Günümüz Türkiye’sinde Bir Çatı Altına Gizlenmek

DIŞ CEPHE

Bir süredir ev nedir sorusuyla boğuşuyorum. Önce bir tanım yapma sevdasına tutuldum, duvarlara baktım, pencerelere, sokaklara, evin içindeki eşyalara ve askılıkta durup eve gelince üstümüze geçirdiğimiz duygulara. Tam da bu yüzden bu konuya önce bir uzaktan bakalım, sonra kapısından geçelim ve en son da odalarında dolanalım istiyorum.

Hobsbawm[1]’a göre evi iki farklı kelime üzerinden açıklayabiliyoruz; ilki heim, özel alan, ya da mahrem diyebiliriz, ikincisi de heimat, kamusal alan, yani kolektif olan. Biri duvarların arasında, kendi eşyalarımız ve kendi düzenimizle içinde yaşadığımız, diğeri ise sosyal ilişkiler ve mekânsal ilişkiler ile var ettiğimiz, başrolünde olduğumuz kadar yan rolü de olduğumuz bir ev. Bu ayrımı göç hikayelerinde net bir şekilde görebiliyoruz zira en basit taşınmalarda bile özlenen evin içinden ziyade koşuşturulan bahçeler, birlikte sarma sarılan komşular ve evin dışında yer alan türlü günlük rutinler oluyor, -yani babaannemle ben bu konuda çok hemfikiriz.

Enrico Macias’ın ülkesini, evini ve hayatını terk ettiğini söylemesi[2] de bir tesadüf değil elbet. Heimat, yani kolektif bir alan olarak ev, biz onu terk ettiğimizde kısa vadede bir eksiklik hissetmeyen, ama biz onu yitirdiğimizde evimizden olduğumuz bir alan.

Habermas[3]’ın kamusal alanda gösterilmeyecek, utanç verici olayların ve duyguların saklandığı yer olan özel bir alan olarak tanımladığı evi, Wise[4] bir konfor alanı yaratımı olarak görüyor, tabi bu tanımda böyle, yoksa reddetmiyor acının da travmanın da evde gerçekleştiğini. Habermas’ın tanımınınsa eksik kaldığını düşünüyorum, zira ev antik Yunan zamanlarından beri sadece utancın gizlendiği bir kutu olarak özel alan olsaydı, o zaman ne eve dönmenin yolları[5]nın bir önemi kalırdı, ne de hüzünlenirdik terk ettiğimiz evler için.

Douglas[6]’a göre ise evi incelemeye devamlılıklar üzerinden başlamalıyız, zira evi tanımlarken onun işlevlerinden ya da analiz edilemeyecek bir takım mistik özelliklerinden bahsetmenin hiçbir anlamı yok. Douglas’a bu noktada çok katılmasam da -yani ilerleyen cümlelerde sıralanacak tüm tanımlara evle “analiz edilemeyecek mistik” bağlarımızı da hiç yoksa ucundan kıyısından iliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum- biraz buradan devam edelim. Ev sabitlenmiş bir alan olmamakla birlikte mefruşatları hesaba katılarak sürekli bir şekilde yeniden beliren alan üzerine konumlanmış bir devamlılıktır. Evin var olma sebebi tam da bu devamlılığa dayanır. İkincisi, ev zaman içerisinde bir yapıdır, en klişe tabirle, mekânın zaman içerisindeki örgütlenmesidir. Tıpkı müzik gibi, ev dış baskılara karşı kendi zaman ritmini oluşturur; her evin kendine has bir belleğinin ve -tabiri caizse- bir beklentisinin olmasının sebebi budur.

“Walser nasıl da mutluydu! Evinin kapısını açar açmaz başka bir dünyaya girdiğini hissetmişti. Sanki bu, bir mekanda gerçekleştirilen fiziksel bir hareket -atılan iki basit adım- değil, aynı anda zamanda gerçekleştirilen çok büyük bir kaymaydı[…]”[7]

Evi bir devamlılık olarak ele almışken, bu devamlılığın üyelerin ihtiyaçlarına karşılık verildiği ölçüde süregittiğini de söylüyor Douglas. 1991 yazımı makalesinde ev ve oteli ayıran temel ayrımın piyasanın eve giremeyişi olduğundan bahsediyor. Kar odaklı bir Pazar ekonomisi olmayan ev, olsa olsa jenerasyonlar arasında ve jenerasyonlarla birlikte yürütülen bir hediye ekonomisi olarak tanımlanıyor. Kimsenin ne kadar katkıda bulunduğunu bilmediği ev, çekirdek aileyle birlikte değerlendirildiğinde merkezin olmadığı bir hiyerarşiye, otoriter olmayan ancak otoritenin neyin yapılmayacağının kurallarını kurduğu bir tiranlığa da dönüşüveriyor. Anne, baba ve çocuğun karşılıklı ve anonim baskılar içinde bulunduğu bu ev profilini yazının devamı adına aklımızda tutalım istiyorum.

KAPI EŞİĞİ

Cavell[8], gidilecek hiçbir yer olmadığında gidilen yer olarak tarif ediyor evi. Aslına bakılırsa bu Norveçli şarkıcı Moddi’nin kalbindeki evden[9] çok farklı bir ev. Moddi’ye göre yatılan bir diz evin ta kendisi, Melisa Kesmez’in bir öyküsünde kolileri boşaltıp koşa koşa demlenen ilk çay ya da belki bir kedinin beklemesi[10], 15. İstanbul Bienali küratörlerine göreyse makrokozmozu yansıtan birer mikrokozmoz…[11] Seyhan Kurt’un[12] yola çıktığı nokta da pek uzak görünmüyor tam da bu konumdan zira Kurt’a göre “kamusal mekanların politik bir prototipi”[13] olarak evler, “sakinlerine kendi gramerini dikte eder.”[14]

Türkiye’deki neoliberalizm dalgasıyla, homojenleşme ve standardizasyonun evleri ve evlerin içindeki en ufak detayları da hedef aldığını söylemek bu noktada absürt olmayacaktır. Zira, Kurt’un da bahsettiği gibi, “kentlerle beraber eviçleri de birbirlerine her zamankinden çok daha fazla benzer oldular ve insanları neredeyse aynı strateji ve nesnel koşullarla biçimlendirmeye başladılar.”

OTURMA ODASI

Türkiye’deki tek tipleşmiş konut yapımı, neredeyse standardize olmuş 1+1, 2+1 ve 3+1 daire içleri, kargoyla her yere sipariş üzerinden mobilya ulaştıran internet siteleri ve zincir mobilya mağazaları tarafından döşenerek jenerasyonlar arası süregiden fiziksel konut ve eşya zincirini kesip atmaya başlamıştır. Minimalist dekorasyon nidaları ile geçmişe dair “kullanılmayan”, sade çizgili olmayan her şeyin zaten sığmayacakları kısıtlı metrekareli evlerden atılması bir trend haline gelmiş, bir evde kullanılmayan ama sırf saklanmak için saklanan eşyaların var olması ev sahibini sosyal çevresinde kriminalize eder duruma getirmeye başlamıştır. Bu yeni tip zaten bütün gün evdeyiz tüketim çılgınlığı, kısa vadeli kullanım ve hızlı üretilip çabuk eskiyen malzemelerle kendi döngüsünü yaratmıştır demek de aşırı olmayacaktır.

Hangi konuma asılacağı bile satış anında dikte edilen dekorasyon amaçlı duvar tablolarını ya da bohem görünüm vaadiyle satılan duvar örtülerini düşünelim; geniş ürün yelpazesini satışa çıkarmış mevzubahis internet sitelerindeki dekor eşyalarını ve ucuzluğuyla bilinen zincir marketlere büyük promosyonlarla gelen daha küçük trend eşyaları (ışıklı makyaj aynası ya da fotoğraf asmak için mandallı led ışık) ele alalım; ev içinin toplu üretim ürünlerinden ibaret olduğunu fark edebiliriz. Ev sakinlerineyse başka bir zamanı anımsattığında fark yaratacak tek bir imleyen bırakmayana değin devam edecek bu yaşam pratiğinin artık farkına varılması gerekliliği aşikardır.

Wise’a göre fotoğraf, tablo, figürin gibi nesneler başka oturma odalarına, başka sosyal çevrelere açılan nesnelerdir[15] Dolayısıyla, bu nesnelerin bir şekilde atılıyor ve yerlerini sadece popüler bir güzellik anlayışı üzerinden sipariş verilmiş dekoratif nesnelere bırakıyor oluşu, bir evin en güzel manzarasına bakan penceresinin perdesini kapamaya benzer. Açıkça söylemek istiyorum, tek iddiası göz yormamak olan, seri üretim ürünü ve tüm ev içlerini birbirinden farklı olmayan görünüşlere sokan eşyalarla hiçbir şekilde başka oturma odalarına açılmayan evlere sahip olmaya başlamış bulunuyoruz hayli uzun zamandır.

Kurt’un kaleminden “[h]er birinin düzeni, rengi, ‘havası’ ve kokusu aynı(…)”, “sanki içinde kimse yaşamıyormuş gibi, hiçbir şeye dokunulmamışçasına her şeyin yerli yerinde dur(duğu)” modern kentlerdeki evlerin birbirini fazlaca etkilediğini, hatta aralarında “yok denecek kadar az bir fark” kaldığını okuruz. [16]

Her biri birbirine benzeyen bu evlere artık Melisa Kesmez’in nohut oda bakla sofa olarak adlandırdığı alanlar olarak bakmak pek mümkün değil, zira konut piyasasının nasıl işlediğini de dikkate alarak internet sitesinden beğenilen, “tertemiz, içi yapılı, gel yerleş, metro yakını, markete 3 dakika” evlerin mecburen otelleşmesi olgusuyla boğuşuyoruz. Evlere dair klişe hayallerin pembe panjurlardansa[17] sorun çıkarmayan ev sahiplerinden oluşması, sistematik bir soylulaşma ve jenerasyonları mülksüzleştirmesi politikasına dayanıyor. Bunu da başka bir zaman konuşuruz.

Son dönemde başlayan evde çalışma ile, evlerin otelleşmesinin yanında bir de üstüne ofisleşmesiyle birlikte, ev denilen mekanlara da yeni bir aktör dahil oldu; -emekçi pespektifinden- patronlar. Çekirdek ailede neyin yapılamayacağına dair getirilen kısıtlar, çalışma saatlerinde emekçilerin sanki evde hep o kurallarla yaşamışlar gibi kabul ettiği kısıtlamalara eklemlendi; arka fonlar düzenlendi, ev içi konuşmalara ve davranışlara hiç olmadığı kadar dikkat edildi, en ufak harekette bile mikrofonun ve kameranın açık olup olmadığına dair hassas kontroller gerçekleştirildi.

Ne heim’ın içinde kendi kendimize kalabildiğimiz, ne de heimat’ın bir köşesinde kendimize yer edindiğimiz neoliberal ve rant odaklı kentsel dönüşüm Türkiye’sinde mekânsal ilişkilerdeki yoksunluklarımız hepimizi teorik anlamda birer evsiz kılıyor. Neredeyse tüm eşyaların algoritmaların önümüze çıkardığı pop-up reklamlardaki ürünler olduğu -ya da en kötü ihtimalle onlara benzediği-, günlük rutin hareketlerimizden bile izleniyor olma korkusuyla şüphe duyduğumuz, ne içinde ne de dışında kendimizi en Türkçe tabirle yuvada hissetmediğimiz mekanlarda verdiğimiz yaşam mücadeleleri fiziksel temel barınma şartları hesaba katılmadığında düşünsel anlamda bir evin hiç olmamasından çok da farklı ilerlemiyor.

“Home

It’s a place you can live

Without fear

Of letting someone down never”

                                                 Elvett, Home (2015)


Kaynakça

[1] Hobsbawm, E. (1991). Introduction. Social Research, 58(1), 65-68.

[2] “J’ai quitté mon pays

J’ai quitté ma maison

Ma vie” (Adieu Mon Pays)

[3] Habermas, J. (1990). Kamusallığın yapısal dönüşümü (15th ed.). İletişim. İstanbul.

[4] Wise, J. M. (2000). Home: Territory and identity. Cultural studies, 14(2), 295-310.

[5] Kitap önerisidir: Zambra, A. (2013). Eve dönmenin yolları. Notos. İstanbul.

[6] Douglas, M. (1991). The idea of a home: A kind of Space. Social Research, 58(1),287-307.

[7] Tavares, G. (2014). Beyefendiler. Kırmızı Kedi. İstanbul.

[8] Cavell, S. (1991). Introduction. Social Research, 58(1), 9-10

[9] Moddi, House by the Sea

[10] Kesmez, M. (2018). Nohut oda. Sel. İstanbul.

Kesmez, M. (2015). Bazen bahar. İletişim. İstanbul.

[11] Bkz. 15. İstanbul Bienali Küratör Metni

[12] Kurt, S. (2021) Haneden Ev Haline. İletişim. İstanbul.

[13] Ibid., 33.

[14] Ibid., 27.

[15] Wise, J. M. (2000). Home: Territory and identity. Cultural studies, 14(2), 295-310.

[16] Kurt, S. (2021) Haneden Ev Haline. İletişim. İstanbul. pp., 219-220.

[17] Pembe panjurlu evlerden bahsetmişken, masallarda ve öykülerde sıkça rastlanan bu ifadenin içinde ciddi bir toplumsal cinsiyet rolü kodlaması olduğunu da belirtmek gerekir. Evin içinin dışından mutlak olarak ayrılması görevi gören panjurların batılı geleneksel aile motifinde pembe rengin sahibi olan kadın bireye kodlanmış olması, ev içindeki tüm gizliliğin korunmasının ve neyin dışarı yansıtılıp yansıtılmayacağının kararının ve bu karardan doğacak her türlü sorumluluğun baskın bir şekilde yine kadına yüklenmesi anlamına gelir.

Paylaş:
Default image
Ezgi Meriç Baş
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi / İTÜ - Siyaset Çalışmaları M.A.