Toplumsal Adalet Hareketleri İçin Yeni Bir Sosyoloji

Orijinal Metin: Michael Burawoy
Çeviren: Yener Çıracı
İlk paylaşım: Yerdeniz Sakinleri

Max Weber, ister bürokrasi ya da hukuk isterse kitlesel demokrasi biçiminde olsun, biçimsel rasyonalitenin yükselişinin tabi halklara yönelik ekonomik ve toplumsal baskılara denk olmadığı konusunda netti. Aksine, eşit hakları yaygınlaştıran biçimsel rasyonalite, yaşadıkları adaletsizlikleri devam ettirmekteydi. Weber, buna meydan okunabilmenin tek yolunun, “Kadi-justice” olarak adlandırdığı gayriresmi yollarla mümkün olduğunu savundu. (Weber, 1946, s. 221). Bununla birlikte bu gayriresmi araçlar, ister kamuoyu ister toplumsal eylem aracılığıyla olursa olsun genellikle yukarıdan manipüle edilir ve sahnelenirdi. Weber, bugün toplumsal hareketler olarak adlandırdığımız ve “irrasyonel duygular” tarafından yönlendirilen “tutarsız bir kitle” hakkında oldukça kuşkuluydu (Weber, 1946, s. 221). Onun kolektif eylem teorisi, Durkheim’dan kendisine ve kolektif eylemi toplumsal değişime irrasyonel bir yanıt olarak gören Smelser ve Parsons’a kadar uzanan ilk dalga toplumsal hareket teorisine aitti.

Toplumsal hareket teorisinin ikinci dalgası, Marksizmden yararlanarak toplumsal hareketleri parlamenter siyasetin dışında, çıkarları için mücadele eden bir rasyonellik içinde değerlendirdi ve hedeflerine ulaşmak için uygun bir stratejik çerçeve de dahil olmak üzere kaynakları geliştirmeyi başardıkları sürece de başarılı oldu. Sosyologlar burada, toplumsal, politik ve ekonomik bağlamı bir arka plan değişkeni olarak ele alan genel bir kolektif eylem teorisi -zaman ve mekân boyunca geçerli bir teori- peşindeydi. Bu, Alain Touraine gibi yazarlarla ilişkilendirilen, bağlamı -onun durumunda sanayi sonrası toplum ya da programlanmış toplum- kolektif eylem biçimi olarak tanımlanan “yeni toplumsal hareket” teorisiydi.

Bugün, yeni bir bağlama, yani piyasaların toplumsal ve politik yaşamın tüm alanlarına işgalini ifade eden, belirsiz bir kavram olan “neoliberalizm”e odaklanan üçüncü dalga bir toplumsal hareket teorisine doğru ilerlememiz ve bu nedenle toplumsal ve ekonomik adalet için çağdaş hareketleri anlayabilmek adına ‘neoliberalizm’i tanımlamamız gerekir. Burada çıkış noktam olarak Karl Polanyi’nin (2001) The Great Transformation adlı eserini ele alacağım. Ama önce, piyasalaştırmanın toplumsal adalet hareketlerini nasıl harekete geçirdiğini keşfetmeme izin verin.

Piyasalaştırmadan Yeni Toplumsal Hareketlere
Toplumsal adalet ve demokratikleşme, özellikle uzun yıllardır askeri diktatörlükler tarafından yönetilen Latin Amerika’da uygun temalardır. Pek çok kişinin cesurca mücadelesiyle ortaya çıkan demokrasiye geçiş, büyük ve tartışılmaz bir ilerlemedir. Yine de demokrasi tüm vaatlerini yerine getirmemiştir. Bunun başlıca nedeni, siyasi diktatörlüğün düşüşünü bir başka diktatörlüğün -yapısal uyum yoluyla piyasanın diktatörlüğü- takip etmesidir. Ardından Latin Amerikalılar -aralarında sosyologların da bulunduğu- yükselen adaletsizlik ve eşitsizlik dalgası sonucunda daha köklü bir demokrasi uğruna savaşma konusunda cesaretlenmiştir. Örneğin Brezilya’daki katılımcı bütçeleme şemalarında, Arjantin’deki Piquetero Hareketi ve fabrika işgallerinde, Bolivya’nın etnik demokrasisinde ve Şili’deki öğrenci hareketinde bunu görürüz. Katılımcı demokrasinin yeni biçimleriyle piyasa köktenciliğine karşı durmak için amansız bir mücadele vardır.

Latin Amerika’nın son 30 yıllık tarihi şimdi tüm dünyada tekrarlanır. Özellikle Mohamed Bouazizi’nin 17 Aralık 2010’da Tunus’ta kendini yakması sonucunda Tunus, Mısır, Yemen, Libya, Suriye ve Bahreyn’de ayaklanmalara neden olan Arap dünyası başta olmak üzere, piyasaların sessiz istilasına karşılık vermektedir. Yine de ‘ekmek, özgürlük ve toplumsal adalet’ çağrısı yapan bu ayaklanmalar, taleplerindeki devrimci niteliğine rağmen aradıkları sonuçları ortaya çıkaramadılar. Tüm gözler, ulusal isyanın daha sonra ordu tarafından gasp edildiği ve kırılgan bir demokrasiye yol açtığı Mısır’a çevrildi. Diktatörlükleri devirmek zor olsa da gerçek sorunlar ancak onların devrilmesinden sonra başlamaktadır ki bunlar Latin Amerika’nın otuz yılı aşkın süredir boğuştuğu sorunlardır.

Kısmi şekilde bu hareketlerden cesaretlenen Güney Avrupa’nın Indignados’ları, bölgesel ve uluslararası finans kuruluşlarının yardım ve yataklık ettiği iktidar partileri tarafından dayatılan kemer sıkma rejimlerine karşı çıktı. 2011 ve 2012’de, Portekiz’deki sendikalarla, İspanya’daki anarşist siyasetle, İtalya’daki Grillo popülizmiyle ve Yunanistan’daki kitlesel genel grevle ittifak halinde olabilecek olağanüstü bir protesto dalgasına tanık olduk. Aynı zamanda bu dönem Neo-faşist Altın Şafak’ın yükselişini de beraberinde getirdi. Ancak bunların tümü, ekonomik güvensizliğe, işsizliğe, borca ve mülksüzleştirmeye karşı verilen farklı tepkiler olarak da görülebilir.

2011’de başlayan İşgal Hareketi, yoksulluğu, kapitalizmi ve buradan doğan protesto ihtiyacı arasındaki bu bağlantıyı açıkça ortaya koymaya başladı. Kamusal alanlara yerleşerek, dünya ekonomisini yöneten %1’i hedef aldı. Zuccotti Park’ta başlayan hareket, finans sermayesinin evi Wall Street’i hedef alarak önce ABD’ye ardından Avrupa, Latin Amerika ve Asya’ya yayıldı. Örneğin Hindistan’da köylüler, finans sermayesi ile Hindistan devletinin -birçoğu şu anda can çekişmekte olan- Özel Ekonomik Bölgeler oluşturmak adına yaptığı gizli anlaşmalarla ortaya çıkan mülksüzleştirilmeye karşı mücadele etti. Ya da bugün Çin’de, büyümenin motoru artık ucuz göçmen işgücünün şehirlere akması değil, kırsal bölgelerin kentleşmesi için toprak tahsisi ve gayrimenkul spekülasyon haline geldi ve çok daha az bilinmesine rağmen buna yönelik protestolar, rantiye sınıfının oluşumunu durdurmakta yeterince etkili olamasa da Çin’in kırsal bölgelerine yayılmaya başladı. Uluslararası madenciliğin genişlemesinin yalnızca nüfusları yerinden etmekle kalmayıp aynı zamanda su ve havayı da kirlettiği Latin Amerika’da da benzer mücadeleler olduğu bilinmektedir.

Son olarak, eğitimin her düzeyde piyasalaştırılmasına karşı mücadele eden, en çarpıcı biçimde Şili’de ortaya çıkan öğrenci hareketine de dikkat etmeliyiz. Burada, bu en eşitsiz toplumlarda öğrenciler, gırtlağına kadar özel borcun biriktiği bir toplumun öncüsüdür. Benzer mücadelelerin, öğrencilerin artan ücretlerle karşı karşıya kaldığı ve aynı zamanda finansallaşma ve düzenlemelerle bir zamanlar kamu eğitiminin kalelerini aşındırmaya başlamasıyla birlikte Avrupa’ya ve özellikle İngiltere’ye yayıldığını da görüyoruz. Bununla birlikte devlet üniversitesinin kalbi olan Arjantin’de, kamusal eğitimin herkese açan, katılımı ücretsiz sağlayan ve yöneticilerini de demokratik seçimlere tabi tutan 1918 Cordoba Devrimi’nin mirası hala güçlüdür. Yine de başka yerlerde, Latin Amerika’da öğrenci hareketleri birleşmek ve yüksek öğretimin yıkımına karşı çıkmak zorunda kalmıştır.

Tüm bunları ve diğer çağdaş hareketleri, yerel ya da ulusal bağlamın bir yansıması olarak, izole halde mi düşünmeliyiz, yoksa her birinin karakterinde küresel hale gelebilecek bir şeyler paylaştığını söyleyebilir miyiz? Belirli bir tarihsel çağın ifadesi olarak görmeyi haklı çıkaracak ortak özellikleri paylaşıyorlar mı? Bu bölümde her iki soruya da olumlu yanıt veriyorum. Bu nedenle ilk işimiz, dünyayı kapsayan tekil bir protesto dalgasını tanımlayan ortak bir repertuar setini tanımlamak olacaktır.

Ortak Siyasi Repertuarlar
21. yüzyılın bu yeni toplumsal hareketleri, piyasalaşmanın farklı biçim ve boyutlarından kaynaklanan çeşitli toplumsal adaletsizliklere verilen tepkilerdir, ancak ekonomik alanda değil, siyasi arenada ifade ve bilinç kazanırlar. Bununla beraber, siyasi hedeflerin peşinde koşuşu, ekonomik yoksunluk ve mülksüzleştirme aracılığıyla sürdürülür. Paylaştıkları özelliklerden bazılarını ele alalım.

İlk olarak, onları ayrıksı kılan ortak noktalar vardır. İster diktatörlüğe isterse kemer sıkmaya ya da eğitimin özelleştirilmesine karşı bir mücadele olsun, her biri ulusal bir özelliğe sahiptir. Güney Avrupa, Orta Doğu, Latin Amerika, Güneydoğu Asya, vb. gibi bölgesel modeller ortaya koyan ulusal, politik alanlar tarafından çerçevelenirler. Ancak aynı zamanda bu hareketler, sosyal medya ve hatta seyahat eden temsilcileri aracılığıyla küresel olarak da bağlantılıdır. Referans çerçeveleri genellikle ulusal biçimde olsa da hareketler birbirlerine esin kaynağı olmaktadır.

İkincisi, ortak bir esinlenmeden yani seçim demokrasisinin kapitalizm ve daha spesifik olarak da finans sermayesi tarafından gasp edildiği fikrinden yola çıkarlar. Hükümetler, içerik olarak kapitalist ve biçim olarak demokratik olan seçimsel demokrasiyi etkili bir biçimde felce uğratan finans sermayesine minnettardır. Zygmunt Bauman’ın (2000) ifadesiyle, iktidar ve siyaset arasında bir ayrım vardır, böylece iktidar sermaye-devlet bağlantısının elinde yoğunlaşırken, seçim siyaseti etkisiz bir ritüele indirgenir.

Üçüncüsü, bu hareketler, bazen dikey mücadeleler kadar yatay bağlantıları da içeren pre-figüratif siyaset olarak adlandırılan, doğrudan demokrasiyi benimseme adına formal demokrasiyi reddeder. Katılımcı demokrasinin Genel Kurulları bu hareketlerin çoğunun temeli olmuştur. O halde mücadele, bu otonom ve çoğunlukla ayrılıkçı mücadeleler için birlik ve daha geniş bir vizyona neden olmaktadır. Kendilerini daha geniş kitlelere bağlama konusunda çeşitli başarılar elde ederler ve bunu başardıklarında bile bu, sadece kısa bir dönem sürer.

Dördüncüsü, sanal bağlantılar aracılığıyla çok şey yapılmış olsa da bunlar somut gerçek alanı, daha az gerekli kılmak bir yana çok daha fazla gerekli hale getirir. Sanal iletişimin etkileyici olabilmesi için bir şekilde tamamlayıcı olması gerekir: örneğin kamusal alanın toplanma noktalarıyla iletişim halinde olması gibi; New York’taki Zuccotti Parkı, Barselona’daki Catalunya Meydanı, Kahire’deki Tahrir Meydanı, İstanbul’daki Taksim Meydanı ve diğerleri. Bu toplanma noktaları, yoğun ve yaratıcı topluluklar oluşturmada, yeni ve özgün eylemlerin planlanmasında çok önemliydi. Sosyal medya, olmazsa olmaz bir iletişim aracı haline gelmekteydi.

Beşinci ve son olarak kamusal alanın işgali, bu toplumsal hareketleri, genellikle ordu tarafından desteklenen polisin şiddetli ve baskıcı tepkisine karşı savunmasız hale getirmiştir. Bu baskı, daha genel biçimde kamusal alanın yıkımı ve özel alanın kıymetli hale getirilmesi konusunda istikrarlıdır, ancak hareketler ve polis arasında devam eden bir kedi fare oyununa da yol açar. Yine de bu hareketler ortadan kalkmayacaktır. Burada kaybolan ve başka bir yerde yeniden ortaya çıkan şey bir “akışkan protesto” biçimidir. Onlara, esnek ve sürekli yeniden örgütlenmek için araç sağlayan sosyal medya ile birbirine bağlı, bağlantılı bir küresel hareketin parçası olarak bakmalıyız. Tehdit korkusunun yerini umutsuzluk ve öfke almaktadır.

Bu bölümün varsayımı, bu toplumsal hareketlerin, çağımızın tanımlayıcı bir özelliği haline gelen piyasalaştırmaya verdikleri farklı tepkiler açısından anlaşılabileceği ve gerçekten de anlaşılması gerektiğidir. Bu, yalnızca uyguladıkları siyasi repertuarlarla değil, aynı zamanda yanıt verdikleri piyasalaştırma baskılarıyla da ilgilenen yeni bir hareket sosyolojisi gerektirir. Böyle bir sosyoloji, bu hareketler için birleştirici bir vizyon, onların fena halde ihtiyaç duydukları ve onları ortak bir projede –toplumsal hareketler için yeni bir sosyoloji– birleştiren bir vizyon geliştirmelidir. Üstelik, sosyolojinin bağlamı ve pratiği artık kendisini metalaştırma baskılarına tabi halde bulmaktadır. Bu yüzden sosyologlar olarak artık toplumun dışında nesnel gözlemciler olduğumuzu iddia edemeyiz. Bizler, incelediğimiz dünyanın bir parçasıyız ve bu nedenle, incelerken bile toplumsal çatışmada taraf olmaktan, ilgili olmaktan kaçınamayız. Aksi durumda sosyoloji, ilgisiz kalacak ve ortadan kalkacaktır. Piyasalaştırma, tıpkı toplumu yok ettiği gibi bizim varoluş koşullarımızı da baltalamaktadır ve çok geç olmadan ikisini birbirine bağlamamız gerekir ve bu yüzden sosyolojinin kendisi bir toplumsal hareket haline gelmektedir. Bu zorlukların her biriyle sırasıyla meşgul olacağız.

Toplumsal Hareketlerin Yeni Sosyolojisi
Günümüzün toplumsal hareketleri ile kontrolsüz piyasalaşma arasındaki bu bağlantıyı daha iyi anlamak için Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm kitabına döneceğim. 1944’te yazılan ve kapitalizmin süregiden varlığını açıklayan, ancak sorunlu karakterini de inkar etmeyen Büyük Dönüşüm, Marx’ın bir yüzyıl önce yazdığı Komünist Manifesto‘nun bir revizyonu olarak kabul edilebilir. Polanyi, metalaştırma deneyiminin -tıpkı Marx’ın kendisinin de tartıştığı gibi- bu sürece isyan etmesi gerekenlerden gizlenmiş olduğunu ve sömürü deneyiminden daha derin ve dolaysız olduğunu tartışmaktadır. Aslında Polanyi, Marx’ın meta fetişizmi teorisini, yani piyasa mübadelesinin üretimle olan bağlarını gizlediği teoriyi, bu tür yanılsamaların en sonunda sınıf mücadelesinde çözüleceğini düşünen Marx’tan daha ciddiye alır. Polanyi’ye göre yıkımın kaynağı üretimden çok piyasada yatmaktadır. Kontrolsüz piyasanın genişlemesi, toplumu yok etmekle tehdit etmektedir ve toplum, kendini savunmak için reaksiyon gösterir. Polanyi’nin (2001, Bölüm 12) “çifte hareket” dediği ve benim basitçe piyasalaştırmaya “karşı-hareket” olarak adlandıracağım şey de budur.

Polanyi’nin teorisinin erdemlerinden biri, Marx’ın ki gibi, insanların mikro-deneyimlerini kapitalizmin dünya sistemik hareketlerine bağlamasıdır. Bağlantının kilit noktası, hayali meta fikrinde (Polanyi, 2001, Bölüm 6) – kontrolsüz mübadeleye maruz kaldığında kullanım değerini kaybeden bir üretim faktörü- yatar. Polanyi için emek böyle bir hayali metadır; diğerleri ise toprak ve paradır. Bugün bu üretim faktörleri, Polanyi’nin bile tahmin edemeyeceği eşi görülmemiş bir metalaştırmaya tabidir.
Emek kontrolsüz mübadeleye tabi olduğunda; yani metalaştığında, korumasız olarak istendiği zaman kiralandığında ve işten çıkarıldığında, ücret, emek gücünün yeniden üretiminin maliyetinin altına düştüğünde ve emekçi herhangi bir üretim için gerekli olan içkin nitelikleri geliştiremediğinde, emeğin kullanım değeri de düşer. Polanyi şunu yazar:

Çünkü sözde meta emek, bu özle metanın sahibi olan insanı etkilemeksizin sağa sola taşınamaz, istenildiği gibi kullanılamaz, hatta kullanılmadan bırakılamaz. İnsanın emek gücünü kullanırken, sistem, aynı zamanda, bu etikete yapışık fiziksel, psikolojik ve ahlâk! bir birim olarak “insanı” da kullanmak durumundaydı. Kültürel kuramların koruyuculuğunu yitiren insanlar, maruz kaldıkları sosyal etkiler altında yok olabilir, günah, sapıklık, cinayet ve açlığın yol açtığı şiddetli sosyal çözülmelerin kurbanları olarak ölüp gidebilirlerdi. [1]

Dolayısıyla mesele, sömürü değil, metalaştırmadır. Gerçekten Guy Standing’in de (2011) etkili bir biçimde gösterdiği gibi, bugünün sorunu garanti altında olan sömürünün ortadan kalkması ve onun yerini sadece proletarya için değil aynı zamanda nitelik hiyerarşisini tırmandıran güvencesizliğin yükselişinin almasıdır. Güvencesizlik, Arap Ayaklanmalarından Indignados’a, Occupy Hareketi’nden öğrenci hareketlerine kadar tüm çağdaş hareketlerin arkasındaki yaşanmış deneyimin bir parçasıdır.

Emek gücünün metalaşmasının koşullarından biri, asgari ücret yasası, işsizlik tazminatı ve emekli maaşları da dahil olmak üzere tüm toplumsal desteklerin ortadan kaldırılması ve alternatif geçim araçlardan ve aynı zamanda toprağa erişimden mülksüzleştirilmesidir. Emeğin topraktan ayrılması, Polanyi’ye göre insan türünün yaşama kabiliyetini tehdit edecek biçimde hem emeğin hem de toprağın metalaştırılmasını sağlar. ’Doğa ilkel unsurlara indirgenir, çevre bozulur, nehirler kirlenir, askeri güvenlik tehlikeye girer, yiyecek ve hammadde üretme gücü yok olurdu.’ (Polanyi, 2001, p. 76) Ama aslında Polanyi, piyasaların yokluğundan kaynaklanan sorunlara da duyarlıdır.

Ekonomi tartışması kolaylıkla toprağın ve kaynaklarının bütünlüğüyle ilgili güvenlik koşullarını içerecek biçimde genişletilebilir; yani halkın hayatiyeti ve dayanıklılığı, yiyecek kaynaklarının bolluğu, savunma malzemesinin miktarı ve niteliği, hatta ormanların yok oluşu ve toprağın aşınması tipinde unsurlardan etkilenen ülke iklimi gibi kaynaklarla ilgili koşulları içerecek biçimde genişletilebilir. (Polanyi, 2001, p. 193)
Bu ileri görüşlü yorumlar, zamanımızın en büyük piyasa başarısızlıklarından birini temsil eden iklim değişikliği ile ilgili son tartışmalarla uyumlu olacak biçimde piyasaların doğanın bütünlüğünü savunma konusundaki yetersizliğine de işaret etmektedir.

Doğanın yağmalanması söz konusu olduğunda, piyasaların yıkıcılığı, Latin Amerika’daki topraksız hareketlerinden Hindistan’daki Özel Ekonomik Bölgelere karşı halk ayaklanmasına ve Çin’de toprak spekülasyonu ve mülksüzleştirmeye karşı protestolara kadar özellikle Küresel Güney’de bir dizi mücadeleyi ortaya çıkardı. Dünyanın her yerinde doğal kaynakların madenciliği, yaşamları ve geçim kaynakları tehdit altında olan topluluklarda militan bir muhalefete neden oldu. Ayrıca bu, yoksulların evlerinden çıkarılmasını da içerecek şekilde mutenelaştırma ve küresel şehirler inşa etme girişimi gibi süreçlere karşı şehirlerde de meydana geldi. Bunu toprağın metalaştırılmasından Güney Afrika ve Bolivya gibi birbirine uzak ülkelerdeki su savaşlarını ortaya çıkaran metalaştırma da dahil olmak üzere doğanın daha genel bir biçimde metalaştırılmasına, iklim değişikliğine yönelik piyasa çözümlerine, sözde karbon ticaretine ve en son olarak da kırılma yoluyla fosil yakıt çıkarımına kadar da genişletebiliriz.

Polanyi paraya üçüncü bir hayali meta gözüyle bakıyordu. Polanyi için para, piyasa mübadelesini mümkün kılan şeydi, ancak para mübadelenin nesnesi haline geldiğinde, paradan para kazanma girişimi olduğunda, bir mübadele aracı olarak kullanım değeri zayıflayacaktı. Şöyle yazıyordu: Nihayet, satın alma gücünün piyasa tarafından idare edilmesi, işletmeleri belirli aralıklarla yok eder; para darlığı veya fazlası, iş yaşamı üzerinde sel ve kuraklıkların ilkel toplumlar üzerindeki etkisine benzer etkiler yapardı’ (Polanyi, 2001, p. 76). Polanyi, özellikle altın standardı aracılığıyla organize edilen para birimleri arasındaki sabit döviz kurlarının ulusal ekonomilerde ekonomik katılıklar ve altın standardının dışına çıkmanın kaos ve radikal belirsizlik yaratacağı konusunda endişeliydi. Bugün, mikro finans, ulus-devletlere verilen krediler, öğrenci kredileri ve ipotekler ya da kredi kartları yoluyla olsun, finans kapitalin nasıl yeniden önde gelen bir kâr kaynağı haline geldiğini, paradan para kazandığını görüyoruz. Borcun olağanüstü genişlemesi, en sonunda ve kaçınılmaz olarak patlayan balonlar yaratır. Borcun yaratılması, güvensizlik ve yoksulluğu daha da yoğunlaştırarak, Occupy Hareketi’nin dünya çapındaki protestosunu beslemektedir.

Polanyi’nin dikkate almadığı dördüncü bir hayali meta vardır; bilgi. Post-endüstriyel toplum teorisyenleri ve özellikle Daniel Bell (1976), bilginin, üretim merkezi olarak üniversiteyi işaret eder ve bilginin her zamankinden daha önemli bir üretim faktörü olduğunu kabul eder. Yine de Bell, bilginin üretiminin ve yayılmasının metalaştırılacağını, üniversitenin bilgisinin en yüksek fiyatı verene satılacağını ve araştırmalarını kamu çıkarlarından ziyade özel çıkarlara yönlendireceğini öngöremedi. Bilgi bir meta haline geldi ve artık üniversiteler öğrencilerini araçsal bilgi biçimleri için sürekli artan ücretler ödeyen müşteriler olarak yetiştirmektedir. Üniversite kendisini, yalnızca gelirleri artırarak değil, aynı zamanda insan gücünü ucuzlatarak ve küçülterek, kadrolu öğretim elemanlarını azaltarak ve (üniversitenin kendisinin ürettiği) düşük ücretli ek öğretim elemanlarının istihdamını artırarak kârı maksimize eden bir şirket olarak yeniden örgütledi. Üniversiteler, yönetimsel ve idari kademelerini genişletirken, dış kaynak hizmetlerine de başladı. Bu yüzden Şili’den Quebec’e kadar üniversitelerden -öğrencilerden ya da fakültelerden- yayılan protestolar, üniversitenin özelleştirilmesine ve metalaştırma aracılığıyla getirilen üretim ve yayılımın tahribatına odaklanmaktadır.

Dolayısıyla çağdaş toplumsal hareketler, bu dört hayali metanın merceğinden yani farklı mülksüzleştirme biçimleri yoluyla hayali metanın yaratılması, hayali metanın yaygın biçimde anlaşılan amacını ortadan kaldıran bir mübadele nesnesine indirgenmesi ve metalaştırmanın ürettiği yeni eşitsizlik biçimleri aracılığıyla anlaşılabilir. Herhangi bir hareket kendisini politik alanda örgütleyebilir, ancak onun sürükleyici gücü metalaştırma deneyiminde yatar. Ancak metalaştırma tekil bir fenomen değildir; toprağın, emeğin, paranın ve bilginin metalaştırılma biçimlerinin birleşiminden veya eklemlenmesinden oluşur. Toplumsal hareket ile verili bir hayali meta arasında birebir ilişki yoktur, ancak her hareket, hayali metalaşma arasındaki ilişkinin ürünüdür. Son 40 yıldır, her zamankinden daha fazla olacak şekilde insan yaşamının daha derinlerine yayılan yoğunlaştırılmış bir metalaşma süreci deneyimliyoruz. Bununla birlikte, bu piyasalaştırma döngüsüne meydan okumak için ortaya çıkan protesto dalgası, henüz piyasalaşmayı sınırlayacak ya da tersine çevirecek Polanyici anlamda bir karşı harekete de tekabül etmiyor. Bunun için, katılımcılar arasında toplumsal hareketler için bir sosyoloji çağrısı yapan çok daha büyük bir özbilinç ve vizyon olması gerekiyor.

Toplumsal Hareketler İçin Yeni Bir Sosyoloji
Touraine’in (1988) toplumsal hareketler teorisi aynı zamanda bir toplumsal hareketler için teoriydi. Yeniden biçimlendirilmiş sosyolojik teorisinin merkezinde, tarihi kendileri yapan, onun “tarihsicilik” dediği toplumsal hareketler vardı. Sosyolog artık toplumun dışında değil, onun doğasında var olan değişim yasalarını incelemekte ve aynı zamanda tarihin biçimlenmesinde hareketlerin özbilincini yükseltecek biçimde toplumun da içindeydi. Bu, devlet veya sivil toplum aracılığıyla tarihi yönlendirmek için insan failliğine güvenin olduğu bir dönemi -sanayi sonrası- yansıtıyordu. Dört nala koşan kapitalizmin bir şekilde evcilleştirilip insani amaçlara yönlendirilebileceğine dair temel bir iyimserlik vardı. Tüm bunlar ortadan kalktı. Artık piyasaların çıldırdığı ve önlerine çıkan her şeyi mahvettiği bir çağda yaşıyoruz. Toplumsal hareketler için bir sosyoloji, bu sınırlandırılmamış piyasalaştırma dönemini anlayarak başlamalıdır.

Bu nedenle Polanyi’nin hayali metalarını daha geniş bir kapitalizm tarihi çerçevesine yerleştirmemiz gerekiyor. Büyük Dönüşüm‘ün özü, piyasanın genişlemesinin tehlikelerinin toplumda hem ilerici (sosyal demokrasi, New Deal) hem de gerici nitelikteki (faşizm ve Stalinizm) bir tepkiye yol açması hakkındaki bir tartışmada yatmaktadır. Polanyi’nin tarihi; 18. yüzyılın sonundan başlar, yol boyunca toplumu yok eden ve piyasayı düzenleyen devletler tarafından yönlendirilen bir karşı hareketle güvence altına alınır ve 1930’ların ekonomik krizine -sosyal demokrasi ve New Deal rejimlerinin yanı sıra faşizm ve Stalinizm rejimlerini de içerdiğini belirtir- tepki olarak ortaya çıkan bir toplum savunmasına öncülük eden piyasanın uzun bir yayılışını içerir. Yine de Polanyi, insanlığın başka bir piyasa köktenciliğine doğru risk almaya cüret edeceğini hayal bile edemezdi. Ancak, 1970’lerin ortalarından başlayarak küresel ölçekte gelişen bir gezegenin çok az yerini etkilenmeden bırakan şey tam olarak budur. Küreselleşmeye yönelik artan endişe, piyasanın küresel erişimini ifade etmektedir.

Bununla birlikte, bunun ilk piyasalaştırma dalgası olmadığını anlamak önemlidir. Gerçekten de Polanyi’nin tarihini irdelemek, bunun ikinci dalga değil de üçüncü dalga olduğunu gösterir. Polanyi’nin bir buçuk yüzyıla yayılan tekil bir dalga gördüğü yerde, şimdi iki farklı dalgayı ayırt edebiliriz. Birincisi 19. yüzyılın ilk yarısında gelişirken, aynı yüzyılın ikinci yarısında işçi hareketi tarafından durdurulmuştur ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen, 1930’larda devlet düzenlemesi aracılığıyla tersine çevrilen, ardından da 1970’lere kadar uzanan ikinci dalga, henüz sınırlandırılmamış olan üçüncü bir piyasalaştırma dalgasını başlatmıştır. Bu piyasalaştırma dalgaları, ölçekleri arttıkça zamanla daha da derinleşmekte, ancak aynı zamanda hayali metaların farklı kombinasyonlarını da içermektedir. 19. yüzyılda birinci dalga piyasalaştırmaya karşı hareket, emeği metadan arındırma mücadelesi altında ilerler. Örneğin İngiltere’de fabrika hareketleri, kooperatifler, Owenizm, sendika oluşumu ve İşçi Partisi biçimini alır (Polanyi, 2001, Bölüm 14). Bu yerel mücadeleler yayılır, kaynaşır ve devlet politikasında değişiklikleri zorunlu kılar.

Üç Piyasalaştırma Dalgası ve Karşı Hareketleri
Emeğin başarısı, emperyalist stratejiler ve Birinci Dünya Savaşı’yla çözülebilecek bir kapitalist krize yol açmış ve ardından sermayenin emeğe karşı yenilenen bir saldırısını, emeğin yeniden metalaştırılmasını, beraberinde getirmiştir. Piyasanın saldırısı, altın standardına sabitlenmiş para birimleri aracılığıyla uluslararası ticaret üzerindeki kısıtlamaların gevşemesine kadar yayılmış ve bu da kontrol edilemez enflasyona ve sınıf mücadelelerinin yenilenmesine yol açmıştır. Sonuç, sosyal hakların yanı sıra işçi haklarını da genişleterek piyasaları düzenlemeye çalışan çeşitli rejimlerdir.

Bu rejimler -ister sosyal demokrat, ister faşist, ister Sovyet olsun- 1970’lerin ortalarına kadar sürdüler ve bu sırada sermayeden yalnızca emeğin kendisi için kazandığı hakları korumaya değil, aynı zamanda Bretton Woods’un sona ermesiyle devletin finans düzenlemesine karşı yenilenen ve artan bir saldırısıyla da karşı karşıya kaldılar.Gerçekten de, gezegen çapında, özellikle de Kuzey’de emeğe yönelik saldırının nasıl bir aşırı üretim krizini ortaya çıkardığını ve bunun da Keynesyen politikaların yenilenmesini değil, bireylere kredi (kredi kartları, öğrenci kredileri ve hepsinden önemlisi yüksek faizli ipotekler) şeklinde yaygınlaştırılan yeni paraların yaratılması yoluyla ekonominin finansallaşmasına yol açtığını görebiliriz. Bu, aynı zamanda şirketlerin ve ülkelerin benzeri görülmemiş düzeyde borç yaratmasına da neden olur. Borçlular – bireyler, işletmeler ya da ülkeler – artık faiz ödemelerini yapamadığında balon patlar. Finans kapitalin metalaştırabileceği şeylerin -yeraltı kaynaklarından suya, karadan havaya- çok az sınırı vardır ki gezegenin şu anda karşı karşıya olduğu çevresel felaketi de bu durum ortaya çıkarır. Atmosferi kirletme ve yok etme hakları vardır ve ‘sözde karbon ticareti’ gibi çözümler aslında bir çözüm değil, yeni pazarlar yaratmanın ve derinleşen ekolojik krizden para kazanmanın bir yoludur.

Piyasalaştırmanın üç dalgası
Üçüncü dalga piyasalaştırma, emeğin, doğanın ve paranın metalaştırılmasında ikinci dalga piyasalaştırmadan çok daha derinlere iner. Dahası bir şeyi metaya dönüştürmek için öncelikle onun toplumsal ve siyasal bağlarından koparılması gerekir. Emek devlet desteğinden, köylüler topraklarına erişimlerinden, insanlar kendi bedenlerine erişimden mahrum bırakılmalıdır (organları satılabilsin diye). Kısacası bu mülksüzleştirme, devletlerin sermaye adına uyguladığı şiddetin tırmanmasını ve şiddetin sermaye tarafından doğrudan yayılmasını gerektirir. Şiddet, Polanyi’nin hiç beklemediği bir şekilde üçüncü dalga piyasalaştırmanın merkezinde yer alır.

Şimdi asıl soru, piyasanın genişlemesinin kendi karşı hareketini oluşturup oluşturmayacağıdır. Bu, kesinlikle birden fazla tepkisel hareket üretir, ancak bunların ne zaman ve nasıl bir karşı harekete dönüşeceği tamamen farklı bir konudur. Bunun için, aralarındaki bağlantılar -kapitalist birikim ile piyasa genişlemesi arasındaki ilişki- üzerine kurulan bir sosyoloji geliştirmemiz gerekir. Burada sunduğum şey, böyle bir teorinin yapı taşlarıdır; toplumsal hareketlerin altında yatan neden olarak üçüncü dalga piyasalaştırmanın özgünlüğü ve üçüncü dalga piyasalaştırmanın dört hayali metanın -emek, doğa, finans ve bilgi- eklemlenmesi olarak anlaşılmasıdır.

Toplumsal Hareketler Olarak Sosyoloji
Dördüncü hayali metanın – bilginin – altını çizmekle, bilgi üretiminin koşullarının dönüşümüne işaret ediyorum. Üniversitenin sahip olduğu göreli özerklik, ticarileşmesi karşısında hızla buharlaşmaktadır. Akademideki bizler, artık toplumun dışındaymış gibi davranıp onu dışsal bir inceleme nesnesi haline getiremeyiz. Akademisyenler geri dönülmez bir biçimde toplumun içindedir ve dolayısıyla kimin tarafında olduğumuza karar vermemiz gerekir. Piyasa fırsatlarından en iyi şekilde yararlanabilen disiplinler, biyo-medikal bilimler, mühendislik, hukuk ve işletme okullarıdır ve bunlar, sosyal ve beşeri bilimlerin potansiyel maliyetine oranla üniversite bünyesinde daha güçlü bir hale gelir.

Bununla birlikte sosyal bilimler de homojen bir blok oluşturmaz. İronik olarak ekonomi, bağımsız bilgi arayışı için bir arena olarak üniversiteyi yok eden gücü yani piyasa köktenciliğinin ideolojik meşruiyetini yaratır. Siyasal düzenle ilgilenen siyaset bilimi, şimdilerde piyasalar (ve özellikle finans kapital) ve ulus-devletler arasında giderek artan işbirliğine dayalı ilişkiyi yansıtacak biçimde ekonominin bir uzantısı olmayı arzu eder. Elbette, her iki alanda da muhalifler vardır ve bunlar önemli bir rol de oynamaktadır, yine de baskın eğilim, faydacılığın benimsenmesi yoluyla piyasa köktenciliğinin onaylanmasıdır. Sosyoloji de onu ekonominin bir dalı haline getirme çabalarından kaçamamıştır, ancak Marx, Weber ve Durkheim’dan Parsons, Bourdieu, feminizm ve postkolonyal teoriye kadar sosyoloji içindeki faydacılık karşıtı gelenek o kadar iyi yerleşmiştir ki, ekonomik modeller çok az ilerleme kaydetmiştir.

Sosyoloji, sivil toplumla birlikte, ne devletin ne de ekonominin parçası olmayan kurumlar, örgütler ve hareketler arenasında doğar. Ancak sivil toplumu, dışlamalar, tahakkümler ve parçalanmalardan ayrıymış gibi uyumlu, dayanışmacı bir bütün olarak romantikleştirmemeye de dikkat etmeliyiz. Çünkü o, Janus yüzlüdür; piyasanın ve devletin yayılmasına yardımcı olabileceği gibi aynı yayılmayı engelleyebildiği ve hatta içerdiği durumlar da vardır. Sosyolojinin konumlandığı yer burasıdır; -onun ayırt edici bakış açısı sivil toplumdur- ekonomiyi ve devleti, bunların sivil toplum üzerindeki sonuçlarıyla ele alır ve ilaveten sivil toplumun ekonomiyi ve devleti destekleme biçimlerini inceler. Tıpkı sivil toplum gibi, sosyoloji de iki yöne bakar. Bir yandan piyasaların ve devletlerin varlığının toplumsal koşullarını inceler. Öte yandan, antropoloji ve coğrafya gibi komşu disiplinlerle birlikte, devlet-piyasa bağlantısının kontrolsüz genişlemesine karşı da eleştirel bir tavır alabilir.

Demek ki sosyoloji, üniversitenin rasyonalizasyonu ve ticarileşmesi bağlamında bakış açısı geliştirebilen tek disiplindir ve sivil toplumu, modern üniversitenin doğası hakkında eleştirel bir söylem topluluğu oluşturma, aynı zamanda üniversitenin ötesindeki halklarla bir diyalog yürütme ve bilimsel araştırma programlarına olan bağlılığını kaybetmeksizin bu halklara karşı hesap verebilir hale getirmeye ihtiyaç duyar. Üniversiteyi toplumdan ayıran çeper giderek daralırken, üniversitenin ticarileşmesine karşı denge kurulamaması, bildiğimiz üniversitenin yıkımıyla sonuçlanacaktır. Bu, sosyolojiyi bilimsel bir disiplin olduğu kadar, dünya çapında eleştirel bir ilişki kurmaya çağıran bir toplumsal hareket olarak da düşünmemiz anlamına gelir. Bu ikili ve çelişkili rolü sürdürmek için disiplinin kendi iç diyalog mekanizmalarını, üniversite içinde yerel, ulusal ve en önemlisi küresel düzeyde ortaya çıkan mekanizmaları geliştirmesi gerekir. Böyle bir küresel sosyoloji inşa etme, diyaloğu ve erişimi teşvik eden küresel bir altyapının geliştirilmesini beraberinde getirir. Bu şekilde, üçüncü dalga piyasalaştırmanın teorik ve pratik zorluklarını karşılamak ve gezegen çapındaki toplumlar üzerinde sürdürülmekte olan Üçüncü Dünya Savaşı’nı durdurmak için üçüncü dalga sosyolojiyi üretebiliriz.

Çeviri: Yener Çıracı

Kaynakça
Bauman, Z. (2000) Liquid Modernity, Cambridge: Polity Press.
Bell, D. (1976) The Coming of the Post-industrial Society, New York, NY: Basic Books.
Polanyi, K. (2001) The Great Transformation: The Political and Economic Origins of our Time. Boston, MA: Beacon Press.
Standing, G. (2011) The Precariat: The New Dangerous Class, London: Bloomsbury Academic.
Touraine, A. (1988) Return of the Actor (Myma Godzic, trans.), Minneapolis, MN: University of Minnesota Press.
Weber, M. (1946) Bureaucracy. In: Hans Gerth and C. Wright Mills (eds), From Max Weber (pp. 196-244). Oxford: Oxford University Press.
________________________________________
[1] (Ç. N: Polanyi alıntılarında Ayşe Buğra’nın İletişim Yayınları için çevirisi kullanılmıştır.)

Paylaş:
Default image
Yener Çıracı
MSGSÜ- Sosyoloji YL