Son zamanlarda üzerine düşündüğüm şeyleri sıralamam gerekirse eğer otorite, iktidar ve boyun eğme gibi kavramların öne çıktığını söyleyebilirim. Zaten gücü kutsayan bir toplumun üyeleri olduğumuz için bu kavramları düşünmek, bu kavramların niteliği üzerine yorumlarımızı sıralamak çoğu kişiye sıra dışı gelmektedir. Netice olarak hepimizin sığındığı, boyun eğdiği ve bizim yerimize kararlar alabilen bir merci bulunmaktadır. Devlet, aile, toplum, dini cemaatler vs. bu merci her ne olursa olsun sıradan insanların kendi kaderlerini teslim edebilecekleri daha üstün bir güç bizim toplumumuzun ayrılmaz bir parçasıdır. Aslında iktidar ilişkileri tam bu nedenle doğumumuzdan itibaren bizi kuşatmakta, parçalayamayacağımız bir kabuk suretine bürünmektedir. İktidarın imgesi toplumsal ve bireysel imgelem dünyamıza öyle bir şekilde yerleşmiştir ki.
Boyun eğmek, doğumumuzla birlikte bizi çepeçevre saran, kuşatan bireysel ve toplumsal bir eğilimdir. Bana göre bu eğilimi en çarpıcı biçimde açıklayan düşünür Nietzsche’nin kendisidir. Nietzsche, “İyinin ve Kötünün Ötesinde” isimli eserinde boyun eğmeyi şu şekilde tasvir etmiştir:
“İnsanların var olduğu tüm zamanlar boyunca, insan sürüleri de var olmuştur (aile grupları, topluluklar, kabileler, halklar, devletler, kiliseler), her zaman küçük sayıdaki buyurucularla karşılaştırıldığında boyun eğenlerin sayısı çok olmuş, – dolayısıyla boyun eğmenin insanlar arasında en iyi ve en uzun uygulanan eğitim olduğu kolayca varsayılabilir-, ortalama olarak her bir boyun eğme gereksinmesi doğuştandır; bir çeşit biçimsel vicdan olarak, bizden talep ettiği şudur: Herhangi bir şeyi koşulsuz olarak yapmalısın. Kısaca yapmalısın.”1
Nietzsche’nin bu satırlarına itiraz etmek elbette mümkündür. Ancak, bana göre, esasen bu pasajın bizde yarattığı hisleri yok sayabilir miyiz? Ben, bu pasajı okuduktan sonra iktidarın ve boyun eğmenin doğası üzerine daha yoğun bir şekilde düşünmeye başladım. Tahakküm, sadece belirli bir otoritenin size yapmanızı emrettiği eylemlerden, sizi zorladığı şeylerden ibaret değildir. Bazen içimizden geldiği için boyun eğeriz ve hatta boyun eğmekten haz alırız. Boyun eğmek ile çıkar elde etmek arasında da bir ilişki mevcuttur. Daha fazlasını istesek bile, daha fazlasını hak ettiğimizi düşünsek bile boyun eğmezsek başımıza gelenlerden korkar, elimizdekileri kaybetmekten tedirgin olabiliriz. Netice itibariyle iktidarı öyle ya da böyle yönlendirdiği düşünen her kişi, ister reaya olsun isterse yurttaş olsun, bu gücü elinden bırakmak istemez. Nitekim otoriteyi ve gücü elde edebilmek için kendisi gibi olmayan herkesi yozlaşmış olarak tasvir edenlerin zamanı geldiğinde iktidarı bırakmamak adına kendisi gibi olmayanları meşru görmemelerinin de asıl sebebi budur. Bu iddiaların ise çok ciddi bir toplumsal karşılığı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu noktada Akal’ın iktidara yüklediği anlama dönmemiz gerekecek. Akal’a göre ayrıntılı bir tanım yapmak gerekirse, iktidar hakkında, şöyle denebilir:
“Bir tarafın öteki taraftan daha çok avantaj sağlayacağı, ama avantajsız durumda olanın da değiş-tokuştan yüzde yüz zararlı çıkmayacağı, eşitsiz güç ilişkisi.”2
Akal’ın bu önermesinin aksini düşünmek, benim nezdimde, oldukça zordur. Aksi hâlde insanların memnuniyetsizlikleri defalarca dile getirmiş olmalarına rağmen diktatörlerden, krallardan, sultanlardan, otoriter rejimlerden, totaliter yöneticilerden kurtulamamalarını anlayamayız. İnsanların baskı altında yaşamaları, işkenceye maruz kalmaları, faili meçhul cinayetlere kurban gitmelere ya da topluluk halinde eziyet görmeleri yeri geldiği vakit iktidara boyun eğmelerini engelleyememiştir. Burada hem Nietzche’nin hem de Akal’ın boyun eğme ve iktidar üzerine yaptıkları önermeleri birlikte değerlendirmek gerekir. Birincisi, doğduğumuz andan bizi terbiye eden, kişisel ve toplumsal tercihlerimizi önemsizleştiren bir eğitime maruz kalmaktayız: Boyun eğmeye. İkincisi, insanların önemli bir kısmının otorite ile olan bağları sadece boyun eğme ekseninde açıklanamaz. Güven ve çıkar unsurları da itaat eden ve boyun eğdiren arasındaki ilişkilerin ayrılmaz bir parçasıdır. Çıkar denildiği vakit, çoğumuzun aklında, oldukça olumsuz bir imaj canlanmaktadır. Ancak çıkar, sadece maddi menfaat elde etmek anlamına gelmez. Yönetici elitlerin bir parçası olduğumuzu düşünmek, kendi tasavvurumuzdaki iktisadi, siyasi ve toplumsal düzen bir adım dahi yaklaştığımızı bilmek bile çıkar ile ilintilidir. Bireyin gücü hissetmesi, belki de kendi çıkarlarını karşılayabildiği en biricik alandır.
Sennet, güven, üstün yargılama gücü, disiplin uyandırma yeteneği ve korku uyandırma kapasitesini otoritenin esas yapı taşları olarak sıralamıştır.3 Üstün yargılama gücü, disiplin uyandırma yeteneği ve korku uyandırma kapasitesi, özellikle devlet, din ve aile söz konusu olduğu vakit, hepimizin zihninde bir resmin belirmesine yardımcı olan öğelerdir. Peki güven duygusunu nasıl açıklamak gerekir? Tehlikelerden bizi koruyabilecek, ihtiyacımız olan ekmeği bize sağlayabilecek, başımızı sokabileceğimiz bir çatıyı temin edebilecek bir güce kim güvenmez ki? Aile ve devleti farklı birer sosyal olgu olarak düşünürsek, aslında yukarıda sıraladığım tüm unsuları bize aile ya da devlet tarafından verildiğini tahayyül ediyoruz. Bu nedenle denilebilir ki, gönüllü sürdürülen bir boyun eğiş olan itaat, tam anlamıyla çıkara dayanmaktadır.4 Kısacası otoriter eğilimler, fakirlik, liyakatin bir tarafa bırakılması, yolsuzluklar, irtikap, emeğin sömürülmesi vs. itaat ile çıkar arasındaki ilişkiyi kesinceye kadar, kitlelerin davranışlarını değiştirmesini beklemek makul olmayabilir.
Boyun eğmenin bireysel ve toplumsal bir norm haline gelmesi, daha doğru bir ifadeyle kaçamayacağımız bir yazgıymışçasına inanmaya başlamamız, devlet algısını da şekillendiren asli unsurdur. Clastres’ın da belirttiği gibi, aslında nasıl inanç müminin içine işlemişse, devlet toplum içindir yargısı da bizim içimize işlemiştir.5 Günümüzde devlet ya da iktidar yetkesini elinde bulunduran kimseler sıradan insanlara çok farklı vaatlerde bulunabiliyorlar. Sosyal yardımların ve kadrolaşmanın da bu minvalde değerlendirilmesi gerekmektedir. Aslında iliberal demokrasiyle yönetilen ülkelerde olduğu gibi, liberal demokrasiyle yönetilen ülkelerde de benzeri bir eğilimden söz edilebilir. Aslında çağlardır değişmeyen bir döngüden bahsetmekteyiz şu anda. Herkes, iktidarı elinde bulunduran yöneticinin (Demokratik yöntemlerle iş başına gelmesi fark etmez), sultanın, hükümdarın, imparatorun, kralın etrafında mevzilenmek ister. Egemenlik hakkının kutsallaştırıldığı:
“Nedir bir Tanrı? = Hükmetme
Nedir bir Kral? = Bir Tanrı benzeri” dizelerinde6 olduğu gibi, çıkar devam ettikçe otorite kutsallaştırılmaya devam edilir ya da sorgulanmaz. Ancak çıkarın muhtevası, itaat eden ile hükmeden arasındaki bağın niteliği değişebilir. Biz, kendi kendimizi yönettiğimizi düşündüğümüz zamanlarda bile, demokrasi bunun için değil midir, itaat etmeye devam ediyor olabiliriz.
Devlet, insanlık tarihinin çok geç bir döneminde ortaya çıkmıştır. Ancak siyasi iktidar, ya da başka bir deyişle boyun eğme ve itaat arasındaki bağ, her zaman insanlık tarihinin bir parçası olagelmiştir. Nitekim, Akal’ın da belirttiği üzere, toplum kendini yönettiği zaman da, onu ondan farklılaşmış bir odak yönettiği zaman da, yöneten ne adına yönettiğini söylemek, meşrulaştırmak zorundadır.7 Şimdiye kadar, genellikle, hep yöneten açısından iktidar, itaat ve boyun eğme kavramları ele alınmıştır. Ancak, yönetilen açısından da çıkar ve itaat arasındaki ilişkinin irdelenmesi gerektiğini düşünmekteyim. Türkiye’de özellikle seçmenin tercihi hakkında yapılan aşağılayıcı yorumlar (Kömür veya erzak için oy verilmesi vs.) yukarıda dile getirdiğim birçok düşüncenin reddedilmesi anlamına gelmektedir. İtaatin genel bir davranış biçimi haline gelmesi, çıkar (Emin olun toplumun her kesiminden, her düşünceden insanın öncelikli amacı kendi çıkarını maksimize edebilmektedir) ve otorite arasındaki bağ, yönetimin ezelden beridir meşru olduğuna dair genel kanı vs. tüm bunların son derece karmaşıktır. Antropoloji, siyaset, sosyoloji, psikoloji, etnoloji kısacası birçok bilim dalı bir araya gelerek şu iki soruyu sormalıdır: Birincisi, biz neden yönetiliyoruz? İkincisi ise biz neden yönetilmeye razı geliyoruz?
İnsanın yeryüzünde yürümeye başladığı andan itibaren birçok kişi bu sorulara cevap aramıştır. Marx, Oppenheimer, Nietzsche, Foucault, Canetti, Aristoteles, Maverdi… Netice olarak bu yazıda hepsinin ismine yer vermek son derece güçtür. Ancak kolektif olarak boyun eğme ve kendi yazgımızı kabul etme, artık miadını doldurmalıdır. Emek harcadığımız, üzerine alın teri döktüğümüz hiçbir şeyi herhangi bir otoriteye borçlu değiliz. Bu otorite devlet, aile, iş veren, din adamı, partner ya da bürokrasi olarak karşımıza çıkabilir. Çoklu tahakküm ilişkilerinden kurtulabilmek son derece güç. Ama ben imkânsız olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bizi yöneten her mercii ya da üzerimizde tahakküm kurmaya çalışan her otorite biçimini öncelikle biz kabul ediyoruz. Boyun eğiyoruz. Bunu tersine döndürmek, otorite ve tahakküm odaklarını kontrol edilebilir hale getirmek belki de tahminimizden daha uzun sürecektir. Ancak Evliya Çelebi gibi bir kez yola çıktığımız zaman belki de yol hayallerimizin bile ötesinde bir özgürlüğü bize vaat edebilir.
Kaynakça
[1] Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde (Bir Gelecek Felsefesini Açış), Ahmet İnam (çev.), 2. Baskı, Yordam Yayınevi, İstanbul, 2001.
[2] Cemal Bâli Akal, İktidarın Üç Yüzü, 7. Baskı, Dost Yayınevi, Ankara, 2014. s. 51.
[3] Richard Sennet, Otorite, Kâmil Duran (çev.), 5. Basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017.
[4] Haldun Eroğlu, Türkler’de Siyasal İktidarın Gelişim Tarihi, 1. Baskı, Post Yayınları, İstanbul, 2021.
[5] Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Mehmet Sert&Nedim Demirtaş (çev.), 3. Basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011.
[6] Jan-Werner Müller, Popülizm Nedir? ,Onur Yıldız (çev.), 4. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020.
[7] S.R.F. Price, Ritüel ve İktidar, Taylan Eser (çev.), 1. Baskı, İmge Yayınları, İstanbul, 2004.
[8] Cemal Bâli Akal, İktidarın Üç Yüzü, 7. Baskı, Dost Yayınevi, Ankara, 2014., s. 351.