Türkiye’de Laikliğin Toplumsal İzdüşümü

Türkiye modernleşmesinde ‘laiklik’ kavramının tarihsel süreç içerisinde her daim tek yönlü ilerlemiş olmasından ötürü, bu kavram kendi hegemonik söylemini inşa edememiş ve sosyal zeminini oluşturamamıştır. Bu yazıda batı modernleşmesinin temel niteliklerinden yola çıkarak Türkiye laikleşmesinin eksiklerini tartışmayı amaçlıyorum. Bunu yaparken Charles Taylor’ın ünlü Modern Social Imaginaries kitabında ortaya koyduğu yaklaşımından faydalanacağım.[i] Bugünden baktığımızda Türk toplumunda ‘laiklik’ kavramı hâlâ gerçek anlamını bulamayıp yalnızca anayasanın sıklıkla esnetilen ilkeleri arasına sıkışmış biçimde varlığını sürdürmektedir. Bunun sebebinin, Taylor’ın da modernleşmeye dair yeni toplumsal dönüşümü içeren yaklaşımına binaen, Türkiye’de sekülerizmin kendi sosyal tahayyülünü inşa edememesi olduğunu düşünüyorum.

Taylor, toplumların modernleşmesinin ana odağının ‘sekülerleşme’ olduğunu belirtir. Buna bağlı olarak da bu sekülerleşme ancak ‘meşruiyet’ kavramına yüklenen anlamın sosyal pratik açısından dönüştürülebilmesiyle gerçekleşebilir.[ii] Öyle ki, bu sosyal pratiğin modernizasyonu –yani ileri yönde dönüşüm yaşaması- sosyal ve siyasi meselelere dair toplumun vereceği ‘meşru’ ya da ‘meşru değil’ noktasındaki karar mekanizmasında meydana gelebilecek değişimler ile ortaya çıkacaktır. Türkiye’deki laikleşmenin asıl eksiğinin, bu yeni sosyal pratiğin hiçbir zaman aslında tam anlamıyla inşa edilememesi olduğunu söyleyebiliriz. Bugün hem siyasi hem de halka dair şeylerin toplum tarafından kabullenilip kabullenilememesi büyük oranda ‘mukaddesat’ süzgecinden geçmeye devam etmektedir ve bu geleneğin hegemonik söyleminin de dini unsurların etkisinden azade olduğunu düşünmek mümkün değildir.

Taylor’a göre sosyal tahayyül, “meşruiyet kavramına yüklenen anlamdır.” Yani, bir toplumun bir şeyleri meşru bulması ya da bulmaması o toplumun sosyal tahayyülünün yansımasıdır.[iii] Öyleyse, toplumsal dönüşümün sağlanabilmesi bu ‘meşru görülüp görülmeme’ mekanizmasının topyekûn olarak değişiminin kabul edilmesinden ve devamında da onun üzerinde kitlesel olarak uzlaşılabilmesinden geçer diyebiliriz. Meşruiyetin yeni anlamını kazanması da ancak söz konusu toplumdaki hegemonik söylemin değişmesiyle sağlanabilir, bu da onu takiben yeni kamusal alan pratiğini ortaya çıkarmaktadır. Bununla ilgili olarak Taylor, batı toplumunda, skolastik dilin, yani dini söylemin, geleneksel diskurdan toplum eliyle koparılmış olduğuna işaret eder.[iv] Bu da sekülerleşmeyi getirmiş ve sosyal hayatın kendi pratiklerinde radikal dönüşümünü kendi eliyle ortaya koyabilmesini sağlamıştır. Türkiye laikleşmesini bu açıdan ele alırsak göreceğiz ki toplum, ‘skolastisizm’e yönelik kendi itirazından kaynaklanan bir dönüşümü yaşamamış, ancak, ‘önceki hiyerarşinin reddedilmesinin’ bağlamsal zemininde bu kavramla yan yana gelebilmiştir. Osmanlı’nın yıkılmasını müteakip kurulan yeni devletin sonucunda reddedilen bir önceki hiyerarşik siyasi yapı, entelijansiya boşluğunda kurgulanmış, kurmay asker ve bürokrat kadro eliyle anayasal olarak reformize edilmiştir. Dolayısıyla bu entelijansiya boşluğu Harp akademilerinden karşılanmış ve bu kadro toplumla temasını otorite üzerinden kurmaya devam etmiştir. Ancak ‘laiklik’ kavramının ana özellikleri olan, otoritenin zorladığı skolastisizme itiraz etme, ve bu itirazın sonucunda elde edilmiş kazanım olma durumları, herhangi bir şekilde gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla, Türkiye modernleşmesi devletin bireyle kurduğu ilişkiyi bir şekilde karşılayabilirken bireyin devletle kurması gerektiği muhayyel ilişkiyi tam olarak tesis edememiştir, yani, laikliğin otonomist karakteristiği bir bakıma atlanmıştır. Sonuç olarak Türkiye toplumu kendi anti-skolastisizmini hiçbir zaman sergileyememiş ve otorite tahakkümüyle mücadelesini kendi eliyle deneyimleyememiştir. Bu aşamanın yaşanmamış olması da Türkiye’de günlük hayatın pratiğine, diline ve geleneklerine laikliğin tam anlamını karşılayacak şekilde yerleşememesiyle sonuçlanmıştır.

Sekülerleşmenin ana koşulu olarak geleneklere dair hegemonik söylemin dönüşüm yaşaması gereğine işaret etmiştik; dünden bugüne kadar Türk toplumunun ananelerine ve örfüne baktığımızda destanlık anlatıları ve günlük dil halen açıkça din süzgecinde seyretmektedir. Bu durum kabul edilse de edilmese de toplumun halen İslam’ı ve İslam’ın kurallarını bir meşrulaştırma aracı olarak görmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla anayasal açıdan laikliğin var olması, hukukun erozyona uğradığı siyasal konjonktürlerde laikliğin de görmezden gelinmesine rahat biçimde el vermektedir. Tam bu noktadan yola çıkarsak, hegemonik söylemin modernleşme süreci içerisinde kamusal itirazın bir sonucu olarak ileri yönde bir dönüşüme uğramamış olması, Türkiye’deki toplumsal yapının halen sekülerleşemediğini ve moderniteye dönüşemediğini bize göstermektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne kadar laikliğin toplum tarafından meşruiyete yüklenen anlama dahil olamamasının altında yatan sebeplerin de burada aranması makul olacaktır.

Sekülerleşmeyle beraber yeni kamusal alanın ortaya çıkarılması için gereken yeni hegemonik söylem, normatif dili içerisinden elimine etmelidir. Bu dilin dönüştürülememesi, dil-düşünce ilişkisi içerisinde dogmaların toplumda meşruiyet aracı olarak varlığını sürdürebilmesine neden olur. Dilin havuzuna yerleşmiş bu dogmalar birey-devlet ilişkisinin modern anlamda tesis edilmesinin önüne geçecek, bunun devamında da toplum karşılaşılan her türlü siyasal ve sosyal meseleye mukaddesatın süzgecinde siyah ya da beyaz olarak yaklaşmaya devam edecektir. Bu da linç toplumuna, akılcılıktan kopuk biçimde devam eden bir günlük hayata, yaygın bir mental seferberlik durumuna ve mobilizasyona ortam yaratacaktır. Bu dönüşümün sağlıklı zeminin oluşturulamaması, arkaik toplumun genişlemesine ve devlet politikalarının sorgulanmadan aşılamamış dogmalar ile meşrulaşmasına vesile olacaktır. Günün sonunda Türkiye’de karşı karşıya kaldığımız durum da aşağı yukarı böyle bir şeydir, hegemonik söylemin içerisinden atılamamış ‘dogma’lar ve ‘inanç’lar, mukaddesatın süzgeci sayesinde, siyasi iktidarların sağlam meşrulaştırma araçları olarak hayata tutunmaktadırlar. Görüldüğü üzere aslında batı modernleşmesinin içerisindeki asıl laiklik, hegemonik söylemin seküler eğilimle inşa edilmesiyle gerçekleşmekte ve ‘dogma’ların meşrulaştırma aracı olma niteliğinden toplumu kurtarmaktadır. Türkiye laikleşmesinin eksikleri de bu ‘dogma’lardan toplumun hâkim söylemini sıyıramaması, bunların üzerine meşruiyet inşa etmeye devam etmesi, ve genel anlamda laikliği yalnızca teorik olarak anayasaya koymayı tercih etmesidir.

Öyleyse; bu yeni kolektif anlayışın yerleştirilememiş olmasından dolayı Türkiye laikleşmesi zayıf kalmış, Türk toplumunun üzerinde uzlaşabildiği modern hegemonik söylem yaratılamamıştır. Meşruiyet aracı olarak hâkim söylemin uzlaştığı ‘dogma’lar radikal biçimde kırılmamış, maneviyatın günlük hayata müdahalesi toplum nezdinde meşruiyetini korumaya devam etmiştir. Modernleşme yerine ‘mahalle ütopyası’ varlığını devam ettirmiştir.

Türk toplumundaki laikleşme sürecinin en başından bugününe kadar, yeni ‘sosyal tahayyülün’ ortaya koyulabildiğini söylemek tüm bu sebeplerden ötürü pek mümkün değildir. Türkiye’de modernleşme kurumsal açıdan bazı yönleriyle gerçekleştirilebilmiş olsa da bu kavramın altını dolduran sosyal görünümler laikliğin tek yönlü seyretmesinden ötürü sağlıklı biçimde kurgulanamamıştır.

[i] Taylor, C. (2004). Modern social imaginaries. Durham: Duke University Press.

[ii] A.g.e ch. 4.

[iii] A.g.e s. 23.

[iv] A.g.e s. 185-186

Görsel: İnsanlık Anıtı Heykeli / Kars / Mehmet Aksoy. a.k.a:ucube.

Paylaş:
Default image
Kağan Sarıkaya
İTÜ - Siyaset Çalışmaları M.A.