“Not quite my tempo.”
2014 yılının ses getiren Hollywood filmlerinden Whiplash’te Terence Fletcher, baterist öğrencisi Andrew Neiman’a böyle diyordu. Filmi izleyen herkesin aklında kaldığını düşündüğüm bu replik aslında bu yazının konusuyla doğrudan ilintili gözükmese de söyleyeceklerime bağ kurabileceğim noktalar içeriyor. Nitekim bu repliğin yansıttığı psikolojik dram, Neiman’ın Fletcher’ın takdirini kazanmak için harcadığı bütün o çabanın nasıl sonuçsuz kaldığını gösteriyor. Filmde Neiman’ın Fletcher’ın temposuna ayak uydurmak için denediği her yol adeta bir duvardan sekip geri dönüyor. Bu da kendisinin çok sevdiği sanatını her ne kadar icra ediyor görünse de sanatıyla arasındaki birlikteliğin zedelenmesine yol açıyor. Filmin sonunda Neiman’ın yaşadığı duygusal çözülme de bunun doruk noktasına ulaştığının somut bir göstergesi.
Filme dair bu kısa analizden yola çıkarak konumuza doğru gelelim yavaş yavaş. Zira benim sormak -ve tabii cevaplamak da- istediğim soru Whiplash filminin öyküsü, kurgusu ya da mesajına dair değil. Ancak yine de filmin hikayesine daha geniş bir perspektiften bakabilirsek, aslında olay örgüsünün sanat camiasındaki ödül mekanizmasını sorgulatır nitelikte olduğuna inanıyorum. Nitekim belirli zümrelerce, belirli aralıklarla, farklı dallarda ve farklı sebeplerle buna layık görülen sanatçıların alımlayıcılara alkışlatılması ve takdir ettirilmesi, bana kalırsa tartışmaya değer bir konu.
Bu noktada ilk olarak sanat ödüllerinin neden gerekli ve haklı görüldüğüne dair yaygın tezleri sıralamayı uygun görüyorum. İlk görüş, bu ödüllerin takdir görmeyi hak eden sanatçıların takdir görmesini sağladığı, bunun özellikle piyasaya yeni dahil olan genç sanatçıların önünü açan bir imkan olduğu yönünde. Bir diğer savunuya göre ise sanat ödülleri, bir festival havasında geçen törenleriyle alımlayıcıların ilgisini sanat üzerine yoğunlaştırdığı için potansiyel alıcıların sanatla ilişkisini güçlendirmede önemli rol oynuyorlar.
Bu tezlerden ilkine karşı sorulması gereken temel soru sanatın takdir görülmek için mi icra edildiği. Nitekim sanat ödülünü, belirli kriterlere göre “doğru” sanatçıları yücelttiği için haklı sayan bu görüş, dolaylı olarak sanatın amacı hakkında da bir sonuca varmış oluyor. Sanatçının takdir görme beklentisindeki pragmatizmin sanatını nasıl etkileyeceğini anlamak içinse bu soruna Freud’un bakış açısıyla bir yaklaşabiliriz. Freud, “sanatı sanatçının belirli sebeplerle doyuramadığı arzularının dışavurumu” olarak görür[1]. Ona göre estetik zevk yarara içkindir ve kişinin sanatsal beğenileri bu arzularını yansıtır. Kişinin beğeniye layık gördüğü sanat eserinin dahi ‘arzularının dışavurumu’ olduğu bir ortamda, kendi ürettiği bir eserin tamamıyla bu arzuların betimlemesi olmasını beklemek ise kaçınılmazdır. Bu koşullar altında üretilen bir sanat eserinin bir topluluktan takdir görmesini beklemek ise doğal olarak sanatçının ve bu yetkin kabul edilen zümrenin arzularının örtüşmesini beklemek anlamına geliyor, bu da oldukça ütopik bir beklenti.
Bu beklentinin ütopyasını anlamak için topraklarında gezindiğimiz düzlemi temel bilimlere doğru biraz genişleterek Einstein’in görelilik teorisine değinmeyi faydalı görüyorum. Modern fiziğin temelini oluşturan, temel bilimlerin bakış açısını sarsıcı şekilde değiştiren bu teorinin karmaşık formüllerine girmek değil elbette niyetim; ancak en basit haliyle özetlemek gerekirse bu teorisiyle Einstein’ın savunusu, “kollarımızdaki saatlerle mutlaklaştırmaya çalıştığımız zamanın dahi algıya bağlı, göreli bir büyüklük olduğu” şeklinde[2]. Yani iki insanın zaman algısının bile farklı koşullarda farklı şekilde gelişmesi mümkün. Dolayısıyla bu iki farklı insanın, bir sanatçının eserine yansıttığı arzusunu aynı şekilde algılaması bir bakıma imkansız. Bu noktada da hangi insanın algısının üstün geleceği önemli bir çelişki.
Bir diğer sorunlu nokta ise takdir eden kişi ya da kişilerin yetkinliği. Zira bir edebiyat ödülünün bir edebiyatçının, ya da sinema ödüllerinin bir yönetmenin/oyuncunun önünü açtığını savunmak, bu ödülü veren jürinin eline büyük bir ‘güç’ vermek anlamına geliyor. Bu da jürinin, Freud’un yukarıda bahsettiğimiz görüşüne de dayanarak, kendi arzuları yönünde bazı sanatçıların kendini ifade etme alanlarını genişletirken bazı diğer sanatçıların alanlarını ise kısıtlaması demek. Bunun sanatın ve sanat eserinin üzerinde yarattığı tahakkümü göz ardı etsek bile, bu yetkiye sahip insanların neden bu yetkiye sahip olduğu sorulması gereken sorulardan biri.
Hume bu soruya yetkin kişilerde bulunan özellikler üzerinden bir cevap veriyor. Hume’e göre bu yetkin jürilerin en belirgin özelliği objenin doğasından ziyade insanın doğasını daha iyi anlamaları ve tanımaları[3]. Hatta kendilerine mevzubahis otoriteyi veren de tam olarak bu ‘tanıma’ durumu. Ancak Hume’ün bu görüşünün bizim sorumuza cevap olabilmesi için öncelikli olarak “insan doğası” diye bir gerçeğin varlığını kabullenmek gerekiyor. Ne var ki insanın doğuştan gelen bir ‘doğa’sı olduğu görüşü, kişinin hayatı boyunca çevresiyle kurduğu bütün temasları, tarihsel ve dönemsel özellikleri arka plana itmesi sebebiyle kavramsal olarak sıkıntılı bir yaklaşım. Yani Althusser’in de dediği gibi, insan doğuştan bir karakteristiğe sahip değildir; yani onun bir ‘doğa’sı yoktur[4]. Onu şekillendiren, kurduğu ilişkilerin getirdiği gereksinmelerdir. Haliyle insan doğası kavramı üzerinden belirli bir zümreye yetkinlik atfetmek de oldukça hatalıdır.
Sanat ödüllerinin alımlayıcıların odağını sanat ve sanat eserleri üzerine topladığı iddiasına gelecek olursak, burada bahsedilen odağın özünü yorumlamada bir hata söz konusu olduğuna inanıyorum. Bir örnek üzerinden gidelim; Oscar Ödülleri’nin o yıl içinde üretilmiş filmlere ve onların üreticilerine dikkat çektiği doğru, ancak bunun sanata ne kadar hizmet ettiği tartışılır. Çünkü doğası gereği sanat ödülleri bir skor yapma anlamı taşıdığı için ödül törenleri de sanatın merkezde olduğu etkinliklerden ziyade bu skorların fanatikliğinin yürütüldüğü etkinlikler haline geliyor. Skor yapma zihniyeti üzerinden güdülen bir sanat alımlama süreci ise sanata değil, aksine onu metalaştırmaya hizmet ediyor.
Özetlemek gerekirse, sanat adına çeşitli amaçlara hizmet ettiği öne sürülen sanat ödülleri, hangi dalda olursa olsun, esasında sanata değil sanatın doğasının bozulmasına hizmet eden metalardır. Sanat ödüllerinin sanatçıları bir piyasada var etmek üzerine kurgulanmış olması da bunun en iyi göstergesidir. Sanat takdir almak, beğeni toplamak, ya da kabul görmek gibi pragmatik çıkarlar için icra edilmemeli, sanat alanı da bir piyasa olarak görülmemelidir. Sanatın ön koşulu bunlardan biri ya da birkaçı olduğunda sanat eseri, üreticisiyle bağını kopardığı için sanat eseri olma özelliğini de yitirir. Üstelik bir zümreye sanatçıların sanat kariyeri üzerinde bu derecede etkili olma hakkını vermek sanatçılar üzerinde kaçınılmaz bir tahakküm oluşmasına ve sanat üretiminin “elit” zümrelerce ele geçirilmesine yol açar. Tam olarak bu da sanat ödüllerinin yapıcı olduğu varsayılan ’gücünün’ ne derece tersten yıkıcı olabileceğinin en net göstergesidir.
Kaynakça
[1] Freud, Civilization and its Discontents, trans. James Strachey Norton, 1961, pp. 29-30
[2] Beck, A. (1989). The Collected Papers of Albert Einstein, Volume 2: The Swiss Years: Writings, 1900-1909 (Collected Papers of Albert Einstein (Paperback)), 1989, pp.140-171, Princeton University Press.
[3] Cothey, A. L. (1991), The Nature of Art (Problems of Philosophy) (1st ed.), p. 19, Routledge.
[4] Althusser, L. (1964). Marxism and Humanism. Marxists. https://www.marxists.org/reference/archive/althusser/1964/marxism-humanism.htm
Görsel: Fransa’daki César Ödülleri’nde pedofili skandalıyla gündeme gelen Polanski’nin ödül almasına tepki göstererek salonu terk eden Adéle Haenel.