Sanatın Sonuna Doğru Mu?

Çağlar boyunca bilgi, toplumların otorite tarafından kontrolü bağlamında özel bir noktada konumlanmıştır. Bilginin bu konumunu Foucault’nun diskur üzerine görüşleri üzerinden açıklamak mümkündür. Foucault, bilginin iktidar araçlarınca şekillendirilerek yayıldığını savunur. Bu görüşe göre bilginin kaynağı kimse, güç ve iktidar onun elindedir. Dolayısıyla bilginin meşruiyetine yüklenen anlam da otorite tarafından şekillendirilir. Özetle Foucault, bilimin özgürleştirici bir araç olduğunu savunan aydınlanmacıların aksine, bilim insanlarının ancak otoritenin çizdiği sınırlar içerisinde hapsolarak bilim yapabileceklerini ileri sürer. Önemli bir noktayı vurgulamak gerekirse Foucault’nun bu görüşü, otoritenin bilgiyi yoktan var etmesi değil, bilgiye diskur aracılığıyla anlamını yüklemesi ve bu yolla bir kontrol mekanizması geliştirmesi üzerinedir. Zira bizim zihinlerimizde şekillenen her anlam, objenin ve pratiğin bir bütünü olan diskur tarafından şekillendirilir ve diskuru oluşturan da bizzat otoritedir. Bu da demek oluyor ki zihnimizde yer edinmiş her bilgi, otoritenin elinde şekillenmiş bilgidir ve bilgi asla özgür değildir.

Bilginin otorite tarafından bu mutlak kontrolü, estetik haz ve estetik tavır arasında post-modern çağda çoktan kopmuş olan besleyici bağı ele almamıza da yardımcı olacaktır. Ancak bu ilişkiyi anlamak için öncelikle estetik için çizeceğimiz sınırları sanat eserlerinden alıp hayatın her alanına yayılacak kadar genişletmek gerekir. Zira estetik, yalnız sanatla sınırlı kalmaz; günlük hayatımızda dahi pragmatik düşüncelerle vermediğimiz her karar estetiğin konusudur. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak, sıcak bir havada yürürken susuzluğunuzu gidermek üzere su içmeniz pragmatik bir karardır. Ancak deniz manzarasının tadını çıkarmak için deniz kenarında oturup içkinizi yudumlamanız, içki üzerine tercihiniz dahil olmak üzere, estetiğin konuları içinde, öznel ve zevklerinize dayalı bir tercihtir. Bu kapsamda sanat ise estetik unsurlar gözetilerek ortaya konan bilgiye dayalı bir çaba olarak görülmelidir. Bu cümle ile kastedilen ise sanatın doğrudan ham bilgiyi kullanan bir alan olduğu değil, bilginin tahayyülü ile ortaya çıkıyor olmasıdır. Bu pencereden baktığımızda estetik zevkler ne kadar öznel ise sanat da bir o kadar tahakküm altındadır. Çünkü herhangi bir bilgi gibi sanat eserine götürecek olan bilgi ve onun tahayyülü de otorite tarafından kontrol edilir.

18. yüzyılda estetik ve estetik değerin standartlarını incelemiş olan Hume, bir sanat eserini değerlendirebilecek bir kişinin bazı özelliklere sahip olması gerektiğini öne sürer. Bu özellikler detaylara hakim bir zevk inceliği, pratiklik, karşılaştırma yetisi, ön yargısız yaklaşma ve kendinin farkında olma olarak sıralanabilir. Bu özellikler de açıkça sanatın bilgiye dayalılığını göstermektedir. Örnek vermek gerekirse bugün Türkiye’de bir kişinin Nâzım Hikmet’i, Attila İlhan’ı, Didem Madak’ı ya da kendinden önce gelen diğer şairleri okumadan şiir yazması mümkün değildir. Çünkü ancak bu süreçle şiire dair bir zevk, tecrübe ve farkındalık geliştirilebilir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki Hume’un bu görüşü sanatı nesnel bir alan olarak algıladığı şeklinde yorumlanmamalıdır. Daha ziyade Hume’a göre sanat öznel olsa da bazı yargıları yargılayacak kadar bir birikime sahiptir.

Burada ise temel soru, post-modern dünyanın sanata dair yargıları yargılamaya ne derece elverişli olduğudur. Nitekim yukarıda belirtildiği gibi sanat bilgi ile inşa edilir ve bilgiye bağımlılığı dolayısıyla kaçınılmaz bir şekilde otorite tarafından şekillendirilmektedir. Dolayısıyla bizim karşılaştırdığımız ya da üzerine düşündüğümüz yargılar, öznel bir süreç sonucunda elde edilmiş yargılar değil otoritenin inşa ettiği kültür endüstrileri sınırları kavramında oluşmuş yargılardır. Günümüzde sanatın farklı kollarına dair ilginin toplandığı dijital oluşumlara bakarak da bunu gözlemek mümkündür. Popüler olanın peşinden giden sanat dergileri, izleyicisini kendi inşa ettiği dünya içinde hapsetmeyi amaçlayan film ve dizi platformları sanata ulaşabileceğimiz platformlar değil, yalnızca tahakküm altında şekillenmiş kültür endüstrisi unsurlarıdır. Sonuç olarak, sanatın “alıcıları” olarak bizim yaptığımız karşılaştırmalar bir sanat eseri ile diğer sanat eseri arasında değil, ancak iki farklı kültür endüstrisi arasında olabilir.

İşte bu ortamda estetik haz ile estetik tavır arasındaki bağa yeniden dönecek olursak, bu bağın otoritenin bilgi üzerine hakimiyeti ile koparıldığını söyleyebiliriz. Nitekim bilginin otoritenin elinde olması, tahayyülümüzün de aynı otorite tarafından şekillendirilen kültür endüstrilerinin dar alanlarında kapalı kalmasına neden olmaktadır. Sanata dair açlığımızı ancak kültür endüstrisinin ürünleriyle giderdiğimiz post-modern dünya, ne yazık ki sanatı algılamamıza yetecek öznelliği bize sunmamakta, estetik yargılarımız ancak bu dar alanlarda oluşabilmektedir. Bu ortamda ne sanatın öznesi olan sanatçının estetik tavrı, ne de sanatın izleyicisinin estetik hazzı kendi hissiyatı etrafında şekillenir. Dolayısıyla post-modern dünyada estetik hazzı aramak her geçen gün anlamsızlaşmakta ve bu anlamsızlık bizi sanatın sonuna doğru götürmektedir.

Kaynakça

M. Foucault, “Orders of discourse”, Social Science Information, vol. 10, no. 2, pp. 7-30, 1971. Available: 10.1177/053901847101000201.

Hume, David (1757). Of the standard of taste. In _Essays Moral, Political, and Literary_. Libertyclassics (1987). pp. 226-249.

Paylaş:
Default image
Tayfun Tatar
ETH Zürich - Mikro ve Nano Sistemler M.Sc