Türk aydınları özellikle 18. Yüzyıldan itibaren düşünsel modernleşme süreçleri içerisinde din konseptine ve onun uzanımlarına reformist yaklaşımlar getirmiştir. Bunu takiben din dışında toplumsal yapıya dair Kıta Avrupası’ndaki modernleşme süreçlerinin de bir sonucu olarak milliyetçilik ve ulusallaşma fikirleri de önemli hususlar olarak sürekli tartışılagelmiştir. Bu yazı bu süreçleri kronolojik sıkışmışlıktan kurtarıp laikliğin neredeyse bir asırdır yasal niteliğe sahip olduğu bu topraklardaki birlikte yaşama güdüsünü, muhafazakarlaşmayı ve sekülerleşme stratejilerini ele almayı amaçlamaktadır.
Türkiye’nin İslam geleneği son yüzyıl kısmen hariç kendi içinde siyasal bütünlüğe ve kurumsallığa hep sahip idi. Ancak Türkiye’nin çağdaş siyasetine damga vuran ve ideolojik tartışmaları kendi eksenine sıkıştırabilecek kadar büyük bir fenomen haline gelen ‘siyasal islamcılık’ meselesi bir yandan da anlambilimsel açıdan büyük bir kavramsallaştırma hatasını içinde barındırmaktadır. Nitekim, İslam kendi hüviyetinden doğan siyasi olma özelliğiyle ve ‘son nizam koyucu’ niteliğiyle halihazırda tümden siyasal alana hitap etmektedir. Bu sebeple siyasal amaç gütmeyen bir İslam imajından bahsetmek –elbette pragmatik olarak bir dejenerasyon amacı güdülmüyorsa- çok da mümkün değildir. Bernard Lewis’e göre İslamın din ve devlet işlerini ayırmaya ihtiyacı yoktur. Zira geleneksel İslam’da Hristiyanlık dininde olduğu gibi devlet tarafından dayatılan doktrinlerin yarattığı dehşetten kaçma isteği hiçbir zaman yaşanmamıştır. Çünkü geleneksel İslam zaten bilinçlerde “var olan en iyi nizamdır” ve “kendiliğinden kötülüklere karşı koruyucudur.” Bu nitelik İslam’ın diğer dinlerden ayrıldığı, “onların önüne geçtiği” noktaya da işaret eder. İslam’a göre diğer siyasalar ve nizamlar çoktan aşınmış ve zarar görmüştür. İslam bu aşındırmaların kurtarıcısı ve ilahi olanın en sonuncu olarak ‘hatasız bir düzen’ tahayyülü ile yeryüzüne indirilmiştir. Bu sebeplerden dolayı o doğal olarak en iyisi, en günceli ve yenilenmeye asla ihtiyaç duymayandır.[1]
Türkiye’de İslam, Osmanlı’nın düşünsel modernleşme sürecine kadar birtakım aidiyetlere, kimliklere, siyasi meşrulaştırma araçlarına ve endoktrinasyon stratejilerine araçsallık etmiştir. Bu stratejiler dinin merkezileşmesini sağlayarak Anadolu ve Rumeli rejyonları arasında inanç bütünlüğüne hizmet eden bir konsolide lojistik hattının inşasına yordam olmuştur. Olayın kısaca bir tarihi sürecine baktığımızda Osmanlı’nın din adamlarından oluşan özgün hiyerarşisiyle kurduğu ‘ilmiye’ sınıfı ve maaşa bağladığı ‘ulema’sı, son nizam koyucu olan İslam’ın tartışılmaz niteliklerini Sünnî geleneğin sürdürülmesi görevini ifa etmek üzere kasten programlaştırılmıştır. Hatta her ne kadar laikleşme anlayışına paralel olmasa da yeni cumhuriyet rejimine miras kalacak olan ‘dinin merkezileştirilmesi’ programını içeren bazı eylemler de özellikle son padişahlar döneminde uygulanmıştır. Sözgelimi, teorik olarak devlet düzenine boyun eğmeye pek de razı gelmeyen birtakım tarikatlara siyasi müdahaleler yapılmış, idari önlemler alınmıştır. Bu stratejiler devlet dostu din adamlarının maaşa bağlanmasına ve onlara memurluğun kapısının aralanmasına zemin yaratmıştır. Yeni düzeni devralan Cumhuriyet idaresi ise ‘din merkezileştirmesi’ stratejisini daha radikal ve hızlı karar almayı sağlayacak nitelikte yeniden dizayn etmiş; dinin kurumsal statüsünü nispeten zayıflatarak ‘devlet idaresi’ni yeni kült olarak topluma sunmuştur. Cumhuriyet rejiminde bu kült iki tür stratejik sacayağına sahiptir. Bunların birincisi Osmanlı’nın Meşrutiyet sürecinden itibaren gelen dini kurumların ideolojik endoktrinasyon aracı haline gelmesiyken ikincisi mukaddesata hitap eden ‘Türk’ ile anayasal bağlamda statüsü nesnelleştirilen ‘Türk vatandaşı’ ifadelerinin toplumsal bilinçte ayrıksallaşmasının sağlanmasıdır. Bu ayrıksallık yeni Türk-Sünni orijinli ulus kimliğinin inşasındaki güçlü motivasyonu ve toplumun tahammüle dayalı bir arada yaşama limitlerinin belirlenmesindeki zihinsel arka planı kurgulamıştır.
Cumhuriyet’in yeni toplumsal imgesini oluştururken Osmanlı modernleşmesinin son dönemlerinden miras kalan din kurumlarının araçsal olabilme niteliğini kaybetmek istemediğini görmek de hakeza mümkündür. Daha ötesi, yeni idareciler bu kurumları amaca yönelik reformize etmiş, yeni kimliğin oluşturulması noktasında açıkça bir enstrüman olarak değerlendirmiştir. Bu durum da modern Türkiye siyasetindeki tarihsel süreç içerisinde iktidarlar ve hükümetler arasında adı konmamış bir miras düzenini yaratmış, bilhassa bu araçsallık Diyanet İşleri kurumunun özelinde somutlaşmıştır. Bunu tespit edebilmek için de bugüne kadar değişen yirmiden fazla Diyanet İşleri Başkanının akademik nitelikler ile değil, siyasal açıdan güncel iktidar ile oluşturduğu düşünsel paydaşlığın referans alınarak seçilmesini göz önünde bulundurmak sanıyorum ki yeterli olacaktır. Kısacası Türkiye’de din ve devlet işleri hiçbir zaman gerçek manada ayrılmamış; reformlar ile, Osmanlı’nın ‘din devleti’ Cumhuriyet’in ‘devlet dini’ne dönüşmüştür.
Türkiye sekülerleşmesindeki sıkıntılara baktığımızda ise bu konuda asıl engel olarak siyasi açıdan tahakküm kuran evrensel-geleneksel İslamcı ütopyaları değil, İslamın modernize edilmiş ve devlet kontrolüne alınmış Türkiye’ye özgü halinin toplum nezdindeki kutsiyetinin müesses nizam tarafından kaybedilmek istenmemesine eğilmek daha faydalı olacaktır. Çünkü sahip olunan bu aracın kaybedilmesi, idarenin bir grup tahakküm kurucu elitin elinden kayarak tabana ve yeni tip politik örgütlenmelere geçmesi olasılığını yaratmaktadır. Bu ihtimal, ideolojik açıdan bir araya gelmesi oldukça zor görünen gelenekçi sağ ve kimi liberal grupların stratejik açıdan ortaklaşabildiği zeminleri kolaylıkla oluşturmaktadır. Aksi, ülkenin siyaset araçlarının ve politik ekonomiğinin kabuk değiştirmesi olasılığına yol açma ihtimalini doğuracaktır. Öyleyse; din ve devletin birbirinden asıl manada ayrılmasının yaratabileceği olası iki neticeyi ele aldığımızda dinin devlet tarafından otoritenin güçlendirilmesindeki araçsallığının yitirmesi ve siyasi iktidarın ruhban tarafından kendi doktrinlerini başkalarına dayatmak için kullanılması avantajını kaybetmesi durumlarını değerlendirebiliriz. Bu yitimleri de birtakım öncelikler açısından ele alırsak egemenlik ve güvenlik bağlamında yarı laik bir devletin tümden sekülerleşmiş ve evrensel manadaki vicdan ve kanaat hürriyetini özümsemiş bir toplum yapısına tercih edilmesi söz konusu olur.
İslam ve sekülerizmin bir arada yaşama güdüsünü ilkesel olarak tartıştığımızda İslam’ın Anadolu toplumundaki kültürel dokusunun normlardan ve siyasal düşüncenin efektifliğinden elimine edilmesi gereğini değerlendirebiliriz. Bakıldığında İslam’ın toplumsal söylemdeki kültürel dokuya münasip imajına bir şekilde rıza gösterilmesi, bu kanaldan popülizmin kanaat ve meşruiyet gücü kazanmasına da yol açmaktadır. Dolayısıyla ehven-i şer eğilimli kimi düşüncelerimiz, sorunların daha da kronikleşmesine ve engellerin daha da genişlemesine sebep olabilir. Devlet, toplum ve din üçlemesindeki ilişkilerin hiçbiri tek yönlü gerçekleşmemekte, ve daha ilerisi, bu ilişkiler oportünist düşünceler ile istemli biçimde siyasi suistimale müsait halde konumlandırılmaktadır. Lakin, gerçekçi bir sekülerizm tahayyülü için Türkiye’deki literatür tartışmalarını (siyasal) İslamcılık endeksine sıkıştırmadan nesnel olarak din ve gelenek olgusu ile baştan ele almak düşünülebilir. Sözün özü; din, toplum yapısı ve kültür kodları kadar devletin zayıf politik gücüne yönelik gelenekçi söylemlerle elde edeceği politik meşruiyete halen ihtiyaç duyuyor olmasını da sekülerleşmeye yönelik büyük bir engel olarak görmekteyim.
[1] Lewis, B., (2017). İslam Ve Batı. Ankara: Akılçelen Kitaplar, pp.307-328.
Akgönül, S. and Şahinkaya, C., (2011). Tartışılan Laiklik Fransa Ve Türkiye’de Ilkeler Ve Algılamalar. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi.
Görsel: Trabzon’da kiliseye benzetildiği için bağış toplanamayan ve bu yüzden 12 yıldır inşaat halinde kalan cami. DHA.