Bürokratik, Über Galaktik İmparatorluklar

Bürokrasi deyince aklımıza ne geliyor? Bürokrasi, Türkiye’de yaşayan herkesin iyi ya da kötü tanıdığı, bildiği bir şey. Bürokrasiyi bir “şey” olarak nitelendirmemin kendimce bazı sebepleri elbette mevcut. Çünkü özellikle Türkiye gibi bir ülkede bürokrasi bizi çepeçevre sarar, aldığı kararlarla hayatımızı yönlendirir, yaptığı bir idari işlem yüzünden günlerimizin heba olmasına yol açar. Ama gelin görün ki ne zaman bürokrasiye ihtiyacımız olsa ne doğru mercii bulabiliriz ne de karşımızda bize yardım edebilecek ya da sorumluluk alabilecek birine ulaşabiliriz. Bu cümleler ile sadece kamu sektörünü hedef aldığımı düşünmeyin lütfen. Bankalar, kargo şirketleri, operatörler, alışveriş siteleri vs. aslında hepsi hayatımızı kuşatan bir sarmaldan bahsediyoruz.

Bürokrasi basit bir şekilde memurlar sınıfı ya da idari işlemler bütünü olarak algılanmamalıdır. Bürokrasi, modernite ile birlikte ortaya çıkmış bir iktidar tekniğidir. Bu iktidar tekniğinin gelişimi yönetim süreçlerini kolaylaştırmış olabilir. Ancak bürokrasi bir iktidar tekniği olarak insanlığın yaşadığı birçok acının da sebepleri arasında yer almaktadır. Aslında bu konu, uzun zamandır Türkiye’nin gündemini de meşgul etmektedir. Anayasanın 127 nci maddesi kapsamında yapılan tartışmalar, özellikle kolluk kuvvetlerinin aldıkları her emre itaat edip etmemeleri gerektiği düzleminde hukuksal bir boyuta da sahiptir. Bürokrasi aracılığıyla kurulan iktidar ilişkileri zaman içerisinde bireylerin özgürlüğünü yok etmeye doğru ilerlerse sonunda bir tahakküm aracı haline gelir.

Foucault’nun iktidar ve tahakküm arasında çizdiği ince sınır, bürokrasinin bir örgütlenme modeli olmaktan uzaklaşarak bir iktidar tekniği haline gelmesinin ve hatta bir tahakküm aracına dönüşmesinin anlaşılmasında bize yardımcı olur. Foucault’ya göre bir iktidar alanı tıkandığında, yönetim ve yapılandırma ilişkisi tek yönlü, sabit ve tersine çevrilemez hale geldiğinde artık iktidardan bahsetmek mümkün değildir.[1] İktidarın yerini alan tahakküm ilişkilerinde ise bürokrasiyi basit bir örgütlenme modeli olarak değerlendirmemek gerekir. Bürokrasi bu noktada, tahakküm ilişkilerinin her gün yeniden yaratıldığı bir ağa döner. Bu tahakküm ilişkileri, toplumu baştan sona kadar sarmıştır ve değiştirilmesi çok güçtür. Bürokrasinin yaşamımızı çepeçevre sarması, sadece kamu kesimiyle de sınırlı kalmaz. Kendi bürokrasileri aracılığıyla bireyleri ve toplumu kuşatan her sektör aslında farklı derecelerde üzerimizde tahakküm kurarlar.

Bürokrasinin eleştirilmesine bu noktadan başlanması gerektiğini düşünmekteyim. Zira, sadece ülkemize baktığımız zaman bile görebileceğimiz gibi, bürokratik örgütlenme modeli sadece kamu kesimiyle sınırlı kalmıyor. Fabrikalar, bankalar, kargo şirketleri, ajanslar vs. bu örgütlenme modeliyle öylesine iç içe geçmiş vaziyetteki gündelik hayatımızı devam ettirirken bürokrasi ile yüz yüze gelmek aslında nefes alıp vermekten farksız hale geliyor. Ancak, bürokrasinin kamu otoriteleri veya siyasi iktidar sahipleri tarafından bir yönetim tekniği olarak kullanılmasının sonuçları ise çok daha kolektif ve yıkıcı sonuçlar doğurabiliyor. Bu konudaki en akılda kalıcı örnek ise, maalesef, toplama kamplarındaki feci ölümler rol oynayan Nazi subaylarının, memurlarının Nüremberg Duruşmaları ve daha sonraki yargılamalar boyunca sergiledikleri tutumdur.

1.yüzyılda en çok şahit olduğumuz dramlardan birisi bürokrasinin Baudrillard’ın deyimiyle tasarlanan ölümlerin sorumlusu olmasıdır. Baudrillard tasarlanan ölümler isimli bir kavramdan bahsetmiştir ve ona göre “Ölümü ne olursa olsun modernleştirip hızlandırmak, onu cilalamak, onu dondurmak, yahut ölümü koşullandırmak, onu boyamak ve acımasızlıkla ondan kurtulmak”[2] geçtiğimiz yüz yılın hastalığıydı. Tasarlanmış ölüm kavramını bürokrasi ile birlikte değerlendirmek gerekirse, Baudrillard’e şu noktada katılmıyorum. Bürokrasi eliyle gerçekleştirilen hiçbir cinayet, soykırım vs. bu suçu işleyenler tarafından “ondan kurtarılması gerekilen bir şey” olarak nitelendirilmemiştir. Bilakis, tasarlanan ölüm, bürokrasi tarafından kullanılan bir araçtır ve iktidarın pekişmesi, toplumun şekillendirilmesi için kullanılmıştır. Hatta sosyal mühendisliğin en uç örnekleri arasında yer almaktadır.

Eichmann, anlatmaya çalıştığım bürokrasinin klasik bir temsilcisi, emirleri uygulamakla yükümlü olduğunu iddia eden sıradan bir memurdur. Aslında Eichmann, bürokrasinin bir tahakküm ve hatta ölüm makinesine nasıl dönüşebileceğini gösteren mükemmel bir örnektir. Eichmann, İsrail’deki mahkeme boyunca, kendisinin sadece yasaları uyguladığı, bir memur ve subay olarak emre itaat etmekten başka vazifesinin olmadığını, görevleri yerine getiren bir yurttaş olduğunu ifade eder. Hatta ve hatta Eichnmann Yahudilerin kendisi tarafından öldürülmediği, kendi görev alanının sadece Yahudilerin ulaşımını sağlamakla sınırlı olduğunu belirtmiştir.[3]  Yani Eichmann, trenlere doldurarak Almanya’daki ve Polonya’daki toplama kamplarına gönderdiği Yahudilerin acı sonlarını bilmediğini ima etmiş, kısacası Yahudileri ben öldürmedim toplama kampındaki subayların ve memurların suçudur bu demeye getirmiştir.

Arendt’in Eichmann ile ilgili yaptığı tespitlere bir göz atalım: O, asla ne yaptığını fark edememiştir. Polis soruşturmasını yürüten bir Alman Yahudisi karşısında aylarca iç dökmesi, SS birlikleri içerisinde neden sadece teğmen rütbesine kadar yükselebildiğini anlatması, terfi edememesinin kendi hatalarından kaynaklanmadığını açıklaması tam da bu hayal gücünün yoksunluğunun sonucudur… Onu dönemin en büyük suçlularından biri haline getiren saf bir düşüncesizlik…”[4] Çünkü Eichmann için görevini yerine getirmek, amirinin takdirini kazanmak, iyi bir yurttaş olduğunu göstermek yeterlidir. Nazi Almanya’sında ise iyi bir yurttaş ve memur olmanın ilk şartı, emirlere kayıtsız şartsız itaat etmek, emirlerin vicdani boyutunu sorgulamamaktan geçer. Bu yönüyle Eichmann gerçekten de örnek bir bürokrattır.

Bürokrasinin insan hayatını etkileyen bu yönü, düşünmemiz için yeterli bir sebeptir elbette. Ama bürokrasinin verimlilik, etkililik gibi ilkeleri en uç noktaya taşıması sadece insanların hayatını mı etkilemekte? Elbette hayır. Deniz çiftliklerini ve fabrika çiftliklerini düşünelim. Deniz çiftlikleri bir takım avantajlar getirmektedir. En genel biçimiyle, insanların doğal yaşam alanları içerisinde balıkları kuşatan belirsizlikler üzerinde daha fazla denetim kurmasına, dolayısıyla ön görülebilir bir tedarik sağlamasına imkân sağlamaktadır.[5] Normalde 10 yılda yetişkin hale gelen balıklar, denetim olanakları sayesinde, iki yıl içerisinde aynı boyuta ulaşmaktadır. Deniz çiftliklerindeki temel ilke, Taylorist montaj hattının bir benzerinin balıklar için kurulması, bu çiftliklerde çalışanların aldıkları emirleri kayıtsızca yerine getirmesi, doğanın kendisine bu şekilde müdahale edilmesi, aslında bürokrasinin hayvanlara da zarar verebildiğini göstermektedir. Tarihteki en etkili yönetim araçlarından birisini insanlar neden doğayı değiştirmek için kullanmasınlar ki?

Son olarak ülkemizdeki Toplu Konut İdaresi’ne değinmek istiyorum. TOKİ, toplumu ve hatta toplumun ötesinde kentleri şekillendiren bir idaredir. TOKİ’deki bürokratlar sadece sürdürülebilir konut inşaatı çerçevesinde bir planlama yapmazlar. Aynı zamanda toplumda kimin fakir olduğunu, kamu sektörü tarafından inşa edilecek evlerin kimlere dağıtılacağını da tespit eder. Aslında bir yandan da sosyal adaleti tesis eden bir kamu örgütlenmesidir. TOKİ, gayrimenkul pazarının üst dilimine yönelişini gizlemek için, zenginlerden alıp yoksullara dağıtan bir “Robin Hood” kurumu efsanesi söz konusudur.[6] Ancak, bu durum aynı zamanda insanların kaç odalı evlerde oturacağına karar vermesi, maliyetleri azaltabilmek için balkonu olmayan evler tercih etmesi, güneş ışığının olmadığı apartman dairelere insanların hapsolduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bürokrasinin bel kemiğini oluşturan üç ilke (verimlilik, etkinlik ve etkililik) çerçevesinde şekillenen projeler, yoksul kesimlerin kentten uzakta banliyölerde yaşamaya zorlamakta, maliyetlerin düşük tutulması ise evlerle ilgili her gün yeni bir sorunun doğmasına sebep olmaktadır.

Bürokrasi aracılığıyla tahakküm ilişkilerinin kurulması, bürokrasinin temel niteliği olduğu iddia edilen rasyonelliğin ortadan kaybolması anlamına gelmektedir. Netice olarak, artık bürokrasi akılcılığı kaybetmesi, toplumu ve bireyleri her yönden ayrı ayrı kuşatan bir yönetim tekniği niteliğine bürünmüştür. Okurlara tavsiye etmek istediğim iki film var: Terry Gilliam’in Brazil (1985) ve Rus yapımı Zerograd (1989). Brazil’de devlet yönetiminin tam bir kâbus halini aldığı, bürokrasinin insanlığı tehdit ettiği bir dünya tasvir edilmektedir. Zerograd, Stalin döneminde Sovyet bürokrasinin nasıl akıl dışı bir mahiyet aldığını anlatmakta ve sistemi eleştirmektedir. Bürokrasinin insanı ve toplumu her yönüyle saran, deyim yerindeyse aşkın bir yönetim tekniğine nasıl dönüştüğünü net bir şekilde görecek, bireylerde bürokrasi karşısında hissedilen yılgınlığa ve otoriteye boyun eğme yönelimine eleştirel gözlerle bakmaya başlayacağınıza eminim.


Referanslar

[1] Keskin, F. (2019). “Sunuş”, Özne ve İktidar, Michel Foucault, Ayrıntı  Yayınları, 6. Basım, İstanbul, s. 21.

[2] Baudrillard, J. (1993). Symbolic Exchande and Death, Londra, Sage, s. 180.

[3] “Eichmann Trial” https://encyclopedia.ushmm.org/content/en/article/eichmann-trial

[4] Arendt, H. (1994) “Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil”, Penguen Books, New York. s. 287-288.

[5] Ritzer, G. (2020). Toplumun McDonaldlaştırılması, 7. Basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s.232.

[6] Perouse, J.F. (2016), “Kamusu Devlet: Toplu Konut İdaresi (TOKİ) Hakkında Bazı Tahminler”, Devlet Olmaz Zanaatı, Der. Marc Aymes, Benjamin Gourisse, Elise Massicard, Çev. Ali Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 171.

Görsel: Ankapark.

Paylaş:
Default image
Gizem Magemizoğlu
Ankara Üniversitesi - Yönetim Bilimleri (MA)