Küresel virüs salgını dünyamızın her köşesini etkilemeyi sürdürürken sosyal bilimciler de bu sürecin hem siyasal hem de sosyal meseleler üzerinde bıraktığı etkileri ve bu etkilerin gelecekte yaratacağı muhtemel sonuçları tartışıyorlar. Elbette karşı karşıya kaldığımız bu sıkıntılı olay küremiz için oldukça üzücü sonuçlar yaratmaktadır, her gün insanlarımızı kaybediyoruz, üzüntümü söylemeliyim, bu vesileyle hayatlarını kaybeden insanları anıyorum. Öbür yandan da bir şeyleri şimdiden kestirebilmemizin gereğine inanıyorum, burada gerek siyaset psikolojisi kuramlarından ve sosyolojiden faydalanmak gerekli görünüyor. Bu yazıda çeşitli alternatiflendirmeler yaparak birtakım öngörüler sunmayı planlıyorum. Çalışmayı, iki aşamada oluşturduğumu belirtmeliyim. Birincisinde içinde bulunduğumuz mevcut panik ortamından çıktıktan sonra elimizde kalan sosyal ortamın meydana getirebileceği olası yeni toplumsal yaklaşımları değerlendirmeye çabalayacağım, devamında ise hem bu sosyal davranışlardan yola çıkarak siyasal değişimleri işlemeyi deneyeceğim hem de “yönetme-yönetilme” ilişkisine dair karşımıza çıkmasının olası olduğunu düşündüğüm siyaset ortamlarını tartışacağım.
I
İleride korona sürecini konuştuğumuzda, bu koşullarda dahi çalışmak zorunda bırakılan emekçi insanları tenzih ederek söylüyorum, birçoğumuz için aklımızda imgeleneceğini düşündüğüm hatıraların tümü evlerimizde tasarımlanmış olacak. Dolayısıyla bu sürecin yaratacağı etkilerin temel sebebi toplum içerisinde fiziksel temasın en aza indirgenmesiyle –hatta neredeyse bitirilmesiyle- ortaya çıkacağı sonucuna varmak mümkün. Şimdi tam tersi bir açıdan yola çıkarak düşünelim; bizi, hepimizi bir araya getiren ve bu bir araya gelme sonucu meydana gelen davranışlar hangi alışkanlıklarımızın ortaya çıkmasına kaynak olur ki? Tüketim alışkanlıkları olabilir, “beğenme” ve “beğenilme”ye dair gerçekleşen yaygınlıklar olabilir. Tüm bunların içerisinde, sözgelimi; popüler müziklerin yaygın biçimde tercih edilmesine sebep olacak davranışları, birbirimize benzer para harcama davranışlarımızı, ve hatta siyaseten oy verme davranışlarımızı sayabiliriz. İşte, bu alışkanlıkları ortaya çıkaran hareketler, yönelimler ve “tercih etme”yi yaratan unsurlar hayli uzun bir süre boyunca en önemli özelliklerinden biri olan fiziksellikten ayrı kalacak. Bu da bizim bu alışkanlıklarımızın ve davranışlarımızın belki tümden belki de kısmen bazı değişiklere uğrayacağını gösteriyor.
İnsanların halen “politik” olma özelliğinde bir değişim söz konusu olmamışken; her şeyin aynı kalmasını, herhangi bir devinimden azade olmasını beklemek tabii suretle mantıklı değil. Mutlaka bir şeyler değişecektir, ve bu değişim bu sefer “popüler”in ortaya çıkmasına vesile olan fizibilitenin noksanlığında yeni bir formata sahip olarak ortaya çıkabilir. Altını çizmek gerekir; burada “popüler”in algılanmasına vesile olan araçların yeniden şekillenmesinden bahsettiğimi söyleyemem. İşaret etmek istediğim nokta aslında, popülerin ve popülerleşmenin gerçekleşmesi noktasındaki yönün değişime uğramasından öte, doğrudan popülerleşmeyi sağlayan fizikselliğin uzunca bir süre ortadan kalkması, yani bir bakıma yok olması. Bunun da devamında, popüleri arama ve onu gerçekleştirme gayesinde bir imtina etme durumu ortaya çıkabilir. Burada belki de bunu tek bir kavramla “anti pop” olarak ifade edebiliriz. Şöyle ki, bireyin “popülerin” karşısında pozisyon edinme güdüsünden bahsediyorum. Yani girift bir durum ile karşı karşıya kalabiliriz. Popülerleşme araçlarının etkili bir süreç içerisinde ortadan kalkmasıyla meydana gelen bir “popülere atfedilen değerin önemini yitirmesi” durumunu kastediyorum. Bu aşamada aslında eylem dair bir meseleyi tartışıyoruz. Sonucun değişmesiyle değil, sonucu oluşturan araçların ortadan kalkmasıyla karşı karşıya kalmamız olası. Ancak burada asıl iç içe geçmiş olan şudur ki anti-pop’un popüler bir eğilime dönüşmesi de bir yandan söz konusu olabilir. Dolayısıyla popülerliğe atfedilen değerin yitimi bu sefer meydana gelmez, ancak eskisinden farklı biçimde “popüler”i seçerken gösterdiğimiz kolektif davranışın biçimi değişime uğrayabilir. Tabii, bu da ihtimal dahilindedir. Özetleyecek olursak, davranışların şekillenme odağının “popüler olan”a ve popüleri ifade edene yönelik bir imtina etme ya da yeniden değerlendirme eylemi diyebiliriz.
II
Bu noktada tartışmayı, sosyal davranışa bağlı olarak sebep-sonuç ilişkisinden de doğan bir paralelliğe sahip olduğunu düşündüğüm siyaset zemininde incelemek istiyorum. Herkesin bildiği üzere hem kürede hem de ülkemizde uzun yıllardır siyasetin hareket yönünü şekillendiren “popülizm” rüzgârı oldukça güçlü. Genel anlamda, kitlesel hareketleri ve popülist siyaseti şekillendiren temel şey; devlet içi kurumsal özelliklerin ve devletin organize olma yapısının halkın çıkarcılığı odağında işletilmesi yordamıyla siyasal rant elde edilmesidir. Hatta belirtmek gerekir ki Türkiye’de bu popülist eğilimi temsil eden güncel siyasi iktidar, halk çıkarcılığı formülünde önceki seçimlerde tıkanıklık yaşamasını takiben devletin organizasyon ve kurumsallaşma yapısında 2017 yılında bir halk oylaması gerçekleştirerek çeşitli değişiklikler yaptı. Burada yeniden kurumsal yapıya dikkat çekmek istiyorum, Türkiye örneği genel bir küresel okuma sağlamakta biraz eksik kalabilir, ama yine de bazı doneler elde etmemizde araç olabilir. Zira iktidar partisinin de süreci halk oylamasına taşıması sırasında icra ettiği söylem, kurumsallaşmanın yönetme krizini yarattığı ve bu yolla koalisyonlara mecburiyetten mahal verildiği idi.
Öyleyse biz de hem küresel siyasette hem de Türkiye’de gelecek süreci algılamaya çalışırken devlet organizasyonuna ve kurumsallaşma zeminine eğilmeliyiz. Nitekim korona sürecinin bizi karşı karşıya bıraktığı ölçeğin genel manada; eşitsizlik, atıl kalma, yöneten-yönetilen ilişkileri ve devlet erkleri unsurları etrafında oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu noktada, hem sosyal-siyasi hem de iktisadi açıdan başat sayılan ülkelerin sağlık sistemlerinin ne kadar da meseleye yetersiz kaldığını gördük. Ayrıca, hemen hemen tüm ülkelerin sağlık sistemlerinden istifade ettirmek noktasında halkına gelir durumuna göre eşit ya da dengeli bir hizmet sağlayamadığını saptayabildik. Buradaki mesele şöyle sıralanabilir: Karar alma ve onu uygulama noktasında başarısız olunması; bu başarısızlığın örtülmesi için özne olan “devlet”in karşı karşıya kaldığı sorunu “düşman”laştırarak vazifesini halkla paylaşmaya gayret etmesi- ve bu yolla sorumluluğu konusunda atıl kaldığını gizlemeye çabalaması; Daha sonra da başarısız iktidarları sorgulayacak aygıtların –sözgelimi, siyasi muhalefetin ve diğer denetleme gücüne sahip organların- bu görevlerini yerine getirememesi. Hepsini bir arada ele alırsak burada zayıf kalan yapının “kurumsallaşma” olduğunu söylememiz en uygun yaklaşım olacaktır. Büyük bir efektiflik tartışmasının bizi beklediğini öngörebiliriz, doğal olarak bunun da siyasi ve sosyal sonuçları olacağını, bu şekilde de bazı siyasal değişimlerin gelecekte karşımıza çıkabileceğini düşünebiliriz.
Siyasal değişimlerin incelemesini yaparken tartışabileceğimiz ve üzerinde alternatifler oluşturabileceğimiz iki ana odak olabileceğini düşünüyorum. Bunların birincisi demokratikleşme, ikincisi de otoriterleşme.
Öncelikle demokratikleşme eğiliminin olasılığını tartışarak başlayalım: Kurumsallaşma bağlamında devlet yöneticilerinin atıl kaldığını belirtmiştik. Dolayısıyla bu karar alma süreçlerinin toplumsal açıdan sorgulanması konusu, popülist siyasal söylem yordamını kullanan hükümetlerin politikalarında “u” dönüşleri sergilemelerine mahal verebilir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz üzere popülist siyasetin ana ekseni, halk çıkarcılığı bağlamında devletin kurumsal yapılarının –çoğu zaman sahte biçimde- halkın inisiyatifine çalıştırılmasının ajite edilmesi ve onun propaganda malzemesine dönüştürülmesidir. Ancak bu açıdan baktığımızda zaten popülist yöntemler neticesinde siyasi iktidar gücüne erişmiş hükümetlerin yine iktidara gelme biçimlerinde sundukları formül zaten bu idi, ve karşılıksız kaldı, hatta neredeyse çuvalladı.
Siyasal ve sosyal olarak ülkeleri; gelişmemiş, azgelişmiş veya gelişmiş olarak değerlendirmekten yana değilim, bu yaklaşımla günümüz toplumsal davranışların yeterli biçimde algılanabileceğine pek inanmıyorum. Yani, siyasi iktidar gücünün sorgulanabilirliği ve onun demokratik halk muhalefetiyle sarsılabilirliği bu üç endekste tartışılırsa yeterli bir ayrıma varamayabiliriz. Örneğin, Fransa sokaklarındaki sarı yelekliler eylemleri ne kadar demokratik bir çizgide gerçekleştirmiş olsa da “gelişmiş” olarak kabul edilen Fransa devletinin bu eylemlere ne kadar “antidemokratik eylem” tutumu sergilediğini izledik. Öyleyse bu siyasal ve sosyal davranışlar günümüz dünyasında yakın zamana göre biraz daha fiziksel güç ile doğru orantılı birbirlerinden ayrılabiliyor diyebiliriz.
Tüm bunlarla incelediğimizde, propaganda tutumları toplumlar tarafından sorgulanan popülist siyasi iktidarlar ve onların kurumsallaşma reaksiyonları daha da sorgulanacak hale gelebilir. Daha ötesi, bu hükümetlerin sorgulanmaları olayı, kurumlar ve devlet organizasyonları bağlamında işletme kapasitelerinin atıllığı ile yeniden şekilleneceği için her zamankinden daha radikal davranışlarla bizi karşı karşıya bırakabilir. Buradan baktığımızda hem toplumdan –yani yönetilenden- devinim kazanan bir durum ile hem de devletin organizasyon yapısında meydana gelen bir eleştirme durumuyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu aslında faydalı bir durum olarak görülebilir. Zira iki yönden yalnızca biri tarafından hareketlenen bir radikal değişim çok ciddi sosyal ve siyasal krizler yaratabilirdi, ancak bu hareketlerin iki yönünün de farklı biçimlerde işliyor olması kendiliğinden bir frenleme mekanizması yaratabilir. Bu da şüphesiz iyi bir şeydir, küresel açıdan daha büyük bir krizin içerisine girmemizi doğal yollardan engelleyebilir.
Peki ya diğer odak olan demokratik eğilim yönünde ortaya çıkabilecek sonuçlar ne olabilir? Kısaca bunu yerel yönetim eylemleriyle ve siyasal katılımcılık ile değerlendirebiliriz. Özellikle merkezi açıdan devlet mekanizmasının atıl kalması, yerel yönetimlerin dünyanın her yanında harekete geçmesini oldukça araçsallaştırdı. Hatta yakın geçmişte de yerinden aksiyon alma ihtiyacının zaten önemini artırıyor olması bu süreçte daha da hız kazanabilir. Bu da siyasetin daha az ideolojikleşmesine ve siyasi yapılar arasındaki farkın fikriyat açısından değil, reaksiyon alabilme kapasitesi açısından oluşan bir durumun daha kabul edilebilir hale gelmesine sebep olabilir. Sosyal medyada toplumların yaygın biçimde yer alıyor olması ve onunla kimlik oluşturabilmesi “kamuoyu tutumunun” artık yöneticiler tarafından çok daha hızlı öğrenilebilmesine ve karşılanabilmesine vesile oluyor. Bunun daha da belirginleşmesi mümkündür.
Demokratik eğilimin dışında muhtemel bir eğilim de otoriterleşmedir. Kapalı toplumlarda zaten hâlihazırda otoriter yönetimlere yönelik alışmışlığa sahip olunması bu noktada halkın daha talepkârlaşması hüviyetine bürünebilir. Onun dışında, bazı demokratik görünümlü ancak bu deneyimi edinme bağlamında oldukça yeni olan bazı sorunlu demokrasilerde, şu anki popülist ve otoriter eğilimli liderler “süreci iyi yönetmiş olma” söyleminde vites artırmak suretiyle başarı arayabilirler. Elbette bu eğilim demokratikleşmeye nazaran daha düşük ihtimalli görünmektedir, çünkü kürenin ana eğiliminden daha küçük boyutta ayrımlar sergilemek hem günümüz ekonomisinde hem de gelecekteki muhtemel resesyonda çok mümkün gözükmemekte. Karşılık bulabilir mi? Ortam müsait değil diyemeyiz, siyaset dilinin iyi kurgulanması neticesinde bir ihtimal bulabilir. Bunun sonucu da ne yazık ki meşruiyeti oldukça yüksek otoriter yönetimlerdir.
Bunun dışında son olarak da Türkiye özelinde birtakım incelemeler yapabileceğimizi düşünüyorum. Türkiye’de bu sürecin dinamiklerinin zaten hâlihazırdaki siyasetin akış yönünü daha da hızlandırabileceğini söyleyebiliriz. Öz yönetim vurgusundan yola çıkarak belirtmek gerekir ki Türkiye’deki gelecek tahayyülümüzün ana eğiliminin demokratikleşme olması daha muhtemel. Baktığımız zaman Türkiye’deki ilerlemenin yönü zaten çok açık biçimde yerel yönetimlerden güç kazanmakta olan demokratik muhalefete odaklı idi. Bu süreçte mevcut siyasi iktidarın hem siyasal söylemde zayıf kalması hem de diğer ülkelerde olduğu gibi kurumsal refleksler gösterirken başarısız ve çelişkili olması demokratik muhalefetin yerelden genele doğru kapsayıcılığını artırması konusunda hız kazanmasına yardımcı olabilir. Nihayette, Türkiye’nin yönü zaten “demokratikleşme” olarak uzun bir süredir belirgindi. Korona süreci içerisinde de anakent belediyesinin ve siyasi muhalefet yönetimindeki diğer metropollerin kolektif biçimde dayanışmacılık örnekleri göstermesi bunu daha net biçimde görünür kılıyor.
Toparlayalım;
Bu sürecin geniş çapta neredeyse tüm siyasi ve sosyal meseleler etrafında bir pasifleşme ve durağanlaşma durumu yaratması olası görünüyor. Ancak uzun vadeli durağanlaşmalar siyasetin doğasının getirisiyle beraber güçlü ve enerjik hareketlerin ortaya çıkmasına da sebep olabilir. Bunun yansımalarını hem kendi içimizde hem de ulusal ve küresel ölçekte siyasal açıdan yaşayacağız.
Görsel: Arc de triomphe de l’Étoile, Paris, Mart 2020.