Seçimler Üzerine: Umutsuzluğun Anı, Kaybetmeyi Bilmek ve Suçla(n)mak

Umutsuzluğumuzun Anını İncelemeye Açmak Değerlidir

(15 Mayıs 2023 sabahı, 2 saatlik bir tren yolculuğunun ilk saatindeyim)
19. yüzyılın sonlarına doğru, Oslo’da güneş batarken, Edvard Munch iki arkadaşıyla birlikte deniz kıyısında yürümektedir. Ansızın gökyüzü ateş gibi parlar, bulutlar kan kırmızısına bulanır, hasta ve yorgun hisseden Munch kenara sinmek zorunda hisseder kendini; o sırada yürümeye devam eden arkadaşları fark etmese de doğanın acı ve kaygı dolu çığlığı Munch’un içinden geçmekte, onu ürkekçe titretmektedir. Yıllar sonra biz bu anekdotu Munch’a ünlü “Çığlık” (1893) tablosunu çizmesi için ilham veren anısı olarak biliyoruz. “Bu anı gerçek midir?” gibi bir soru sorulmuş olacak ki Munch’un o yürüyüş sırasında aslında ne gördüğü ile ilgili çeşitli tartışmalar dönmüş sanat camiasında. Bir iddia, kız kardeşi yakın zamanda akıl hastanesine kapatılmış olan Munch’un bir sanrı gördüğü ya da bir anksiyete krizi geçirdiği üzerine. İçindeki kaygı gerçekliği şekillendiriyor ya da bozuyor. İkinci bir iddia grubu ise gerçekten başlayıp içindeki kaygıya gider. Munch’un, tabloyu çizmesinden yaklaşık 10 sene önce patlayan Krakatoa yanardağının ta Oslo’da bile kızıla boyadığı gökyüzünü gördüğünü ya da Norveç göklerinde bolca gezen sedef (nacreous) bulutlarından birini gördüğü ve bunu doğanın attığı bir çığlık olarak yorumladığı üzerinedir. Tabi ki, Munch dışavurumcu bir ressamdı, bu sebeple gerçekte ne gördüğünün umurumuzda olması için bir sebep yok (onun da pek umurunda olduğunu sanmıyorum), hatta neden gördüklerini bu şekilde yorumladığını sorarak olaylar arası bir bağlantı kurmak zorunda bile değiliz, önemli olan tek soru şu; bu yorum bizim için ne ifade ediyor? Dün yaşadığımız seçim gecesine varan sürecin hala belirsiz hissettiren sonundaysak şimdi ve bir zamanlar Munch’un çöktüğü gibi çökmüşsek, gömülmüşsek kendi içimize; hem hayret hem öfke ile bakakalarak ardından, kan ve ateş saçan bu gök kubbenin altında umursamazca yürümeye devam edenlerin, belki de dün gece gerçekten ne gördüğümüzden çok şu anda yaşadığınız bu  umutsuzluk anını umursamalıyız. Dışa vurup anlam çıkarmamız gereken tam olarak bu anın kendisidir, onun altında ezilip gidişimizin unutulmasını ya da geçiştirilmesini reddedeceksek. Sadece bu anı ciddiye alıp, onu dışa vurduğumuzda kendi aramızda, ki kendi derken bile birbirimize duyduğumuz o titrek öfkenin alevi yalıyor suratımı, yeniden diyaloğa başlayabiliriz.

Kaybetmeyi Bilmek Faydalı Bir Araçtır

Bir bilinen onu bileni çağrıştırır. Kimden bahsediyorum, kimi çağırıyorum kaybetmeyi bilmeyi öğrenmeye? “Ulan meclise Hizbullahçılar girdi, sen Munch diyorsun aptal herif” diyen okuyucuyu çağırıyorum. “Ne kaybetmesi lan, daha ikinci tur var!” diye iradeli reddini ortaya koyan okuyucuyu çağırıyorum. “Tuzu kuru bunun, yurt dışında..” diyen okuyucu, seni de çağırıyorum; ama en çok dün geceden sonra üzerine çökmüş umutsuzluğun altından kendini kaldırmaya hiç meraklı olmayan okuyucu, bu başlığı görüp de senin melankoline ortak olacağımı sandıysan eğer bil ki aslında sadece senin için yazıyorum. Zaten gidip sandık görevlisi olarak, sayımda ya da seçim sürecinde günlerce uykusuz ve yorgun çalışmış olana akıl vermek haddim değildir. Yaptığı tek iş sosyal medyaya bakmak ve oy vermek olan, ve şimdi devrilmiş olan o büyük kitle, size sesleniyorum, siz kaybetmeyi bilmiyorsunuz, beceremiyorsunuz, size kaybetmeyi öğretmeye geldim. Bunu da pek sevdiğim ve nereden duyduğumu tam hatırlamadığım bir fıkrayı dışa vurarak yapacağım; aynı gün Tanrı inancını kaybeden 3 farklı hristiyanı anlatıyor fıkramız.

“Bir evangelist, bir katolik, bir protestan, kendi kiliselerine girerler. Her biri kendi cemaatlerinin lideriyle konuşmak istemektedir, anlattıkları şeyler benzer olsa da farklı cevaplar alırlar. Evangelist, pederine nasıl iyi bir evangelist olarak yetiştirildiğini, iyi bir evangelist ile evlendiğini ve birlikte iyi evangelistler olan çocuklar yetiştirdiklerini anlatır, bir gün uyandığında Tanrı’nın iyi kelamını yayma konusundaki isteğini kaybetmiştir, kendi ailesi içinde bir sahtekar ve yabancı gibi hissetmeye başlayan bu adam ne yapmalıdır? Pederin tepkisi sert olur, onu cemaat dışı ilan eder, sonuçta kilise inançlı olanlar içindir. Katolik, günah çıkarma kabininde benzer bir hikaye anlatmaktadır, kendini bildi bileli, araba camından çıkardığı elini ittiren rüzgar kadar yakın ve güçlü hissettiği Tanrı bir sabah onun için ulaşılmaz olmuştur. Hayatının her anında hissettiği Tanrı’nın kaybıyla yıkılmış olan bu zavallı adama peder acır. “Oğlum” der, “sana itiraf edeceğim, ben de bazen sorguluyorum O’na olan bağımı. İyi ve kötü günlerimiz olacak, burası sonuçta belli ritüeller çevresinde organize olan bir kurum, onları aksatma, inancın seni geri bulacaktır”. Son karakterimiz, protestan, kilisesine girdiği gibi modern ve süssüz sıralardan birine oturup pedere inancıyla yaşadığı sorunları anlatmaya başlar. Rahip kısa bir süre sonra gülmekten yerlere yuvarlanır, kahkahalarının arasından şunları söylüyordur, “Bir saniye, ahmak herif, sen gerçekten Tanrı’ya mı inanıyorsun?”

“Bir solcu olarak kaybetmeyi bilmek bu hikayedeki protestan rahip gibi olmayı bilmeye benzemelidir” diyordu bana bu fıkrayı anlatan videodaki ses ki zannımca Amber Frost idi kendisi, kendisine katılıyorum. Ne demek istiyorum? Öncelikle umut ve inancın aynı şey olmadığını biliyorum, argümanım için bir basamak bu, öyleymiş gibi varsayınız. Bu seçim süreci belli bir hedef uğruna oluşturduğumuz bir inancın sürdürülmesinin süreciydiyse, bu inancın hedefi biz solcular için Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olması değildi; Erdoğan’ın olmamasıydı. Bu bile bizi baştaki evangelistten ayırmalı, bir tanrının etrafında onun mesajını yaymak için toplanmış bir cemaat değildik ki ona duyduğumuz inancın bittiği an onun etrafından çekildiğimiz an olsun. Bu CHP seçmeninin derdidir, solcuların değil. Gelelim katoliğe, sosyal medyada tüm gün ve gece dolanan “sandıklardan ayrılmayın”, “hiçbir şey bitmedi” ve “önceki seçimleri açıkladıkları şekli hatırlayın” çağrıları inancı belli organize hareketlerin, ritüellerin sürekliliği içinden yeniden üretmeye çağrıdır, ki bence seçim sürecinde altılı masanın yaptığı en başarılı işlerden biri bu umudu örgütlemese de canlandırıp sürekli kılan ritüelleri düzenlemek oldu. Kılıçdaroğlu’nun mutfak videolarını, masanın başlarının düzenli mitinglerini böyle yorumlamalıyız. Bu kendi başına başarılı bir umut sürdürme aracı olsa da dün gece altılı masadan gelen mesajlar aniden kesilince, ki bunu kiliseye giden katoliğin kendini orada yapayalnız bulmasına benzetebiliriz, bu araçların yokluğu, ritüellerin düzeninin aksaması, umudunu onların sürekliliği üzerinden kuran ve koruyan kitleye ciddi bir düşüş yaratıyor. Cemaatin yok olduğu anda, sen ve tanrın yapayalnızsınız, hala inanıyor musun? Zor. Bu yüzden protestan rahibe gelmeliyiz son olarak. Tanrı inancı olmadığı halde kilisede bulunmayı sürdürene. Derdimiz ne arkadaşlar? Derdiniz ne? Ben umutsuz bir insan değilim. Yaşadığımız zaman içinde küresel bir devrimin gerçekleşebileceğine inanıyorum. Bana umutsuz değil, hayalperest derler, ne bileyim, saf derler. Türkiye’de geçen 23 yıllık yaşamım matah bir şey değildir, öyle fedakarlık ya da kahramanlık hikayeleriyle dolu da değildir, ayrıcalık ve şımarıklıkla doludur olsa olsa. Ancak şunu öğretmiştir ki bana, solculuk kaybetmeyi bilme işidir. Gerek Gezi, gerek Barış Akademisyenleri, gerek ODTÜ Dayanışması, bunlar kazanılmış savaşlar mıdır ve kazanılmışlığı sorgulanabilecek böyle kaç tane savaş vardır? “Direne direne kazanacağız” diyen slogan, aslında kaybettiğimiz halde sürdürdüğümüz her mücadeleyi sembolize etmez mi? Dediğim gibi, pek ayrıcalıklı, pek tuzu kuru taraftayım, sizden daha umutluyum diye size gülmek haddime değildir o protestan rahip gibi, ama inancımın yolunda yürüyebilmemi de engellemez kaybetmek benim için. Ve siz, tuzu en az benim kadar kuru beyaz türk dostlarım, sizi de engellememeli. Biz davamızın haklılığını ya da doğruluğunu sorguluyor ve onu yine haklı ve doğru buluyorsak, orada, ta uzaktaki ufukta ise iyi ve güzel olan her şey, bugün oraya doğru bir adım atmaktan başka ne yapabilirim? “Asla varamayacağız oraya” gibi hayıflanmalarınız düşer sağır kulağıma. Doğru o ise ben sadece ona doğru hareket edebilirim. Gerçekten varabilip varamayacağım neyin doğru olduğunu değiştirmez. Kaybetmeyi bilmek derken tam olarak bundan bahsediyorum, gerçekliği umursamadan doğruda inat etmekten. Böyle bir hareket içinde umutsuzluğu yaymaktan başka işe yaramayan koyuvermelerin yeri yoktur ve biz kendimizi hiçbir şekilde gerçek bir tehlikeye atmamış olanların da haddine değildir. Gelin onlardan da bahsedelim ama.

Kürt Seçmen Suçlanmak İçin mi Doğmuştur?

Her seçimin klasikleşen senaryosunda dev kötüyü alt etmek için stratejik gücünü kullanan dev iyi kendini merkez sol sanan merkez sağ cenah ve etrafında dönen olası partnerler yok mudur? Her seçimde Kürt seçmenini kaygan bir solucana benzetmez miyiz? Acaba hangi delikte bitecektir bu sefer, kimin kucağından kimin eline kaçacaktır? Yıllar yılı kaç kere “AKP ile birlik olup seçimi kaybettirecek HDP” sloganını hem sonrasında AKP ile kendisi birlik olmuş partilerden hem de AKP ile birlik olmasa da seçimi “kazanmak” konusunda pek bir şeye yaramamış partilerden ve bu partilerin seçmeninden duyduk? Kürt seçmen yine gitti, Erdoğan’ı karşısına alan oyunu kullandı. Bir özür bekleyerek yaptıklarını sanmıyorum bunu, özür dilemesi gereken kimsenin onlardan özür dileyecek haysiyeti sergileyeceğini de sanmadığım gibi. Şimdi ise yine pek klasik bir “bu iki dakika öncesine kadar ismini bilmediğimiz herifin” tabanına nasıl Kılıçdaroğlu oyu kullandıracağız” sorunu içindeyiz ve “ bu iki dakika öncesine kadar ismini bilmediğimiz herif ” yine bir ırkçı, yine bir sağcı. Yine masaya taleplerinden başka bir şey getirmemiş AKP ve MHP artığı diğer halk düşmanları arasında bu herife de nasıl yer açacağız derdi içinde muhalefet. Cevabını bilmek istediğim tek soru şu: Muhalefet yine pek aydınlık Türkiye’nin ulu koruyucusu (!) tabanıyla birlikte Kürt seçmenin isteklerini ve masalarındaki yerini yok eden tavrını koyacak mı ortaya? Bundan sonra da (gerek ikinci turda, gerek sonraki seçimlerde) “Ulu kötüyü yok etmek için ya bizimlesiniz ya onlarla ittifak yapacaksınız dimi sizi pis kimlik siyasetçileri” diye utanmadan ve suçlayarak oy istenecek mi yine onlardan? Kürt seçmen suçlanmak ve kendini feda etmek için mi doğmuştur? Sadece politik şehitler olduğunda değer vereceksek seçmene, gidip oy verebileceğimiz harika bir iktidar partisi var oysa ki..

Paylaş:
Default image
Efe Cengiz
ODTÜ - Sosyoloji / Goethe Uni. Frankfurt - MA. Bilim ve Teknoloji Çalışmaları / Groningen Uni. Campus Fryslân Bilgi Altyapıları Departmanı - Doktora öğrencisi