Son zamanlarda daha da farkına vardığımız “hukuksuzluk”, aslında yıllardır sistematik adımlarla yapılan eylemler silsilesinin bir sonucu. Halk egemenliği hiçe sayılarak alınan kararlar, yükselen şiddet hali, yargıdaki duraksamaya karşı elimizde hiçbir imkan yokmuş gibi “kaderimize razı olmamız”ın bekleniyor olması, bu sistematik adımların sonucundaki tıkanmanın gerçekleştiğinin habercisi. Biliriz ki Weber, modern devletin rasyonel ve yasal olduğunu belirtir. O halde yurttaşların da yurtta olan hareketliliğe karşı normlar üzerinden tepki vermesi beklenen olacaktır. Lakin, peki ya artık modern devlet çizgisinden çıktıysak?
Belirli bir bölgede meşru olarak şiddet tekelini elinde bulunduran egemeni devlet olarak tanımlayan Weber; geleneksel, karizmatik ve rasyonel-yasal otorite ayrımına gider.[1] Geleneksel ve karizmatik otorite; kişisel bilgi, duygular, mantıklı olmayan doğa üstü özelliklere sahip olduğundan “mantıksız” veya en azından “sezgisel”dir. Otoritenin rasyonel/yasal hali ise modern devlet olmanın özelliğidir. Modern devletin öngörülebilir, hesaplanabilir, verimli, teknolojik ve belirsizliklerin kontrol edilebildiği (denetimci) mekanizmaları sayesinde bu “rasyonel halin” sağlandığı söylenir. Orada, otoritenin meşruiyet kaynağı ne gelenekler ne de bir kişinin sıra dışı varlığıdır. Otorite, meşruiyetini ancak rasyonel ve yasal alandan alır. Böylece toplumsal işleyiş her şeyin üstünde kabul edilen kanunlar aracılığıyla sağlanır, en önemlisi de yönetenler de yönetilenler kadar kanunlara bağlı olmakla yükümlenir. Bu yazıda da çerçevesi belirli ve meşru bir zemin içerisinde olan modern devleti, Hobbes’un Leviathan’ına da işaret ederek, bugün Türkiye’nin modern devlet sınırlarının neresinde durduğunu tartışmayı amaçlıyorum.
Leviathan (devlet), yurttaşının rıza ile yönetme gücünü mutlak bir egemene devretmesiyle oluşmuş yapay bir insan bedenidir.[2] Bu beden, muktedirliğini, onu (devleti) harekete geçiren unsur olan yönetilenler (yurttaşlar) ile arasında yaptığı toplumsal sözleşme ile elde eder. Dolayısıyla egemen güç tarafından istihdam edilen kamu görevlileri de (minik egemenler), bu canlılığı mümkün kılan eklem ve organları temsil etmeye başlar. Böylece Leviathan (i) yönetilenlerin haklarını devrettiği mutlak/tek egemenliği ve (ii) egemenin bu bölge içerisindeki tüm sosyal ilişkileri yönetebilmesini (toplum sözleşmesi) temsil ederken yukarıda bahsettiğimiz sınırların belli olmasını sağlayacaktır. Yurttaşların Leviathan’ın sınırlarından haberdar olması, toplumsal sözleşme ile egemenin onlar için çizdiği ama aynı zamanda da onların egemene çizdiği sınırların belirli hale gelmesi ve böylece kamu düzeninin sağlanması; bu çerçeveyi belirlerken elbette hukuktan ve hukukun sistematikliğinden yararlanmayı gerektirecektir. Nitekim Hobbes’a göre sözleşme yapılmasının amacı ve devletin nihai varoluşsal nedeni, bireylerin güvenliğinin sağlanmasıdır. Bu bağlamda sözleşme sonucu oluş(turul)an devlet, yurttaşı hem dışarıdan gelebilecek olası tehditlere hem de devlet/toplum içerisinde birbirlerine karşı koruma ve güvenliklerini sağlamalıdır. Devletin, güvenliğin sağlanmasına ilişkin bu fonksiyonu, devletin hem yetki hem de sorumluluk alanı içerisinde yer almaktadır. Ancak egemen; yurttaş ve minik egemenler üzerinden kurulan bu denklemden yurttaşları elimine ederek subjektif ahlakı üzerinden yeni bir sözleşme yarattığında modern devletin rasyonelliği artık kalmayacaktır. Tıpkı Leviathan’daki aktörler arasındaki ilişkilerin öngörülemez şekilde bozulması sonucunda doğacak Behemoth gibi.
Yurttaş-devlet arasındaki ilişkinin ve sivil toplum-politik toplum arasındaki dengenin belirlendiği kurallar bütünü olarak karşımıza çıkan hukukilik; son yıllarda Weberyan modern devlet anlayışında belirlenmiş olduğu rasyonel çerçeveden sapmış ve öngörülemezlik haline girmiştir. Bu noktada Kelsen’in normlar hiyerarşisine bakmak faydalı görünmektedir.[3] Hukuk, Weber’in rasyonalitesini sağlamak adına yargı bünyesinde cisimleşmiş baskı aygıtı olarak devletinin ayrılmaz bir parçası olacaktır. Kelsen ise hukuku temel normdan başlayarak birbirine dayanan ve birbirinin çalışması için araçsallaşan alt normlardan söz eder. Normatif olan hukuk, hiyerarşik, yani kademeli normlar sistemidir. Her norm geçerliliğini ve bağlayıcılığını üst normundan alır, bütün olarak bakıldığında ise bütün normlar temel normun (Grundnorm) işlevselliğini sağlamak amacıyla işler. Piramidin en üstünde Grundnorm, varsayımsaldır ve hipotez olarak kabul edilir. Burada ise ayrıca belirtilmesi gereken durum normlar hiyerarşisinde sadece “hukuk normlarının” bulunuyor oluşudur. Kastedilen ise normun icrai işlem olması, yurttaşlara hitap etmesi, yurttaşlar üzerinde sonuç doğurması ve onların hak ve ödevlerini etkilemesidir. Türkiye hukuk sistemine göre, bütün normlar Anayasa’nın işlemesini sağlamak amacıyla araçsallaştırılır. Ancak, bugün anayasa ilkelerinin ve kurallarının işlemediği, hatta fiilen anayasanın uygulanmadığı bir durumla karşı karşıyayız. Zira, anayasal bir değişiklik yapılmadan, artık Kelsen’in Grundnorm’u “genelgeler” ve iktidarın diğer “kararları” olmuş, bunlar piramidin en üstünde yerlerini almıştır. Oysaki genelgeler bir hukuki norm bile değildir. Genelge, iç düzen işlemidir ve yalnızca egemenler ve minik egemenler arasındaki ilişkiyi düzenlemeye yönelik çalıştırırlar. Varsayımsal temele oturtulan Grundnorm, bugün genelgeler, iktidarın kamusal meşruiyete dayandırmadan aldığı kararlardır ve piramidin altında kalan bütün normlar, anayasa dahil, bu kararların işlemesi için araçsallaştırılmıştır. İktidar, yeni Grundnorm’un görünüşte dahi bir hukuk normu olmasına ihtiyaç duymamış, “devleti” egemen ve minik egemenler üzerinden kurduğunu bir kez daha “yurttaşlara” göstermiştir.
Peki “genelge rejimi” tam olarak ne ifade ediyor? Meşruiyetini iktidarın subjektif ahlakından alan, sınırlarını iktidardan başka kimsenin bilmediği bir noktada kamu düzeninden bahsedilebilir mi? Toplumsal sözleşme, iktidarın kendi varlığından oluşturduğu küçük egemenlerin elinde esnetilerek, o egemenlerin bile tanımlayamadığı noktalara geliyor. Bu, keyfilik olarak adlandırıldığında, hukukiliğin ihlal edilmesinin bir “istisna” olduğu varsayılır. Ancak, genelge rejimi ile siyasetin hukuku nasıl yönlendirdiğini ve “keyfiliğin” anayasal bir değişlikliğe gerek kalmadan normlar hiyerarşisinde nasıl en üst konuma yerleştirildiğini görüyoruz. Siyaset, iktidarın belirlediği imtiyazlı grup adına hukuku araçsallaştırılıyor. Yasak yoluyla kamu düzeni oluşturulmaya çalışıyor, ancak o yasaklar da meşruiyetini yalnızca ve yalnızca iktidarın subjektif ahlak alanı üzerinden alıyor. İktidarın belirlediği minik egemenlerin hukuk devletinin işletilmesi için kritik noktalarda yer bulması ve buraları hukuki yetkileri çerçevesinde işlerliğe tıkaması ise hukuku araçsallaştırarak hukuksuzluğu olağan hale getirmeye zemin yaratıyor. Yıllar içerisinde anayasal fren ve denge mekanizması; hem erkler içi ve erkler arası denge-denetim yolları işlevsizleştirilerek hem de merkez çevre ilişkisindeki geçerli ve gerekli denetim düzeneklerin aşamalı olarak kaldırılarak bugünkü hale getirildi. Bütün bu durumların sonucunda; torba kanun, KHK, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Cumhurbaşkanı Kararı ve bugün de genelge şeklinde düzenmeler hukukun üstünlüğü ilkesini zedeleyerek, kanun kavramının asgari gerekliklerini hem teknik açıdan hem de yurttaştaki karşılığı açısından ortadan kaldırdı.
Yargıdan kolluk güçlerine kadar devlet içerisine yerleştirilen minik egemenler iktidarın subjektif ahlakını içselleştiriyor olmanın konforlu alanına geçerek yazılı bir kural olmadan da onların “yeni hiyerarşisini” pratik ediyorlar ve bu pratikten faydalanıyorlar. Bu kazan-kazan ilişkisinin yapısal arkaplanında ise geriye sokaklar bekçilerin, üniversiteler kayyumların, konser alanları parti teşkilatlarının oluyor; bunların var olmasını sağlayan/durdurmayan yargı erki ise yurttaşın “çözüm kapısı” olamıyor. Bu durumun kanıksanmasının en önemli sebebi ise minik egemenlerin bütün sistemi tıkayacak şekilde yerleştirilmiş olması, ve asıl önemlisi, artık yurttaşların bunun “farkında” olması. Otorite, Weber’in modern devlet anlayışındaki rasyonel-yasal hali olmaktan çıkmış, geleneksel ve karizmatik türün içinde barındırdığı mantıksızlıklar zincirinden rol çalmaya başlamıştır. Devlet içerisinde rasyonelliği sağlayacak mekanizmalar işlevsizleşerek; öngörülemez, belirsiz, hesaplanamaz ve denetlenemez bir düzeni ortaya çıkarmıştır. Yurttaş, kamu düzeni içerisinde yapacaklarının ne sonuç doğuracağının farkına varamaz bir noktaya getirilmiş ve devlet bireyin güvenliğini sağlama sorumluluğu bir yana yurttaşın güvensiz hissetmesinin asıl ve bizzat sebebi olmuştur. Artık, “onların elinde” yeni bir devlet, yeni kurallar ve yeni bir otorite şekli yaratılmaya çalışılmıştır. Sürekli hatırlatmak gerekiyor: Bu devlet yasallıktan ya da rasyonellikten söz edilemeyecek, pür bir sezgisel rejimle işlemeye çalışıyor. Öyleyse, devlet ne hukuk devleti ne de modern devlettir. İmtiyazlı bir grubun eline sistematik şekilde geçirilmiş, yurttaşın rızayla verdiği meşruiyeti mutlakıyetini tesis etmek üzere şiddet yoluyla suistimal etmiş ve şimdi var oluş sebebini unutup yurttaşsız şekilde ayakta kalmaya çalışan bir devlettir.
Referanslar
[1] Weber, M., Roth, G., & Wittich, C. (1978). Economy and society: An outline of interpretive sociology. Berkeley: University of California Press. pp 217-222.
[2] Hobbes, T. (2008). Leviathan. Edited by J. C. A. Gaskin, Oxford University Press. Ch. 2 127-139.
[3] Kelsen, Hans. General Theory of Law and State. New Jersey: Lawbook Co, 2011. Text.
Kössler, Reinhart. “The Modern Nation State and Regimes of Violence: Reflections on the Current Situation”, Ritsumeikan Annual Review of International Studies, S.2, 2003, pp.15-36.
Riofrío,C. “Kelsen, the New Inverted Pyramid and the Classics of Constitutional Law.” Russian Law Journal. 2019, pp. 87-118
Görsel: Rumelihisarı amfi tiyatrosunun tam ortasına yerleştirilen mescit.