çelişkileri ve birbirine bağımlılığı görünür kılmaya yardımcı olur. Bunun yanı sıra, emeğin, sermayenin ve malların devamlı dolaşımda olmasını hedefleyen ekonomik model, devlet tarafından devinimin ateşleyicisi olarak kullanılır. Eğer hukuk için yasal olan sınırlar egemenin yasa üstü konumu canlandırılarak yönetiliyorsa; yasa dışının bir yönetim tekniği olarak kullanılması da ekonomik aktörlerin geçişkenliği ve fonksiyonu sayesinde gerçekleşir. Başka bir deyişle, hukukun araçsallaşarak meşruluğunu yitirmesi, yönetimsellikle bir meşruluk kazandırma üzerinden oluşturulur. Yönetimselliği, yani devinimin yönünü tanımlayan şey bugün neoliberalizm ise, bu yönde kurulan söylemler, pratikler ve değerler meşrulaştırıcı bir işlev kazandırır. Böylece, her bir halka bir diğerine bağlanarak yönetimin tekniği haline gelir. Buna karşın, bu devinimin dışarısında yer alabilecek her pratik ya da söylem, akıntının yönünü değiştirebileceğinden; özerk olan, kendi içinde var olan her irade tehlike olarak algılanır. Çünkü ancak mekanizmadaki çelişkilerin bir model olarak her yerde üretilmesiyle bu çelişkiler normalleştirilir ve görünmez kılınır.
Referanslar
1 Franz Kafka, Dava, çev. Kamuran Şipal, İletişim Yayınları, 11. baskı, 2005.
2 Schmitt, Carl, Siyasi İlahiyat, çev. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitapevi, 2002.
3 Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı, 2. baskı, 2013, s. 39.
4 Michel Foucault, “Governmentality”, The Foucault Effect: Studies in Governmentality içinde, der. Grahan Burchell, Colin Goron ve Peter Miller, University of Chicago Press, 1991, s.87-104.
5 Judith Butler, “Süresiz Alıkoyma”, Kırılgan Hayat içinde, Metis, 2016, s.69.
6 https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56947389
7 İç İşleri Bakanı’nın konuyla ilgili yaptığı açıklama, “Geçtiğimiz hafta sonlarından farkı yok, seyahati bile yasakladık, anayasal hakkı. Herkes fedakârlık yapacak. Bu konuda rahatsızlığım yok.” Kaynak: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56930322
9 Judith Butler, “Süresiz Alıkoyma”, Kırılgan Hayat içinde, Metis, 2016,
10 https://twitter.com/melihbulu/status/1345681741785276416/photo/1
11 https://twitter.com/TolgaSutlu/status/1411329708076244993
12 Nicos Poulantzas, Crisis of Dictatorship: Portugal, Greece, Spain (First edition. 1975). London: NLB.