Özcülüğün Karşısında Siyaset ve Etik

Siyasetin tekilliğinin ötesinde, siyaset ile etiğin kesişiminde bir pozisyon inşa etme ihtiyacı günümüzde belirgin hale gelmiştir. Bunu, tüketim kültürünün yükselişiyle birlikte siyasette kolaycı ve işlevselci anlayışların yerleşmesine bağlamak mümkündür. Siyasal tartışmalarda kolay anlaşılır ve yüzeysel olana bir üstünlük bahşedilmiş, bu yönde siyasal hedefler tayin etmek yaygın hale gelmiştir. Tüm bunların aksine, eleştirel yaklaşımın gerektirdiği şekilde, ‘iktidar’ ve ‘özne’ kavramlarının yörüngesinde sürdürülmüş ve güncelliğini koruyan tartışmaları önemsemekteyim. Bu metinde hakim siyasal paradigmadaki otoriter anlayış irdelenecektir; metnin odağında Derrida’nın ‘’Différance’’ kavramı yer almaktadır. Derrida’nın, Différance ile Foucault’daki iktidar ve özne kavramlarının sebep olduğu belirsizlik üzerinden hareket ettiği düşünülebilir. Foucault için iktidar kurumlardan kaynaklanmaz, yaygın haldedir. Psikiyatrik söylem, aile, cezaevi gibi farklı alanlarda kendine özgün stratejiler barındıran tahakküm ilişkileriyle karşılaşmak mümkündür. Foucault iktidarın baskıcı değil üretici olduğunu öne sürdüğünde, iktidarın kirletmediği, direniş için belirleyici olan öz nosyonuna dair eleştirisini ortaya koymuştur[1]. Böylelikle, aydınlanma ile patlak veren ‘insan’ düşüncesinin de sarsıntıya uğramasını sağlamıştır.

Derrida ise tartışmayı boyutlandırmak maksadıyla, Foucault’nun insanın yerine koyduğu felsefi metinlerdeki ikili karşıtlıklara yönelir. Ona göre Foucault insan kavramından uzaklaşmakta aceleci davranmıştır[2]. Bu sebeple, insan kavramında olduğu gibi, felsefi söylemlerle de metafiziğin bir kez daha çağrılması tehlikesinin meydana geldiğini vurgular. Felsefedeki bu tehlikeli durumu ortadan kaldırmak için çaba gösterir ve “Différance” kavramını geliştirir. Bu hususta bir ayrıntıya dikkat çekmek önemlidir: Foucault’nun iktidarı, Derrida açısından -başka birçoğu gibi-, iktidara karşı direnişin nasıl mümkün olacağı konusunda bir belirsizliğe sahiptir. İktidarın sirayet edebilme kapasitesi ve üretici aktivitesi düşünüldüğünde, direniş nasıl mümkün olabilir? Derrida’nın, ‘”Différance” ile, kendi açısından sorun haline getirdiği bu belirsizliğe dair anlaşılır bir yanıt verme çabasında olduğu düşünülebilir.

Derrida’nın endişesi şu şekilde detaylandırılabilir: Foucault’nun iktidarın karşısındaki bir pozitif kavram olarak insanın kaybolduğunu öne sürmesi, onun için siyasal düşünceye ve metinlere sirayet etmiş, karşıtlık içeren kavramların hiyerarşik yapısını sürdürme eğilimindedir. Çünkü insandan keskin bir kopuş, bir yönüyle mevzi alınması gereken farklı bir sabit konumu işaret eder niteliktedir -ya da böyle bir eğilime sahiptir. Ancak, Derrida’ya göre iktidar tam da ikili düşünce yapısında belirir. Bu kavramsal karşıtlıkların aşılması için yapısöküm stratejisini geliştirir. Yapısöküm felsefi metinlerdeki örtülü çelişkileri ortaya çıkaran, sorgulayıcı bir stratejidir[3]. Felsefi metinlerdeki ihmal edilmiş antagonizmaları teşhir eder. Derrida’nın yaklaşımını düşünce tarihindeki birçok kavramsal karşıtlık için ele alabiliriz: Tanrı ve insan, ben ve öteki ya da konuşma ve yazı gibi. Bu karşıtlıklara dayanan düşünce biçimi tahakkümün arkasındaki yapıyı teşkil eder.  Felsefi metinler üzerindeki incelemesini yoğunlaştıran Derrida, Levinas’ın ‘’öteki’’ye yönelik şiddetsizlik çağrısını ele aldığında, bunun çelişkili bir biçimde ‘aynı’ya (‘ben’e) yönelik şiddeti barındırdığını savunur. Bir ‘’öteki’’ bilinci ancak ondan ayrılınca mümkün olabilir ve bu ayrımda yadsınmaması gereken bir güç uygulanmaktadır[4]. Benzer şekilde, aldatıcı yazının karşısında konuşmayı savunuyorken, Platon’un yazının dolayımı olmaksızın konuşmadan bahsedemediğini öne sürer Derrida. Bir kimlik, onu tehdit edenlerin dolayımıyla oluşturulabilir[5]. Bu sebeple, mutlak şekilde iyi ve kötü karşıtlığına dayanan etik anlayışı reddeder.

Derrida felsefede hala kavramsal karşıtlığa dayanan, özcü bir yapının varlığını açığa çıkarmaya yönelmiştir. Ona göre, sabit öz ya da kimlik mefhumunun ortadan kalktığından emin olduğumuz anda yeni bir sabit sınır meydana getirmiş oluruz. Dolayısıyla bu kesin inançtan vazgeçmeliyiz. Hem pozitif bir kavram olarak insandan ya da sabit özden keskin kopuşun yarattığı tehlikeye işaret eder; hem de felsefede ve siyasette iktidarı mümkün kılan metafizikten kaçınmak için hiçbir özcü anlayışa yer vermemeyi ister. İlk bakışta içerisinden çıkılmaz bir ikilemden ibaret gibi görünen bu ihtiyaçlar Derrida’nın çalışmasının temelini oluşturur. Felsefedeki hiyerarşik yapıların aşılabilmesi için önerdiği ilk yöntem hakim söylemden uzaklaşmadan, söylemin çelişkilerini ve sorunlarını açığa çıkarmaktır[6]. Ancak bu yapısöküme uğratılan söylemin onaylanması ya da pekiştirilmesi ihtimalini doğurur. İkinci önerisi ise baskın söylemden mutlak bir kopuş ile dışarıya yerleşmekle ilgilidir[7]. Burada ise hakim paradigmadan uzaklaşma isteği, kendimizi yeniden eski pozisyonumuzda bulmamıza yol açabilir. Dışarıya yerleşmek, direnişin mahallinden uzaklaşmak anlamına gelir, direniş ihtimalini sona erdirir ve hakim söylemin devamlılığını sağlar. Derrida Différance kavramı ile bu tuzağa düşmemenin yolunu aramıştır. Bu stratejilerden herhangi birini seçmek bizi aynı tuzağa düşürüyorsa, yapılması gereken iki stratejinin de eş zamanlı olarak uygulanmasıdır[8]. Bu iki stratejinin arasında kalmak ve bu şekilde yön tayin etmek bizi tuzağa düşmekten alıkoyabilir. Différance bu yaklaşımda yüzeysel bir farklılığın olmayışını ifade eder. Kararsız bir farklılığın, sabit kimliği olmayan bir farklılığın ifadesidir. Différance hiçbir öze sahip değildir, ‘öz olmayandır’, bu yolla hiyerarşi yerinden edilecektir.

Derrida’nın sıçrayışı bir nevi ondaki siyasetle sınırlandırılamayacak etik arayış ile ilgilidir. Siyasal problemlere ve problemlerin çözümlerine yönelik bir arayışa girmemiş, kendisini bu şekilde sınırlamamıştır. Bu problemlerin ve çözümlerin birlikte var olabildiği zeminler üzerine yoğunlaşmıştır. Siyasal çözümlerden ziyade, etik ve siyaset ikileminin kendisinin yıkıma uğradığı teorik eleştiriler öne sürmüştür. Bu minvalde, otoriter düşünceyle mücadele etmek adına zamansal ve mekansal politik argümanlar üretilmelidir; ama bunlar da hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Hiçbir pratiğin ya da söylemin daimi çözümlere işaret edeceği kabul edilmemelidir. Bu pozisyon yalnızca siyasal pratik ve söylemlerin tarihselliğini ve eleştiriye açık olacağını göstermez. Daha ziyade, kararsızlığın kendisinin siyasal ve etik bir tercihe dönüştüğünü ifade eder. Anti-otoriter felsefe kapanmışlıktan ziyade olumsallığa yer veren bir etik anlayış üzerine yoğunlaşmıştır. Ayrıca siyasal krizlerin sürekliliğini aşmak üzere siyasetle sınırlanmamış bir çoğulluğa başvurmak önemlidir; etik, estetik ve siyasal pratiklerin birlikteliği gerekli hale gelmiştir.

Bunun oldukça soyut polemikler içeren ve bu polemikleri tercihi edilebilir kılan bir pozisyon olduğunun bilincindeyim. Bu tartışma bizatihi somut ve dönemsel olguların daimi kılınması teşebbüsüne karşı cereyan etmiştir. Öte yandan, Türkiye’deki demokrasi tartışması gizli kalmış birçok metinsel-fikirsel tahakkümü beraberinde getirmesiyle bu bağlamda ele alınabilir. Türkiye’de, “demokrasinin yok olduğu” ve “rejimin otoriterleştiği” gibi argümanlar yaygınlaşsa da, bunların tahakküm biçimi çeşitliliğini yadsıyan bir ideolojik arka planı bulunur. Bunlar en başta bütün sorunların demokrasi krizi ile açıklanabileceği varsayımını içermektedir; demokrasi krizinin aşılmasıyla birlikte arzu edilen sosyal refahın kolaylıkla elde edileceğini ima eder. Bu, tarihsellikten yoksun ve konforlu bir siyasal pozisyondur. Anti-otoriter düşünce ise sorunsallaşmayı derinleştirerek siyasetteki mekanların ve öznelliklerin formal sınırlarını aşma eğilimindedir. Cinsiyetçiliği, militarizmi, ırkçılığı, milliyetçiliği ve demokrasi krizini aşan, ayrımcılığın adı konmamış diğer biçimlerini sorgulamaya yönelir. Özgürlüğün eşiğini tanımlama çabasından ziyade özgürleşme sürecinin mücadeleciliği, deneyselliği ve üretkenliği tahakkümü engelleyecek olandır.

Kaynakça

[1] Foucault, M. (1992). Hapishanenin Doğuşu (M. A. Kılıçbay, Çev.). Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

[2] Newman, S. (2006). Bakunin’den Lacan’a (K. Kızıltuğ, Çev.). İstanbul: Ayrıntı.

[3] Norris, C. (1987). Derrida. Massachusetts: Harvard University Press.

[4] Stocker, B. (2006). Derrida Etiğinde Çelişki, Aşkınlık Ve Öznellik. Eurozine, 4-5. 

[5] Norris, C. (1987). Derrida. Massachusetts: Harvard University Press.

[6] Derrida, J. (1982). Margins of Philosophy (A. Boss, Trans.). Chicago: The University of Chicago Press.

[7] Derrida, J. (1982). Margins of Philosophy (A. Boss, Trans.). Chicago: The University of Chicago Press.

[8] Derrida, J. (1982). Margins of Philosophy (A. Boss, Trans.). Chicago: The University of Chicago Press.

Paylaş:
Default image
Kerem Alpkaan Adakan
ODTÜ - Sosyoloji / İTÜ - Siyaset Çalışmaları MA