Merhaba!
Bu yazıda biraz sosyolojiden, biraz pedagojiden, biraz hukuktan, biraz tarihten, biraz mimariden, biraz da şehir planlamadan bahsedeceğim. Üçüncü dalga kahvecilerdeki sert kahvelerin yanında verilen şekerlere şükürler olsun ki ne pedagog ne hukukçu ne tarihçi ne mimar ne de şehir planlayıcıyım. Sosyologluğum da kötü bir şakadır, disiplinin tüm müritlerine yapılmış. Hiçbiri üzerine olmayan uzmanlığım beni herhangi birisinin rastgele kısımları hakkında atıp tutmak için özgür bırakıyor. Gönlüme rast gelmeyen kısımlarını da umurumdan kapı dışarı etmeme izin veriyor. Böyledir amatörün özgürlüğü, kapısından girmeyi beceremeyeceğim bahçelerin yemişlerini çalıp yerim. Madem karşılaştık bu bağın içinde gelin sizi de benzer bir amatörlüğe ve hatta aylaklığa; aylaklığınızla huzur bulmaya davet edeyim. Beğenmezseniz nasıl olsa geri alamazsınız bana kaptırdığınız zamanı.
Aylaklık Karşıtı Yasalar
Amerika Birleşik Devletleri, çeşitli toplumsal ayrımlar sayesinde birleşiklik gösterisini üretebilmenin ironisinin yanı sıra (Siyah / Beyaz, Demokrat / Cumhuriyetçi, İHAlar tarafından katledilen / O araçları kontrol eden) haberdar olduğum en saçma yasalardan bazılarına sahip. Bugün burada bahsetme niyetiyle dolup taştığım yasalar, Anti-Loitering adıyla anılıyorlar: Aylaklık Karşıtı. Şu dünyada bir şeyin karşıtı olur da savunanı olmaz mı? Faşistlerin kendilerini ifade etme hakkından devletlerin vatandaşlarını öldürme hakkına kadar en vicdana sığmaz, en ipe sapa gelmez şeyin savunanı olur da aylaklığı savunan çıkmaz mı? Çıkar ya, ben olurum kendisi, siz çalışırken gökyüzünü boyarım, kafanızı işinizden kaldırıp bakmazsınız ki mavi olduğunu göresiniz. Gelin de irfanımın ışığı retinalarınızı kızartsın(!).
Loitering (ki Google aylak aylak aylak aylak dolaşmak -evet dört kere- olarak çeviriyor, olası çevirilere de sürtmek, oyalanmak ve sallanmak olarak çeviriyor. Ben şu noktadan itibaren aylaklık olarak kullanacağım) Cornell Üniversitesinin Yasal Bilgi Enstitüsü sayfasında şöyle tanımlanmış: “Geciktirmek, geciktirmek, oyalanmak, aylaklık etmek ve boş durmak. “Loiter”, ceza kanununda veya kanunda bu tür bir önem verildiği durumlar dışında, kötü veya suç teşkil eden herhangi bir şeyi ifade etmez. Aylak aylak aylak gezinme yasaları, bir amaç olmadan kamusal alanda oyalanmayı yasaklar.”1

Bu aylaklık-karşıtı yasaların kamusal alan üzerine belli şekillerde hükmetmeyi amaçlayan bir teknoloji olduğunu fark etmemek elde değil. Burada hüküm ile anlaşılması gereken yalnızca baskı değil gerek söylev, gerek gözetim, gerek genel-geçer ahlak ile belli şartlar altında, belli tarihsel süreçlerin içinde (yani zamanı ve mekanı belli ve kendine has olan) yapılması gereken, gerekmeyen, beklenen, istenen, istenmeyen, ayıplanan ve hatta cezalandırılan tavır, davranış ve bunlar hakkındaki gösterilerin genel bir şeması. Bu şemayla kıyas içine giren yaşamlar hükmedilen yaşamlar. Bu yasalara karşı çıkanlar onların çok belirsiz (“vague” kelimesini kullanıyor Cornell Üniversitesi, ki Google bunu başıboş dolaşmak olarak çeviriyor; vagabondange serserilik, avarelik demek ve ileriki sayfalarda etimojisinden bahsedeceğim) ve çok geniş kapsamlı olduğundan yakınıyor (ki hükmün yalnızca baskı olmadığının en kolay örneklerinden biri bu). Örneğin, nereye yürüyeceğimi bilmeden yürüyüşe çıksam, yasayı çiğnemiş olur muyum? “Mademki bu esvaplarla ayakkaplar benim ve madem ki sokaklar kimsenin değil.”2
Ancak sorun burada ortaya çıkıyor, o sokaklar aidiyetle dolu. Ne yazık ki bu aidiyette bizim payımız yok, en azından belki bizi ve emeğimizi yeniden üreten bu mekanları (yeniden) üretecek kadar yok3. Aylak aylak dolaşan Orhan Veli’yi katleden sokaklar, bize kim bilir ne kötülükler ederler.

Aylaklık karşıtı yasalar şimdilerde şehir sakini ötekilerin mekân kullanımını ve mekanlara erişimini yönetmek, bu sayede istenen ya da tahammül edilebilen sakinler için kamusal alanı çeşitli şekillerde yaratmak ve yönetmek için kullanılıyor. Evsizler sığındıkları köprü altlarından, seks işçileri çalıştıkları köşe başlarından ve belki de aralarından en büyük suçu işleyen etnik ötekiler hiç utanmadan sadece içinde var oldukları (!) kamusal alanlardan bu yasalarla, bu teknolojiyle defediliyor. Buna teknoloji dememin ardındaki dert havalı bir terim arayışı değil. Teknoloji ile anlaşılan mutlaka materyal bir alet olmalı ise bu tutumu kendiliğinden üretmek için tasarlanmış materyal örnekleri bulmak pek kolay. Anlaşılması gereken ise karşı karşıya olduğumuz şeyin bir teknoloji: toplumun dayanıklı hale gelişi4 (Latour’dan daha solcu olmayı seçebilirsek -ki seçemiyorsak ne yapıyoruz bu yazıyı okuyarak- getirilişi) olduğunu görmek.
Aylaklık Karşıtı Teknolojiler

“Hostile Architecture” ya da “Defensive Architecture”; Düşmanca Mimari ya da Savunmacı Mimari, var oluşu itibari ile politik bir teknoloji. Öyle ki adı bu teknolojiye karşıt mı taraf mı olduğunuza göre değişiyor ve tabi ki neye düşman olup neyi savunduğunuza göre; neyi muhafaza ettiğini düşünmeden muhafazakâr olanlar burada not almaya başlayabilir.
Pek muhterem Langdon Winner, pek muhterem “Do Artifacts Have Politics?” (İnsan Eliyle Üretilmiş Şeylerin Politikaları Var mıdır?) eserinde bir üst geçittin veyahut köprünün nasıl politik olabileceğinin yanı sıra belli insan eli ile üretilmiş şeylerin nasıl belli politikaları zorunlu kıldığını anlatıyor bize. Mesela bir atom bombası, ister istemez totaliter bir yapıyı (hem sosyal bir yapı hem de mimari bir yapı) ister istemez beraberinde getiriyor5. Bombanın korunması, kullanılma prosedürlerinin belirlenmesi, erişim sağlanması ve erişebileceklerin belirlenişi vs. Sonuçta bir atom bombası sokağın ortasında kendi haline bırakabileceğiniz bir şey değil. Ancak sorun şu ki sokağın kendisi de kendi haline bırakabileceğiniz (ya da en azından bırakılmış olan) bir şey olmaktan pek uzak. New York’un ünlü planlayıcısı Robert Moses mekânın politik üretiminin oldukça farkında olan bir bok torbasıydı. Tasarlattığı alt geçitlere otobüsler sığmıyordu, bu sayede Long Island’dan toplu taşımayı kullanan güruhları (işçileri ve siyahları) uzak tutmayı amaçlıyordu. Şehrin ulaşım altyapısını otoyollar üzerine kurarak hem toplum taşımayı kullananların genel hareket kabiliyetini kısıtladı, hem de otoyollarla mahalleleri bölerek ırksal ayrımcılığı şehrin taşlarına kazıdı6. Bu yapıyı ister savunmacı olarak görün (Long Island’ı siyahlar ve diğer Ötekilerden savunan) ya da düşmanca olarak görün (ırkçılığı şehrin temellerine pek maddi şekilde yerleştiren bir düşmanlık) onun toplumsal bir tavrı, belli bir hükmü maddeye taşıdığı ve bu maddenin de bu hükmü herhangi bir aracıya gerek kalmaksızın gerisingeri topluma toplumsal alan üzerindeki etkisiyle ilettiği aşikar.
Bu kadar sarsıcı örnekler şart da değil tabi. Örneğin Sennett’in Building and Dwelling: Ethics for the City (İnşa Etmek/Bina ve İkamet Etmek/ikametgâh: Şehir için Ahlak) kitabında Paris’in ünlü bulvarlarının nasıl ortaya çıktığını anlatışına kulak verelim. Sennett’in hem fiil hem isim olan Building ve Dwelling kelimelerini hoşbeş edişini ne yazık ki taklit etme yeteneğine sahip değilim çevirimde, mazur görünüz, görmezseniz kendiniz çeviriniz, e-posta ile zatıma ulaştırınız, Ze harfi. Sennett’in anlatısı bize sadece mekânın politik oluşumunu ve politik yaşamı yeniden üretişini değil, Derrida’nın phallogocentricsm dediği, bizim ise kısaca erkeklerinin sikinin keyfinin dünyayı nasıl ve kendi için ürettiği olarak anlayabileceğimiz o kutlu metafizik ögeyi gösteriyor bize.

1843 yılında Alexandrine adlı çoklu kullanıcıya uygun ilk pisuar icat edildiğinde sokakların herhangi bir noktasında rahatça işemek ayıp bir iş değildi8. Zamanla pisuarlar, sokak köpekleri ve modern erkekler arasındaki o hayali ayrımı üretirken dışkılama için ayrılmış bir kamusal alan da üretti, belki de boktan kolonyalar içinde bulundukları dandik plastik şişeleri ve onları eline dökmeyi marifet gören otogar umumi tuvaleti işletmecilerinin tarih sahnesinde belirişini buraya kadar takip edebiliriz. Şehirleri veba ve benzeri hastalıkları üretme ve türetmeye yer sağlayan davranışların veballerinden kurtarmak için inşa edilen büyük lağım sistemleri bu umumi tuvaletler ile pek kolay iç içe geçti. İnşaat mühendisleri daha kolay temizlenebilecek bir sokağın, daha sık temizlenen bir sokak olacağını umarak girdili çıktılı kaldırım taşları yerine düz asfalta yöneldi. Sonuçta ortaya temiz (görece) sokaklar ve onlarla yeni ilişkilere girmeye hazır şehirliler çıkıyor. Bu ilişkilerin ortaya çıkardığı ilk mekanlardan biri ise, pisliklerden arınan yerlerde bitiveren kafeler.
Tabi spesifik olarak Paris’teki bulvar kafelerinden bahsetmeye kalkmak bizi Baron Hausmann’ın kucağına atıyor. 3. Napolyon tarafından Paris’i planlaması için görevlendirilen Hausmann, Paris’i akışlar üzerine kuruyor. Trafiğin akışı, yayaların akışı… Sennett eski şehirlerde hareketin yavaşlığının şehir yaşamının bir ön kabulü olduğundan bahsediyor; trafiğin en yoğun olduğu yerlerde yürümek at arabasından çabuk olurmuş genelde. Hausmann bu akışı hızlandırma niyetiyle daha geniş ve pek kör dönüşlere sahip sokaklar tasarlıyor. Bu sokaklar sadece dönüşlerinin keskin olmaması açısından kör değil, hızlı hareket edenlerin sağa sola bakma konusunda pek fırsat bulamaması açısından da kör. Bu sadece şehir planının (ville) şehir yaşamına (cite) etkisini örneklemiyor, bulunulan mekân (place) ve hareket edilen mekân (space) arasındaki farkı da gözler önüne seriyor. Hareketin mekânı olan yeni Paris sokaklar ve bulvarlarında akıp giden trafiğin hızlı parçaları olan bireyler ne bu içinden geçip gittiklerin peyzajın arkasındaki avam sokakları incelemeye fırsat bulabiliyorlardı, ne de bu peyzajın kendisinin içindeki ilginçliklere (evlerin giriş katlarından yukarı çıktıkça düşen ekonomik statüler kadar bir dükkanın önünde ne olduğu, balkonlardan nelerin sallandığı gibi basit günlük detaylar) dikkat edebiliyorlardı.

Pislikten temizlenen alanlarda, herhangi bir toplumsal kalkışma sırasında barikat kurulumunu engellemek için özellikle geniş inşa edilmiş (ki Ankara şehir merkezinde benzer bir dizayn ilkesi gözetildiğini duymuş olabilirsiniz), trafiğin hızlıca aktığı sokaklarda açılan alanlarda doğuyor bulvar kafeleri ve bu kafeler kendileriyle birlikte kafe insanını da getiriyor; yeni bir süjenin oluşumuna önayak olan bir teknoloji. Toplumun içinde yalnız kalmak öyle ucuz çay-sigara-otkafe edebiyatının yer altı kalburüstü edebiyatının klişeleşmesini bile klişeleştirdiği bir mecmua olmadan evvel, bir fırsat ve bir beklenti idi bu yeni kafelerde. Toplumun içinde bir başınıza kalma ayrıcalığı, sokakta kolunuzdan çevrilip bir şeyler sorulmama ayrıcalığı; masanıza rastgele birinin oturmama ayrıcalığı değil sadece, sizin masanızın olmasının yani aidiyetin ayrıcalığı. Mekân politikaları yaşamı şekillendiriyor, yaşam politikaları da mekânı. Bulvar kafeleri örneğinden çıkarılması gereken sonuç ise bunların her zaman planlandığı şekilde gitmediği; pisuarın mucitleri büyük ihtimalle “şöyle küçük bi’ yer olsa da bi’ şeyler içşeydik” diye düşünmüyordu. Bu Pisuar eşittir bulvar kafesi olarak da anlaşılmamalı, sadece bilinmeli ki pek politik olan teknolojilerin pek politik sonuçları planlanan ve öngörülebilenin ötesinde olabiliyor. Yani mekânsal hüküm kapalı bir sistem değil. Benzer şekilde, yazının bu kısmından çıkarılması gereken sonuç “toplumsal hükmü arzulayan ve üreten tüm teknolojiler kötüdür” de olmamalı.
Bugün belki kafeleri doğurmak gibi planlanmamış sonuçlara gebe olmasa da kamu alanında dışkılamayı önlemeyi amaçlayan mimari teknolojiler hala etrafta. Eğer pisuarlar, kanalizasyonlar ve kamusal kullanıma açık tuvaletler şehir sakinlerini belli bir şekilde yönlendirerek engellemeyi amaçlıyorduysa sokakların dışkıyla kaplanmasını, bu yeni teknolojiler -ya da eski teknolojilere getirilen yenilikler- pek daha agresif yöntemlerle “savunuyor” sokakları. Örneğin “üre savuşturucular” ayakta ve önüne doğru işeyen insanların kendi üzesilerine işemesini sağlayarak oraya işenmesini engelleme çabası içinde. Dışkılamak isteyene bir alan sunmak ve onu alandan kovuşturmanın arasında kalan başka bir teknolojik tavırda umumi tuvaletin yerini, istenen zamanda bir kumanda yardımıyla yerin dibine girerek artık ne umumi ne de tuvalet olan demir/plastik silindirik kulübeler alıyor Avrupa’nın şehir merkezlerinde. Bu teknoloji ile amaçlanan ne ve üretilen sonuçlar ne şekilde diye sorulmalı. Neden hep yerin üzerinde durmamalı tuvalet? Görüntü kirliliği mi yaratıyor? Kokuyor mu? Araç geçişini mi önlüyor? Vandalizme daha açık hale mi geliyor? Unutulmamalı ki (onlar bize bunu unutmamız için fırsatlar sunmaya devam etseler de) şehirleri inşa edenler ve toplumsal mekâna hükmedenler aptal değil. Belli bir mekandaki kamusal tuvaleti kaldırmanın o mekânın kullanımı açısından fark yaratacağı da aşikâr. En basit haliyle, lisedeki kendinizi düşünün (tabi ki aslında lisedeki beni düşünün çünkü yazının başından beri siz desem de kendim için yazdığım apaçık) siyah torbaya doldurulmuş tombul Efesleri tüketmek için kolayda işeyebileceğiniz bir yeri olmayan bir mekânı tercih eder miydi?

Ancak sarhoş gençlerden çok daha tehlikeli bir güruh var; şehrin tüm kamusal planlama ofislerinin karşısında seferber edildiği, çevik kuvvetlerin beklemede tutulduğu. Evsizler. İçinde uyuyamasınlar diye pisuarlar giriyor yerin dibine, onları planlayanların utancından girmesi gerekirken hem de. İşletmelerin önündeki üstü ezkaza kapalı alanlara çıkıntılı metal levhalar yerleştiriliyor. Köprü altlarına uzun dikenli tablalar döşeniyor. Günümüzde her şey gösterisel olduğu için bunların pek “mış gibi” yapanlarını bulmak, eğer sinik değilseniz bunlara kanmak pek mümkün. Dekoratif gözüken dev taşlar, dikenli bitki türevleri, havalı ve hip gözükürken üzerine uzanmayı engelleyen banklar ve hatta bisiklet kilitleme demirlikleri evsizlerin olmamaları gereken yerlerde olmalarını engellemek için üretiliyor, yerleştiriliyor, boyanıyor, yeniden kuruluyor. Oysa tüm evsizleri tek seferde ortadan kaldıracak teknoloji çok daha uzun sürelerdir mevcut; adına ev deniyor.
Aylaklığın Politik Ekonomisini Anlamak Üzerine
(Yazının değişmek üzere olan tonu için okuyucuya özür borçlu olmasam da vereceğim, bu kısım yukarıdaki kısımdan yaklaşık 6 ay sonra yazıldı; ilk kısımların sıcağı sıcağına taşan öfkesini burada taklit etmeye çalışmaya ne gerek var ne de samimi olurdu bu. Yazıyı yazmayı planlamaya başladığım Mart 2021’den beri aylaklık savunusu ciddi yükseliş gösterdi. Zamanında yayımlamış olup kendime tarihi bir entelektüel olarak pek Nergis bir pay çıkarmayı isterdim, ancak geç kalmış bir sıradan yazar bozuntusu olarak (ki öğrencinin temel dertlerinden biri budur) bunları şimdi ‘vizontelelemek’ zorunda kalıyorum. Gerek ecnebi sosyal medyalarında patlayan iş karşıtlığı (anti-work) gerek Türkiye’de hala süren kurye grevleri olsun, aylaklık aldı başını gidiyor; helal olsun!)
İlk aylak kimdi? Ünlü duvar yazısının dediği gibi ülkenin entelektüel damarlarından akan boklarla gübrelenmiş bir yerli entel buna pek tabi “Sinoplu Diyojen!” diyebilir. Biz de kendisine hiç ünlü olmayan arkadaşımın arkadaşının bu mahlukat üzerine söylediği “Abi, sahtekarlık yaparken yakalanıp, sürülüp, kölelikten kurtulmak için eğitmenlik yapıp, sonra aylak olmasa daha çok saygı duyardım.” Sözlerini iletebiliriz. Bizim niyetlendiğimiz (biz kimsek) düşünsel aylaklığa övgü (film ismi geçince ekrana parmağını uzatan Leonardo Di Caprio meme’i) illa böyle şaşalı bir reddediş olmak zorunda değil.

Örneğin, ilk olmadıkları açık da olsa, Foucault’nun üzerine bir şeyler çiziktirdiği vagabondlar, aylaklık meselesinin politik ekonomisine işaret ettikleri için; bunun gibi eleştirel bir yazının gerçekten solcu olması için gitmesi gereken yolu da gösterirler. Sağdan soldan alınmış notlarla geçiştirilmiş bir lisans sosyoloji eğitimi almış olanlar Foucault’nun 18. yy. Fransa’sında suçun ve suçlunun belirlenişi ve cezalandırılışı üzerine yazdıklarını hayal meyal da olsa hatırlayacaklardır. Hikâye şöyledir: Gerek savaş gerek kıtlık gerek politik tutarsızlık sebebiyle yerlerinden edilen ya da ayrılmayı seçen toprağa bağlı çiftçiler üretmeden tüketmek zorunda kalan güruhlar oluşturur (ki üretmeden tüketmek tabi ki hükümdarın, burjuvanın, patronun “işidir” ve onlar işlerine karışılmasını sevmezler) bu güruhlar kırsal alanda haraç keserek, yağmalayarak ya da şehirlere girebildikleri kısımlarda dilenerek hayatta kalmaya çalışırlar9. Bu sosyal iktidarsızlığı kabul edilemez bulan yöneticiler, bu serserileri çalışma evlerine ve/ya zihin hastalıkları kurumlarına, yoksul evlerine ya da kolonilere yollanan gemilere tıkar. Başta hayal meyal dememin sebebi Foucault’nun serserilik üzerine yazdıklarını bu şekilde özetlemenin tamamen yanlış olmasa da oldukça eksik olmasıdır. Böyle bir özet tarihi bir süreçten ve politik ekonomiden bahseder tabi ki (bahsedilen çalışma evleri sonrasında hem çalışma kamplarının hem de endüstriyel fabrikaların temelini atacaktır) ancak yüzeysel kalışı belli bir tarihsel değişimin ve bunun etkilerinin günümüzdeki hissedilişinin incelenmesini engeller.
“Fark edilmesi gereken şudur ki deliliğin aykırılaştırılması ya da çocuk cinselliğinin baskılanması gerektiğini düşünen bir burjuva yoktur; var olan ise deliliği aykırılaştıran ve çocuk cinselliğini gözetim altında tutan mekanizmalardır. Belli bir anda, incelenmesi gereken sebeplerden dolayı kar ve politik fayda ürettiler, bu sebeple öncelikle küresel mekanizmalar sonrasında da hükümet tarafından kolonileştirilip desteklendiler. Eğer belli sebeplerle ve belli bir anda onlardan kar ve politik fayda üreten güç tekniklerine odaklanırsak, bu mekanizmaların eninde sonunda nasıl bir bütün haline geldiklerini kavrayabiliriz. Diğer bir değişle, deli burjuvanın umurunda değildir, ancak 19. yüzyıldan beri, belli sebeplerle ve çeşitli değişimlere bağlı kalarak delileri ayıklamak için kullanılan prosedürler belli bir politik kar ve ekonomik fayda ürettiler. Sistemi pekiştirip bir bütün olarak çalışmasına yardımcı oldular. Burjuva delilerle ilgilenmiyor, deliler üzerinde güç sahibi olmakla ilgileniyor; burjuva çocukların cinselliği ile ilgilenmiyor, çocukların cinselliğini kontrol eden sistemle ilgileniyor. Suçlular burjuvanın zerre umurunda değil, onları cezalandırmak ya da yeniden topluma kazandırmak da çünkü bunlar ekonomik kazanç sağlamıyor. Diğer yandan, suçluların kontrol ve takip edilmesini, ıslah edilmesini ya da cezalandırılmasını sağlayan mekanizmalar bütünü politik ekonomik sistemin tamamı içinde işlev gören bir burjuva ilgisi oluşturuyor.” 10 Üzerinde durulması gereken (yüzeysel Foucault derslerinin lisans öğrencilerinin belli bir fikir edinmelerini sağlasa da yıllar boyu gerek savunacakları gerek de yerden yere vuracakları Fransız, boğazlı kazaklı, kel teori adamının bir çöp adam olduğu gerçeğinin yanı sıra) serseriliğin hükmedenlerin gözündeki anlamsal değişim süreci ve bu sürecin politik ekonomiyle nasıl iç içe olduğudur.
Bu ciddi bir farkındalık (ancak yeterli mi?). Foucault’nun derdinin “şeylere benzeyen şeyler”in ötesinde toplumsal düşmanların oluşturuluşu sırasında tarihsel ve politik değişimlerin izini sürmek olduğun kavramak gerekiyor; yani sadece bir benzeşme ve bağ değil, bir değişim ve kopuş da söz konusu. Aylaklığı bu politik/ekonomik/tarihi değişimlerden ayırıp kutsal ve iyi bir saf tutum haline getirmek pek ahmakça olur; bu yazının amacı bu değil. Foucault’nun da dikkat çektiği üzere toplum düşmanı olarak suçlanan serseriler aynı zamanda toplum düşmanlarını ayıklamak için kullanılan askerlik ve polislik kurumlarının temel işe alım havzasını oluşturuyor9. Serserilik genel bir aylak ruh hali ya da karakter aşınmasının getirisi olarak görülmeyi bırakılıp, iş karşıtlığının kendisi ile eşdeğer tutulduğunda toplumun serseri olan ve serseri olmayan olarak ayrılmasının getirisi olan hapis kurumu; hapsin içindeki serseri ve dışındaki işçinin yaşam kalitesinin benzerliğini hem duvar hem damgalama ile gölgelemeye kalksa da asıl bununla yarattığı serseri ve serseriden bile isteye korunmak isteyen halk serseriliğin aykırılaştırılması mekanizmasının temeline yerleşiyor. Asıl olan bu durumun Foucault’nun yazdığı dönemden bizim dönemimize ve sonrasına doğru nasıl değişimler içinde olduğunu ortaya çıkarmak, yoksa burada bahsedilen tüm benzerlikler, çizilen tüm bağlar hiçbir işe yaramayacak aletlerin kendi kendilerini yontmasından öteye gidemez, entelektüel bir mastürbasyonda tutuklu kalır. Bu yazının temel öz eleştirisi bu olduğu gibi, okuyucunun yazının son kısmında aylaklığa getirilecek övgüleri okurken düşünmesi gereken ve sonrasında eleştiri ve bilgi üretmeye davet edildiği yol da tam olarak budur.
Toparlamak gerekirse, aylaklığa verilen övgü “belli zamanda, belli şartlar altında ve incelenmesi gereken sebeplerle” bezelidir. Umarım okuyucu buradaki övgünün bir “sanığın sanık olarak üretiliş mekanizmalarının”11 ve bu üretilişin çeşitli teknolojilerle toplumsal mekânda kalıcı hale getirilme çabasının ipini pazara çıkarmak isteyen bir savunma olduğunu fark edecektir.
Aylaklık Karşıtı Düşüncenin Zemini
Kişinin kendini belli şekillerde yontma, kendinde belli özellikleri geliştirme başkalarını köreltme çabası yeni bir çaba değil. Elbette Plato’nun akademisi ile yakın zamanda düzenlenmiş olan bir yaz felsefe kampı birbirlerinden çok farklı şeyler. Ancak ortak yanları yok mu? İkisi de belli politik çıkarlar içinde (Politikayı aşağılamanın, onu ‘düşünce insanı’ denerek oluşturulmuş apolitikliği pek politik yaratığın altında görmenin de politik etkileri olduğuna göre) belli süjeler yaratma derdinde değil mi? İkisi de özellikleri gençleri hedef almıyor mu? İkisi de o zincirlerin en yücesi olan eğitimi geçirmiyor mu bileklerimize, altın bilezik olduğunu iddia ederek utanmadan? Toplumun gençlerden beklentileri, onlara nasihatleri ve gençlerin bunları karşılayamayışı, bunlara isyanı ya da bunları kabulü içinde yaşıtlarıyla çatışmaları benzer şekilde yeni bir durum değil. Yine, bu durum üzerime söz söyleyen, gençlere şekil vermek içi yanıp tutuşan moruklar bulmak zor bir iş değil. Kumar masasından zaman bulduğu ölçüde meşgali bu değil miydi Kısakürek denen bok çukurunun; eğittiği talebeleri tarafından öldürülmeleri için gazetecileri fişlerken? “Batı medeniyetinin çöküşünün” ağıtlarını genç okuyucu ve dinleyicilerinin kalplerine, onlar da ötekilere doğrultacakları süngülerine kazısın diye kazıyan (ve bu sayede o hayali Batı’yı bir kez daha kuran) Kuzey Amerikalı entelektüel sürüsünün, uzmanların, eleştirmenlerin fonksiyonu benzer değil mi?
Yakın zamanda Jordan Peterson’un “Yaşam İçin 12 Kural: Kaosa Bir Panzehir” kitabı pek ses getirdi yaratılması hep süregelen Batı’nın gençleri arasında. ‘Her Amerikan trendi gibi 5-10 sene içerisinde bizim ülkemizi de kasıp kavuracaktır’ diye düşünürken 2019 yılının yazında D&R’ın en çok satanlar kısmının tamamını kapsadığını görmüştüm bu kitabın. Bu 12 kuralın bazıları kişinin kendi bedeni üzerine (Kural 1: Dik otur ve omuzlarını yanına al), bazıları toplumsal alanlardaki tavırları üzerine (Kural 11: Kaykayla kayan çocukları rahatsız etmeyin) ve birçoğu da kişinin entelektüel tavrı üzerine (Kural 7: Anlamlı olanla uğraş, işine gelenle değil). Peterson bu kuralları gençlerin günümüz toplumunda çektiği sıkıntıları aşmak ve kendilerini geliştirmek için yapabileceklerini düşündüklerini açıklamak, bu sayede hem modern toplumda gençlerin yerine dair görüşlerini hem de genel olarak içinde yaşadığı çağın çeşitli entelektüel kanatlarına eleştirilerini sunmak için yazdığı bölümlerin girizgahı olarak kullanıyor. Örneğin 12. kural, “Sokakta gördüğünüz kedileri sevin” sokaktaki kedilerden çok hayatta zevkin bir temel amaç haline getirilmesi yerine önümüze çıkan minik zevklerin tadına varmayı öğütlemek hakkında. Böylece Peterson’un dünya görüşü bu pek parapsikolojik, pek kişisel yardım rafının sağ altı kitaplarına yakışır kurallardan okura uzanıyor. Özellikle 6. Kuralı olan “Dünyayı eleştirmeye başlamadan önce kendi evinizin tamamen düzgün olduğuna emin olun” ile ne kastedildiği ve ne anlaşıldığı üzerine ‘”politik spektrumun” (eğer böyle bir zırvalığa inanıyorsanız) her tarafından yorumlar ve eleştiriler sunuldu.
Niyetim burada çok zaman kaybetmek değil, ama Peterson’un bu bölümde yazdıklarını ona gelen sol eleştirinin genellemesiyle birlikte kısaca özetlemek gerekirse, toplumsal ve tarihsel sorunları toplumun yok edilişi ile tarihin haklı çıkarılışı yoluyla görünmez kılarak çözdüğünü(!) söyleyebiliriz. “Toplum yoktur, sadece insanlar ve aileleri vardır.” diyen diğer bir bok makinesini hatırlayın, hani ölümünün sokaklarda danslarla kutlandığı demir leydi, Thatcher (Referans vermek de politik iştir, vermediğim referansları vermemeyi seçiyorum, şikayet edin isterseniz). Peterson bizi kendimize yönlendirirken benzer bir sonucu üretiyor, ama nasıl? Basitçe, eğer sürekli komşumun gece çıkardığı seslerden yakınıyorsam kendimin sabahın üçünde saçımı kurutmaya kalkmaman gerekir, öyle değil mi? Ya da matematik derslerindeki başarısızlığıyla dalga geçtiğim sınıf arkadaşım, biyolojiden aldığım 11’i kafama kakarsa ona ne diyebilirim ki? Bu çok yavan ve klişe “insanlara size davranmalarını istediğiniz gibi davranın” fikrine karşı çıkacak birilerini bulmak pek kolay olmasa gerek. Peterson, politik düşmanlarını işte tam olarak bu çok basit prensibi çiğneyen bireyler olarak inşa ediyor, ancak günlük hayattan çok daha büyük bir skalada. Örneğin, kendi evim bok götürüyorken gittiğim misafirlikteki dağınıklıktan yakınmamla kendi ülkemde siviller sadece etnik kimlikleri yüzünden katlediliyorken, başka ülkelerdeki etnik katliamları eleştirmem bir tutulabilir mi? Buradaki temel sıkıntı evimin tamamen benim kontrolüm altındaki bir alan oluşu (ya da öyle olduğunun düşünülmesinin daha kolay oluşu) ve kendi ülkemin tabi ki böyle olmaması. Burada birçok farklı eleştiri sunmak mümkün tabi ki, hızlıca geçmeye çalışıyorum, iki noktaya parmak basarak; kişisel tavsiyenin politik karakteri ve toplumu bireye indirgeyişi. Ancak, yola sadece kendimizi kontrol edebileceğimiz için hakkında düşünmemiz karar vermemiz ve harekete geçmemiz gereken tek şeyin yine kendimiz olduğu kabulü ile çıktığımız bu “kişisel gelişim” yolunda ben ile ülkem arasındaki fark nedir? Sadece kendisinden sorumlu ve sadece kendisi üzerine (anlamlı şekilde) karar alabilen, kendisiyle ilgili harekete geçebilen kişiler nasıl farklılaştırılacaklar içlerinde bulundukları ülkeden, toplumdan, sistemlerden? Bu şekilde yok edilen toplumda toplumsal çözümler için uğraşmak en iyi haliyle enayilik en kötü haliyle (ki Peterson bu kısmında kalıyor) mağduriyetçilik oynamaktır. Aslolan hayali bir toplum ve tarih yaratıp, çeşitli sebeplerle bireysel durumuza bahaneler üretmek yerine, bu bahaneleri aşacak kişisel karakteri kendi içimizde üretip, onunla kendimizi bulunduğumuz durumdan kurtarmaktır. Bu sebeple Peterson’un üzerine düşündüğü ana bağlamlardan biri olan Amerika’da ırkçılık konusunu kendi konumunu daha iyi hale getirmek için çabalayan bireysel siyah bireyler çözmelidir. Amerika’da polis şiddetinden şikâyet etmek (dünyayı eleştirmek) her Öteki mükemmel hayatlar sürmeden mümkün değildir (kendi evinin tamamen düzgün olması; ki benim ‘tamamen’ diye çevirdiğime bakmayın, Peterson “perfect” yani ‘mükemmel’ sözünü kullanıyor; ben abartıyor değilim kısaca burada) ve -ki asıl numara burada- bu mükemmel hayata ulaşmak sadece zaten var olan sistemler içinde bireysel gayretlerle -doğru hedeflendirilen, zekice gayretlerle- mümkündür. Tabi ki Peterson bu sırada çekilebilecek dertlerin hüznüne kör değil, neydi çözüm? Evet, sokak kedilerini sevmek gördüğümüzde.
Ben ne kadar eleştirel olsam da Peterson’un karşılaştığı takdir ve beğeni unutulmamalı ve sorulmalı neden ve nasıl böyle bir iddia başarılı olur, kitlelerce sevilir? Toplumsala başta inanmayan (ki burada hatırlatmak önemli toplumsala ya da politiğe inanmamak sadece gizli bir başka toplumun ve başka politiğin inşasının çağrısı, çoğunlukla da zaten olanın ya da zaten olanın nasıl hayal edildiğinin devamına bir çağrı, onu muhafaza etme isteği gelecekte; muhafazakarlık bir gelecek inşasıdır12), umursamayan ya da umursaması kendi tarihsel çıkarına uygun olmayan güruhların Peterson’a inanmak için politik hatta ideolojik bir çıkarı olduğundan bahsedebiliriz tabi ki. Yeterli mi bu? Foucault’nun bize gücün pozitif yanından bahsederken sorduğu soruyu hatırlayalım. “Eğer güç yalnızca baskılayıcı olsaydı, eğer hayır demekten başka bir şey yapmasaydı, gerçekten insanların bu güce inanacaklarını düşünüyor musunuz? Gücün iyiliğe erişimini sağlayan, onu kabul ettiren, yalnızca üzerimize hayır diyen bir güç olarak inmek yerine zevk, bilgi ve söylev gibi şeyler üretmesidir.”13 O zaman sorulması gereken basitçe şudur: Peterson’a inanmayı tercih etmez miydiniz? Gerçekten, samimi olarak, tüm sorunların ve o sorunlarla yüzleşebilecek tüm gücün kendi içimizde olduğuna ve bu güce erişmek için değiştirmemiz gerekenin dünya değil de o dünya ile etkileşime giren kendimiz olduğuna inanmak; tarihsel süreçlerin ve yerel bağlamların içine kaybolmuş sorunların arasında onlarla boğuşmak için birliktelikler kurmaya çabalarken, küresel iklim krizi ya da kitle katliamları gibi toplu ve süregelen ve büyük olasılıkla süregelmeyi sürdürecek olan felaketlerle yüzleşip durmaktan ve bu sırada da ne yapacağımızı bilememekten ve kendinizi yeterince şey yapmadığınız düşüncesiyle sürekli eksik ya da aşağı görmekten, vicdan azabı çekmekten daha iyi değil midir? Peterson’ın sunduğu tüm sorunlara tek ve pek cazip bir çözümdür. Bu çözüme ulaşmak için gerekli kılınan gelişim, gerekli kılınan terbiye kişiyi tam olarak içinde bulunduğumuz küresel kapitalist düzenin yeniden üretmekten aldığı zevkin asla durmadığı süjelerden birine çevirir, kendini eğiten kişiye de bu, yani zaten ondan dönüşmesi beklenen kişiye dönüşümü, bir başarı olarak sunulur. Bu eğitim, bu pek politik eğitim, bu pek politik irade terbiyesi, yeni değil, öyle ki 19. Yüzyılın sonunda yazılmış bir kitaptır Jules Payot’nun “İrade Terbiyesi” ve aşılması gereken ana dert, yenilmesi gereken ana düşman olarak -yani bu donuk kapitalizmin sürekli yeniden üretmek istediği kimliğin üzerine geçirilmekte sorun yaşanan itaatsiz süjeler olarak- aylakları, özellikle de entelektüel aylaklıklarda bulunanları alır.
Onlar ki okulda talebe, sokakta vasıfsız işçi, havada kirlilik kadar çokturlar. Korkak, cesur, cahil, terbiyeli ve çocukturlar. Kahredilen ve yaratılan ki onlardır; makalemizde yalnız onların maceraları vardır.
Sinek Zihinliliğe Giriş
Payot 18. ve 19. yüzyılın ortalarında yaşamış Fransız bir pedagog. Kariyerinin önemli anları arasında 1909 yılında yayımlanıp uzun süredir pek sevilen İrade Terbiyesi isimli kitabı, Aix-Marseille Üniversitesi rektörlüğü ve Ecole Normale’de pek oy alamayıp Durkheim’a kaptırdığı bir pedagoji bölüm başkanlığı oylaması var. Benim Payot’yla tanışmam annem ve arkadaşlarının takip ettiği instagram fenomenleri ve kişisel gelişim sayfalarına ve parapsikoloji kitaplarına dayanıyor. Azra Kohen (ki biz genelde kendisi gibi entelektüelleri bilim-dışı olmak ya da esasen falcılıktan farklı bir iş yapmamakla suçluyoruz ve falcılara ayıp ediyoruz bunu yaparak, ancak yedikleri bokların -kendilerinin politik tek laf etmekten ödleri korksa da- nasıl boktan durumlara yol açtığı, politik etkileri, söylevsel işlevleri incelenmeli. Bu noktada ben ve yazının en başında bahsettiğim kaldırım mühendisleri aynı işe sahibiz, tüm bu pislikten bir an önce kurtulma çabasına), instagram üzerinden düzenlediği kitap kulübünde Payot’nun kitabından bahsediyor, bu yayını takip eden bir blogcu da kısaca özetleyip yorumluyor onu kendi sitesinde14, bu sitenin linki de elden ele dolaşıp en son benim önüme düşüyor. Bilmiyorlar ki ben sonraki yılı bunu eleştiren bir yazı yazmakla harcayacak kadar kindar, deli ve aylağım, hele pek sevdiğim iradem terbiye edilmeye kalkıldığında. Blogcunun kaydettiğine göre Kohen’in incelemesinin ve eleştirilerinin üç ana kolu var: geliştirmek istediğimiz özelliklere sürekli ve düzenli çabalar ile yaklaşmak, hayatımızın amacını bulup ona tüm varlığımızla odaklanmak ve sinek zihinli olmamak. Sinek zihinli olmak herhangi bir konuda uzmanlaşmadan, tüm çabalarımızı ona çevirmeden, konular arası hızlı ve sürekli geçişlerle; oradan oraya konan bir sinek gibi yaşamak. “Sinek zihinli olmaktan kurtulmanın yolu, tek bir konunun derinine inmektir. O tek konunun derinine in ve uzmanı ol! Sadece öğrenmek yetmez, çok uygulamak önemli! Çalışırken de kendine yaptığın işten keyif almayı öğret.” diye yazıyor blogcumuz ve merak ediyor “1800’lerin sonunda yazılan bir kitapta anlatılan sorunlar nasıl da 2021’e hitap edebildi?”. Belki de Payot’nun kendi yazılarına bakmalıyız bunu anlayabilmek için.
Payot’nun Kukla Askerleri
Payot’nun kendi eserindeki derdi Kohen gibi herkes için gelişim yöntemi sunmak falan değil. Nasıl Moses’ın teknolojilerinin belli kaygıları vardıysa, Payot’nun da derdinin temelinde belli bir kitle var; entelektüel çalışan dediği kitle. Öğrenciler ve akademisyenler… İrade Terbiyesi onlar için bir el kitabı, ki aldığı övgülerin büyük kısmı bu kitlelerden geliyor. Rivayete göre Cemil Meriç yaşamının ortasında bu kitapla tanıştığında dizini dövmüş, “Neden gençliğimde okumadım bu kitabı?” diyerek. Her teknolojinin başta görülenin ardında üreticileri tarafından öngörülen ya da öngörülmemiş olan politik etkileri olduğundan bahsetmiştik. Payot’nun kitabında genç öğrencilere sunduğu öğütlerin hep tek bir amaca yönelik olduğu görülüyor. “Doğrunun ruhunu”15 arayan, bunu hayatının temel uğraşı haline getirip karakterini yalnızca bu uğraşa yönelik işleyen entelektüeller üretmek. Bu kadarı okuyucuyu gerisin geri Plato’nun akademisine atabilir; eğer “doğrunun ruhu” gibi bir konsepte adanacak hayattan bahsediyorsak, denebilir ki felsefenin temelinden bahsediyoruz. Bu noktada blogcumuzun 18. Ve 21. Yüzyıllar arasında gördüğü bağı milattan pek öncesine değin uzatabiliriz. Ancak, Payot kesinlikle öyle Nietzsche’nin ruhu kutsayıp bedeni aşağılamakla suçladıklarından değil16. Plato için beden aşağı bir şeydi ve hak ettiği umursanmamaktı. Payot için beden pekâlâ aşağı ancak hak ettiği umursanmamak değil, terbiye edilmek ki zihne hem destek olsun hem de onun yoluna (en azından Payot’nun onun için hazırladığı yola) çıkmasın.
Burada Foucault okuyucuları Peterson ve Payot arasında ilginç bir bağ görebilir, hatta isterlerse bu bağı Kohen ve diğer kişisel gelişim yazarlarına da uzatabilirler. Hepsinin eserleri belli şekilde bireyin bedenini terbiye etme isteği üzerinden (çoğunlukla üstü kapalı da olsa) toplumun bedeninin terbiye edilişine ulaşır. Yani bireyin bedeninin anatomopolitikası ve topluluğun biyopolitikasının birleşiminden elde edilen biogüce17. Peterson’un ilk kuralının dik oturmak ile alakadar oluşu, Payot’nun ise kitabının azımsanmayacak bir kısmını öğrencinin cinselliğinin terbiyesi, tensel zevklerin aşağılanışı ve -sonuçta kitabın adında terbiye geçiyor öyle değil mi- disipline edilişi üzerine oluşu, Kohen gibi yazarların (şarlatanların demiyorum, çünkü bu durumda Peterson ve Payot’un da şarlatanlığından bahsetmek ve bunu yaparken şarlatan olmayan bir akademik kurumu ve “doğru”yu üretmek gerekir. Oysa ben sadece baltamla felsefe yapan bir barbarım, inşa etme derdinde olduğum tek şey de bu “doğru”nun kurumlarının yıkımı) öğretilerinde düzenli spora, uyku düzenine “aşk hayatı” tavsiyelerine ayırdıkları yer şans eseri mi denk gelir? Kaldı ki aralarında bir benzerlik olduğunu benden önce fark etmiş olanlar bu blogcuyla sınırlı değildir. Youtube’da yapılacak minik bir araştırma İrade Terbiyesi’nin öğretilerini İslam’a oldukça uygun bulan İslam felsefesi kanallarından18 onun kara harp okullarında okutulduğunu anlatan kitap yorumcularına dek19 azımsanamayacak bir hayran kitlesiyle karşılaştıracaktır bizi. İslam dini gibi bedenin günlük ve genel hareketlerini düzenlemeyi amaçlayan bir düşünce sistemini, ya da ordu gibi bu düzenlemenin işleyişi için bu kadar elzem olduğu bir kurumun Payot’nun öğretileriyle uyuştuğunu fark edince şaşırmalı mıyız? “1800’lerin sonunda yazılan bir kitapta anlatılan sorunlar nasıl da 2021’e hitap edebildi?” Çünkü biz tüm bu süre boyunca hep biyopolitik olanı, yani yaşamın ta kendisinin politikanın temel öznesi haline gelişini konuşuyoruz. Bu noktada Foucault’yu çocukların cinselliği üzerine yazdıklarından dolayı bir sapık olarak çizen politik düşmanlarıma (ve bu zırvalığa eleştirel gözle bakmaktan aciz olan bazı pek zeki(!) dostlarıma) gülmeyi borç biliyorum. Yarım milenyum boyunca çocukların cinselliğinin, bedenin nasıl terbiye edilmesi gerektiğinin her tartışmanın içinde olduğu bir dünyada/toplumda, kendine saygısı olan bir sosyal bilimci neden bahsetmelidir? Foucault kendi “sapkınlıkları” yüzünden eleştiriledursun ve biz sapıklığın nasıl ötekini oluşturan, ayıklayan ve cezalandırılışına hakkaniyet getiren bir teknoloji olduğunun üzerine az önce 11 sayfa yazı okumuş olduğumuz halde bunu anlamayacak kadar aptal olalım; o zaman bile, doğrunun ruhuna giden yolu erkek öğrencinin bedeninin kendisi tarafından eğitilişinden, hareketlerinin ve cinselliklerinin gözetim ve kontrol altına alınışından, bu sayede hem zihninin hem de bedeninin toplumun birlikteliğine ve yasalarına uyumlu hale gelişinden geçtiğini iddia eden Payot’dan âlâ sapık var mıdır?
Kitabının önsözünde “Çocukların büyük çoğunluğu, anarşisist eğilimler gösterir. Eğitim, haklı olarak, düzensizliği organize etme, istikrar ve tekdüzelik üretme görevi değil midir? Gerçekten de, çoğu zaman, işin tamamlandığı düşünüldüğünde, bir fırtına gibi her şeyi altüst eden ergenlik krizi gelir; anarşi yeniden başlar ve eğer genç adam bundan böyle kendi başına ahlaki birleşme görevinde yer almaya kalkmazsa; karakterini işlemezse (to forge: demir işlemek, nalbantlık; yazar burada iradeye zorla istenen şekli vererek onu yararlı ve gerekli bir alete çevirme isteğine çok uygun bir kelime kullanıyor), sözünü ettiğimiz o kuklalardan (başkalarının politik amaçları için kullanabileceği, kendi fikirlerini üretmek ve savunmaktan aciz kimseler) biri olacaktır….Eğer karakter sahibi olmak birliktelik ve istikrarı çağrıştırıyorsa; eğer yüce amaçlarla meşgul olmayı içeriyorsa, içimizden geliyor olamaz. Bu birliktelik ve istikrar-ki sahip olduğumuz doğal anarşinin düşmanıdır- yavaşça yetiştirilmelidir. Bunu beceremeyenler ya da becermeyi reddedenler aynı zamanda insan kişiliğinin en yüce özelliğini de reddetmelidir; özgürlük ve kendinin efendisi olmayı.” diye buyurur Payot.
Payot’nun öğrencisi doğuştan doğrunun ruhunu aramaya uygun bir karakterle donatılmış değildir, sırf bu arayışa istekli olduğu için bunu becerecek de değildir. Yani Payot karakterin doğuştan geldiğine de insanın kendiliğinden özgür olduğuna da karşı çıkarak üçüncü bir yolu, doğuştan içinde aşağı özellikler barındıran karakterin (tensel zevkler gibi, tembellik gibi) istekli, sürekli ve düzenli bir eğitim yoluyla terbiye edilişinden bahseder. Gençlerin hayata başlamak için elverişsiz şartlar altında olduğundan yakınan Payot, onların uzun süreli, metodik olarak çekingen, tarafsız, değiştirmeyi değil bilmeyi amaçlayan o kutlu felsefik ruha sahip olmadığından yakınır. Kuklalar çok erken taraf alır, taraf aldıklarından itibaren de doğrunun ruhunu aramak için işe yaramaz hale gelirler. Taraf almak bizim özgür seçimimiz değil midir? Hayır der Payot, özgürlük bireysel tavrın hayatın gerçekleriyle buluşmasından oluşur, iradesi terbiye edilmemiş öğrenci hayatın yasalarını tartmakta yeterli değildir. “Özgür olmak hayatın iç ve dış geçeklerinin farkında olup bunların arasında kendini gerçekleştirmektir.”15
Payot’nun yaşadığı ve yazdığı 3. Fransız Cumhuriyeti döneminde tarafsız bir öğrenci olmanın ve bilgiyi bilgi için aramanın değeri nedir? Paris Komünü gaddarca sona erdirilirken kafasını kitaplarından kaldırmayan öğrenci, kolonicilik son sürat devam ederken iradesini terbiye etmeye odaklanmış öğrenci, Naziler kapıya dayandığında hükmünün bittiğini fark eden bir cumhuriyetin Fransa’nın en uzun sürmüş politik devri olmasında belki de önemli bir rol oynamıştır; ona dokunmayan yılanlar yüzbinler yaşarken o yılanları besleyen doğruların ruhunu arayan pek çalışkan öğrenci. Payot gibi bok torbalarının onlara iradelerinin politik olmak için hazır olduğunu söylemesini bekleyen öğrencinin terbiye edilecek bir iradesi yoktur, bu omurgasız mahluklar hayatlarını onlara sürünerek geçirecekleri botlar arayarak sürdürecektirler. Gerçekten irade sahibi olanların da Payot gibi terbiyecilerin söz geçirebileceği bir ruhu yoktur, bedenleri ise böyle eğitimcilerden -gerekirse o eğitimcilerin bedenlerinin imhası pahasına- korunmalıdır. Sonuçta sorunun bağdaki tüm emeğin organize edilişi olduğunu düşünenin derdi bağcının tatlı canının pek ötesinde yer almalıdır.
Görülmesi gereken şudur ki, Payot’nun öğrenci inşası belli bir toplumsal birliktelik içindir (ki Payot bunu kabul eder) ve bu pek politik birliktelik gerek tarafsız olduğunun gerek sadece doğru ile uğraştığının çığlıklarını atsa da pek taraflı ve pek kendi zamanının kurumlarına bağlıdır. Ancak, Payot’nun yazdıklarının günümüzdeki geçerliliği yalnızca öğrencilerinin politikayla, yani yaşamın kendiyle ilgilenmemesini isterken onların bedenleri aracılığıyla ruhlarını, yani yaşamlarının tümünü etkilemek isteyen hükumetler ve bot yalayıcı omurgasız akademisyenlerde bulunamaz. Öğrenciliğin görünüşe göre hep geçirdiği büyük krizlerden birinin, yani aylaklığın da içinde aranmalıdır.
Öğrenciler, Aylaklar ve Uzmanlar
Mark Fisher, kapitalist gerçeklik kitabında bazı öğrencilerinin Nietszche’yi okumayı, anlamayı bir hamburgeri istedikleri gibi istemesinden yakınır20. Strazburglu öğrenciler 68 hareketlerinin sonrasında situasyonist teorisyenlerle birlikte yazdıkları “Öğrenci Hayatının Sefilliği Üzerine” (çevirisi bitince Metapolitik’te Türkçe okunabilir halde olacak) isimli bildiride, öğrenciyi kendini çeşitli anlamsız meşgalelerle oyalarken içinde bulunduğu toplumsal gerçekliği fark etmediği ve fark etmemek için aktif bir çaba gösterdiği için yerden yere vururlar21. Kısaca, öğrencinin tembelliği yalnızca sağcı ya da muhafazakar bir problem değildir. Payot kitabının “Yenilmesi Gereken Düşmanlar” kısmında benzer sorunlardan bahsetmektedir. Gelelim “sinek zihinlilere”, Payot’nun bahsettiği çalışkanlığı içinde tembel olan öğrencinin, ki burada eleştirilen aylaklığı olduğu için ona aylak diyeceğim, açıklanması gerekiyor ki incelensin. Payot şöyle bir resim çizer bize: “İşte çok sık görülen bir aylak. Genç adam hayat dolu, neşeli, enerjiktir, onu nadiren bir işle uğraşmazken görürsünüz. Gününü bir jeoloji makalesi okuyarak, Bruntiere ya da Racine makalelerine göz gezdirerek, çeşitli bilimsel dergileri karıştırarak, notlarına geri dönerek, bir temanın genel hatlarını oluşturarak ve birkaç sayfa çeviri yaparak geçirir. Bir saniyeliğine duraksamış değildir. Yoldaşları onun azmine hayrandır, merakının genişliğini takdir ederler. Ancak biz yine de bu öğrenciyi tembel olarak damgalamalıyız. Psikolog için bu büyük gayret sadece spontane bir ilgiyi belirtir; zengin de olsa bile isteye bir ilgi değildir. Bu çeşitli işler için harcanan büyük çaba yalnızca iradenin dev zayıflığını gözler önüne serer. Öğrencimiz bizim “yayılmış” diyeceğimiz çok sık rastlanan bir tembelliğe sahiptir. Nicolle bu oradan oraya amaçsızca kayıp giden işçileri “sinek zihinli” (Fransızca orijinalini bilmemekle birlikte, İngilizceye “buzzing minds”, olarak çevrilmiş, “buzz “arıların uçarken çıkardıkları ses, buna sinek diye aşağılamak yerine uçuşan arıların nasıl bir ortak amaç için çalıştıklarından bihaber bir çevirmenin hatası olduğunu ya da yazarın gerçekten cahil olduğunu, son olarak da bu kelimenin belli bir totaliterlik altında sorgulanmadan hemfikir olmanın tüm düşünceleri aynı olması raddesine gelen “hivemind” yani kovan zihin kelimesi ile karşılaştırılmasının ilginç olabileceğini düşünüyorum) olarak tasvir eder. Onlar, Fenelon’u anımsarsak, ‘rüzgârlı bir yere yakılmış mumlar’ gibidir… Aylaklık, anlaşılmalıdır ki, sıklıkla büyük çabaları ve olağanüstü hedefleri içerir; niceliğin bolluğu nasıl olsa niteliğin kaybını gideremez.”
Gerçekten, hangimizin heves edip de alarak sonrasında belki biraz karıştırıp bıraktığı, belki de hiç başlamadığı kitapları yok? Hangimiz kendi alanının dışında kalan meselelere bazen duyduğu çok büyük merakların peşinden birkaç saat okuma yaptıktan ya da bir iki video izledikten sonra hem pek bir şey öğrenmemiş olarak hem de öğrendiklerini kendi işine uygulamanın hiçbir yolunu bilmeden bulmuyor kendini? Hangimizin bilgisayarı “okunacak” makalelerle, “izlenecek” filmlerle ya da evimizin çekmeceleri yarım kalmış heveslerin maddeleriyle -bir müzik aleti, bir spor ekipmanı, bir yemek kitabı- dolu değil? Ancak, başından beri defalarca söylediğim gibi, temeli bu oldukça sıradan durum olan tembelliğin çözümünü kendimizi Payot’nun yaptığı gibi tek bir konunun uzmanlığına, zamanın mekanın ve toplumun dışındaki bir doğrunun ruhuna adamakta bulmak hem belli bir toplum düzenini kurmayı amaçlayan bir tutum, hem de bu düzen hiç de istenecek bir düzen değil, en azından bu sorunu yaratanın aslında kendisi olduğu düşünüldüğünde.
Kendisini uzmanlığına adamış uzmanlardan çok şeyleri bilme çabamızı ve hatta bilginin; özellikle bilimsel bilginin kendisine olan inancımızı sarsan kim oldu? Yıllarca yok “Ortadoğu Uzmanı” yok “Uluslararası İlişkiler Uzmanı” yok “Ekonomi Uzmanı” diye bilen ve bilgisinin tek bir konuya adanmış, düzenli ve sürekli emeğine dayandıran yavşaklar bizi açıkça gözümüzün önünde olanı reddetmemiz için kandırmadı mı? “Aman efendim siz bilim karşıtlığı yapıyorsunuz, bakın sonra aşı karşıtı sağcılarla aynı kefede buluyorsunuz kendinizi” diyecek olanlar önce gidip bu uzmanlara teşekkür etsin. Yıllar yılı disiplinlerine başka disiplinlerden gelen ve disiplinler-üstü (bundan kastım yücelik değil, disipliner sınırların ötesine geçip dünyada pek materyal etkilere yol açmak) olma çabasını taşıyan eleştirmenleri “kendi uzmanlığınızda kalın!” diye savuşturmadı mı önlerinden uzmanlar? Bugün hala derslerinde işledikleri teoriler ve metotlar çeşitli şekillerde sorgulandığında bu teori ve metotların tarihsel ve politik oluşum süreçlerini görmek, incelenmesi ve eleştirilmesi için alan açmak yerine eleştirenleri onların pek objektif, pek tarafsız, doğrunun ruhunun peşinde koşan uzmanlıklarını politik niyetlerle lekelemekle suçlamadı mı uzmanlar? Bu niyetler tabi ki politikti. Yine Foucault’yu anımsamak gerekirse, sorular şöyle olmalı: “Bilim olduğunuzu söylerken ne tür bilgileri diskalifiye etmeye çalışıyorsunuz? Hangi konuşan özne, hangi söylevsel özne, hangi deneyim ve bilgi öznesini önemsizleştirmeye çalışıyorsunuz: ‘Bu söylevi söylüyorum, bilimsel bir söylevi söylüyorum ve ben bir bilim adamıyım.” dediğinizde? Tahta hangi teorik-politik öncüyü geçirmeye çalışıyorsunuz; bilgiyi alabileceği tüm devasa, dolaşan ve süreksiz biçimlerden koparmak için?”10
Bugün akademide özgürce konuşamadıklarından, öğrencilerinin metot derslerini sosyal adalet savaşları uğruna çekilmez kıldığından, politikanın dışında kalan bir ortamda, özgürce tartışılan dersler işleyemediklerinden, “iptal edilmekten” korktuklarını iddia eden uzmanlar; bizim bu politika-üstü özgür alan hayallerine karnımız pek tok, geçin bu yalanları da çıkıp söyleyin, siz kimi geçirmek istiyorsunuz tahta? Amerika yeniden McCarthyizmin kucağına koşarken22 dertlerini özgürce konuşma haklarının onları özgürce eleştiren öğrenciler tarafından ellerinden alındığını iddia eden yabancı uzmanların23 Türkiye’deki bozuk plakları, öğrenciler eğitim kurumlarını baskıcı bir devletten kurtarmak için kendi bedenlerini riske atarken sessizler ancak trans-bedenlerin ve diğer ötekilerin yaşamlarının nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda söyleyecekleri çok şey var.
Affetmeyeceğim Günahlar ya da Terbiyelinin İkiyüzlülüğü
Günümüzde yeni ya da değil, ancak pek günümüze has bir akademisyen tipiyle karşı karşıyayız. Bu şahıslar akademinin çarklar arasında bir çark, düzenler içinde bir düzen, kurumlar içinde bir kurum olduğunun oldukça farkındalar. Kariyerlerini planlarken akademi dışındaki, beyaz yakalı meslektaşlarından hiçbir farkları yok; oyunu biliyor ve oynuyorlar ve oynadıkları oyun sadece görünüşte farklı. Kapital sahibinin kimin hangi konuda nasıl bilgi üreteceğine ve bu bilgiyi nasıl ve kiminle paylaşacağına hatta bu paylaşımın kaydının nasıl tutulup, diğer bilgi üreticilere nasıl aktarılacağına hatta ve hatta bu aktarımın etrafında şekillenen kültüre bile karar verme yetkisi olduğuna -ya da bu güçte ciddi bir pay sahibi olduğuna en azından- vâkıflar. Biliyorlar ki oyunlarını, “networkinglerini” ve “funding schemelerini”, “HR departmanlarını” ve “Linkedin profillerini” hep bunlar üzerine düzenliyorlar. Onların karşısına saf bir Hegelci olarak çıkıp, Geist’ın yürüdüğü yolda ona yoldaş olma gerekliliklerinden bahsederseniz, ona eğitimcinin erdemlerinden, bilginin yüceliğinden bahsederseniz size sakince açıklayacaklar: “Bir saniye bakalım, bu da diğerleri gibi herhangi bir iş! Çalışıp ekmeğimizi kazanıyoruz, bunu anlamsızca vicdanileştirmeye, kutsamaya gerek yok.” Tabi ki bunu derlerken haklılar; akademisyenin emeğini herhangi bir emekten farklı ya da yüce olarak görmek, aynı diğer emeklerden farklı ve aşağı olarak görülen tüm o emektarlar gibi, sadece olası bir sömürüyü gölgeleyip, bir yücelik gösterisi altında onu haklı çıkaracak. Kutsal olanla uğraşanın kutsal acılar çekmesi gerekmez mi? Eğer onun işini yeryüzüne indirip ayaklarını yere bastırırsanız ancak görürsünüz kutsallık adı altında ona çektirilen pek dünyevi acıları, boktan bir iskemlede yazıyor diye tanrının sözlerine erişimi olduğunu sanan mahluklara olsa olsa acıyabiliriz; bile isteye boktan iskemleler alanlar ise tamamen aptaldır, ya onlara bu iskemleleri çekecekleri acının kutsallığının reklamını yaparak satanlara ne demeli?
Tüm bunlar böyleyken, bu bahsettiğimiz akademisyene yaklaşıp, yaptığı işi, müridi olduğu disiplini, yani aldığı terbiyeyi sorgulayın. Hatta bunu herhangi bir işi sorgular gibi, herhangi bir kültürü inceler gibi pek büyük bir rahatlıkla yapın. Az önceye dek oyunu bilen ve oynayan, sizi kafanızdaki büyük ideallerden dolayı saf ve kör olarak gören o beyaz yakalı çalışanın bu sefer sizin olmayı umabileceğinizden çok daha Hegelci olmuş olarak bulacaksınız akademi kurumu ile ilgili. Nasıl da siz kalkıp böyle yüce bir kurumun, disiplinin, bu aptal herifin akademik tanrılarının kutsallığını sorgularsınız? Nasıl çekersiniz bıçağınızı saygınlıklarına ve kültürel kapitallerine? Bileni ve bilmeyi nasıl çekersiniz yeryüzüne, onların işine gelmediğinde?
Sosyal medyada pek yaygın olan bir akım; sadece üzerine sinirlenmek için bir insan yaratmak. Almanlar buna onu yenmek için samandan asker yaratmak diyor. Ben sizi açıkça davet ediyorum kendi fakültelerinize girip bu bahsettiğim akademisyenlerden olmayanları bulmaya; biliyoruz ki birçoğu ya sürüldü ya da küstürüldü akademiye. Bahsettiğim kişi zavallı aklımın ürünü değilse, ki ben kendilerinden dersler aldım yıllarca, sanmıyorum hayaldi; onlar Payot’nun okuyucuları ve sadık öğrencileridir. Onlar, dünyanın gerçeklikleri içinde doğrunun ruhunu arayan özgür entelektüellerdir. Var olan düzeni doğa yasası olarak kabul edip bu düzen içerisinde nasıl başarılı olacaklarını bulmak, bu başarının akademi kurumuna olan bağı içinde de bilginin öznesi olmanın yüceliğinden yararlanmak isterler. Kendilerine dokunmayan yılanların öldürdüğü çocuklar üzerine poliçe önerileri yazmak isterler. Onların kurallarına göre dans etmeyi, konuşmayı ve susmayı öğrendikleri, kendilerini tarafsız olduklarına inandırana kadar kendilerine yalan söyledikleri bu yılanlar belki de onlara dokunmaz gerçekten. Ancak ben, iradesi pek terbiyesiz ben, ben ki aylaklık eder, ben ki gönlümün istediğini gönlüm istedikçe merak ederim, ben ki vicdanımın sesini vicdanım elverdikçe dinlerim, ben ki taraf seçer, baltama sarılarak uyur, çekiçle felsefe yaparım; yılanların dokunmadıklarının akademilerini başlarına ben yıkarım.
Yıkar mıyım? Yıkamam. Tek başıma ne matah bir bok becermişliğim var şimdiye dek, ne de bundan sonra becereceğim; tek başıma olduğum sürece. Yıkarım demeye devam ederim ama, o kadarı da benim olsun, örgütlenmeyi hala beceremeyen benim. Madem bu irade; bu çelişkilerinin farkındaki onları çözmekten aciz, onlarla bağlanmış irade benim, ve madem Ben irademim. Hem belli mi olur, belki bir gün ben, biz oluruz?
Aylaklığa Davet

Anlaşılmalı ki tek bir konuda uzmanlaşma çağrısı hem bilginin iç içe geçen yapısına karşı geliyor hem de tarihsel, politik ve (yazının bu noktasına gelene kadar kullanmadığım için utanmam gereken bir kelime olan) sınıfsal bilen (bilmeye hakkı olan) ve bilinen (bilmeye hakkı olmayan) ayrımını geri getiriyor, güçlendiriyor. “Post-truth” çığlıkları da hiç var olmamış olan aşırı-liberal geçmişlere dayalı hayaller de bilgi kurumlarımızın dayandığı direğin çatırdamakta olduğu gerçeğini gölgeleyemiyor artık. Bu sahnede kurban edilmesi için ortaya çıkarılan bir figür var, aylak adı. Derdim onu ipten almak değil, asın eğer ölümünün bir faydası olacağını düşünüyorsanız. Ancak hatırlanması gereken bu ipte olanın kendiniz olduğu ve sizin kendi kendinizi asmanızın politik etkilerinin sizi o tabureye çıkaran sistemin süregelişi olduğudur. Gerçekten sinek zihninizin suçu mu kendinizi içinde bulduğunuz sarmallar? Gerçekten toplumu reddetmeli ve kendinize çekidüzen mi vermelisiniz; sorun ve çözüm sizin içinizde mi?
Fisher da Payot gibi öğrencinin tembelliğinden şikâyet etse de Payot’un asla yapmaya cesaret edemeyeceği bir tavır sergileyerek depresyondan mustarip olan gençlerin sayısındaki artıştan, bunun bir toplum sağlığı sorunu oluşundan yakınıyordu. Yine bahsi geçen biyopolitika, ancak kişinin kendi bedenini kontrol edişinin bir terbiye sağlanarak süregelişi değil, süregelen düzenin genci içine attığı ve utanmadan tüm sorumluluğu kendisine yükleyip yine utanmadan ona bir de hayatın kendisiyle, yani bu dev ve karmaşık çoklukla değil bir iki gerekli işle uğraşmasını söyleyen biyopolitik tutum kesinlikle değil, bu düzenin ipini pazara çıkarmayı amaçlayan, gençleri yarı yolda bıraktıklarından yakınan bir eleştiri. Payot gençlerin yol yordam bilmemesini eleştiriyordu, Fisher yollara ve yordamlara hükmedenlere çeviriyor oklarını. Payot ve Peterson’un çözümü sorunu yaşayan bireyin içinde ve kendiyle gören, yalnızca bu bireyin sayısındaki çoklukla bir toplumsaldan bahseden tutumunun çekiciliğini asla reddetmedim. Fisher gibi yaklaşmak temelinde elimizde olmayan bir düzenin içinden kendimizi kurtarma araçlarının inşasını gerektiriyor, hem de bu uğraşımızı engellemek için bizi terbiye etmeye çalışanlar bunun aylaklığından yakınırken bize sürekli.
Yine de bence entelektüel belli bir konu üzerinde çok şey bilip bu konunun dışına kalan alanda susup diğer bilenleri dinleyen, merakına koşum takımı geçirip onu bir alet gibi bileyen değildir. Sizi davet ettiğim aylaklık ve aykırılık, Foucault’nun “ateşli tembellik” dediği şeye benzer, rastgele veriler ve durumlar içinde kaybolmayı seven, okuduğu makalenin içinde yakaladığı bir ipliği takip ederek kayıp gitmekten korkmayan ve bundan zevk alan, konseptleri bilginin evini inşa etmekte tuğlalar olarak kullanmak yerine o irade terbiyecilerinin kafasına fırlatılacak kaldırım taşları olarak görenlerin aylaklığı. Payot’nun da dediği gibi, aylak tembel değildir, aylaklık ciddi bir güç gerekilebilir. Entelektüel daldan dala atlamalı ki bilginin tek bir ağacın dallarından çok çimenin köklerine benzediğini görebilsin. Entelektüel üstüne vazife olmayan ve altından kalkamayacağı büyük işlere ani heveslerle atılsın ki görsün o boş çabaların ne lezzetli meyveleri var, entelektüel merakını törpülemek yerine körüklesin ki ateşe versin onun çabalarını eski kaplara sığdırmak isteyen eğitim kurumlarını. Sizi davet ettiğim böyle bir entelektüelliği, hayattan keyif almayı saçma sapan yazarlar kendi bedeninizi terbiye etmeyi matah buluyor diye bırakmadan, bedeninize saygı duyup onu severek, gerektiğinde zevkinizi eksik etmeyerek aramaktır.
Bu daldan dala atlamaktan ödün vermeyen makaleyi yazmak hayatımın tam bir yılını aldı. Ne sonuçta pek matah bir ürün oluştu ne de ben onunla çok mutluyum, ancak son kez Foucault’ya dönerek “kendimi suyun yüzeyini deşip geçen bir ispermeçet balinası olarak görüyorum…bu yazılanlar araştırmalar için fikirler şemalar ve araçlardır, onlarla ne isterseniz onu yapın. Yaptığınız eninde sonunda hem beni alakadar eder hem de hiç alakadar etmez.”10
Eğer sizi “sylabus”larınızı iyi terbiye edilmiş öğrenciler gibi takip etmekten biraz olsun caydırabilirsem, eğer biraz rahatlayabildiysem sizi rahatlamak konusunda ve çeşitli entelektüel meraklarınızın ürettiği dev yapılacak listeleriniz konusunda, eğer iradenizin engin gücüyle biraz olsun yüzleştirebildiysem, eğer söylevsel ve materyal teknolojilerin politik karakterleri konusunda ve bunların sizin üzerinize nasıl uygulandığı konusunda biraz olsun farkındalık yarattıysam sevgili öğrenciler, ne mutlu bana. Aksi takdirde de sorun değil, benim iradem başarısız yazılarla yıpranmak için pek güçlü ve yazının başında da dediğim gibi, bana kaptırdığınız zamanı geri almanız söz konusu değil.
Kaynakça
- Wex Definitions Team. (2020, June). Loiter. Legal Information Institute. Ulaşıldı Mart 11, 2022, https://www.law.cornell.edu/wex/loiter
- Kanık, O. V. (2009). Baş Ağrısı İçinde: Bütün Şiirleri. YKY.
- Lefebvre, H. (2020). Şehir Hakkı. (I. Erdügen, Çev.). Sel Yayıncılık.
- Latour, B. (2016). Technology is society made durable. Design: Critical and Primary Sources.
- Winner, L. (2017). Do artifacts have politics? Computer Ethics, 177–192.
- Caro, R. A. (2020). The power broker: Robert Moses and the Fall of New York. Alfred A. Knopf.
- Deutsche Welle. (2017, December 19). Berlin christmas market attack: ‘we weren’t prepared’. dw.com. Ulaşıldı Mart 11, 2022, https://www.dw.com/en/berlin-christmas-market-attack-we-werent-prepared/a-41847714
- Sennett, R. (2019). Building and dwelling: Ethics for the City. Farrar, Straus and Giroux.
- Foucault, M. (2018). The Punitive Society: Lectures at the College de France, 1972-1973. Picador.
- Foucault, M. (2020). Society Must Be Defended: Lectures at the College de France, 1975-76. Penguin.
- Foucault, M. (2020). Discipline and Punish: The Birth of the Prison. Penguin Books.
- Baker, U. (n.d.). Türkiye’nin “Yerlisi” olmak. Ulaşıldı Mart 13, 2022, https://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,204,0,0,1,0
- Foucault, M. (2020). Truth and Power. İçinde. P. Rabinow (Ed.), The Foucault Reader (s. 51–75). essay, Penguin Classics.
- (2021). Azra Kohen’Le Kitap Kulübü: İrade terbiyesi. Sağlıklı Yaşam Dansı. Ulaşıldı Mart 13, 2022, https://www.saglikliyasamdansi.co/post/azra-kohen-le-kitap-kul%C3%BCb%C3%BC-i-rade-terbiyesi
- Payot, J. (2012). Education of the Will: The Theory and Practice of Self-Culture. Forgotten Books.
- Nietzsche, F. (1969). Thus spoke Zarathustra: A book for everyone and no one. Penguin Books.
- Foucault, M. (2020). Right of Death and Power over Life. İçinde The history of Sexuality Volume 1: An Introduction (s. 133–160). essay, Penguin Books.
- Meriç, A. (2021). İrade Terbiyesi – Jules Payot. Ulaşıldı Mart 13, 2022, https://www.youtube.com/watch?v=Hsv8b69Cfqo&ab_channel=Dr.AltayCemMER%C4%B0%C3%87
- Çelik, H. (2021). İRADE TERBİYESİ / JULES PAYOT. Ulaşıldı Mart 13, 2022, https://www.youtube.com/watch?v=EqQMdRPhiD4&ab_channel=Harun%C3%87elik
- Fisher, M. (2009). Capitalist realism: Is there no alternative? Zer0 Books.
- N.E.F. Strasbourg. (1970). On the poverty of student life: Considered in its economic, political, psychological, sexual, and particularly intellectual aspects, and a modest proposal for its Remedy.
- Schrecker, E. (2021). Yes, these bills are the new mccarthyism. Academe Blog. Ulaşıldı Mart 13, 2022, https://academeblog.org/2021/09/12/yes-these-bills-are-the-new-mccarthyism/
- Camp, E. (2022). I came to college eager to debate. I found self-censorship instead. The New York Times. Ulaşıldı Mart 13, 2022, https://www.nytimes.com/2022/03/07/opinion/campus-speech-cancel-culture.html
- Hürriyet Daily News. (2016, April 27). Ancient mosaic doesn’t say ‘be cheerful, live your life,’ claims expert. Ulaşıldı Mart 13, 2022, https://www.hurriyetdailynews.com/ancient-mosaic-doesnt-say-be-cheerful-live-your-life-claims-expert-98401