Toplumsal Şiddet: Gelenek mi Hukuk mu?

Toplumsal şiddet uzun yıllardır Türkiye’de kronik bir sorun. Bu mesele detaylı şekilde incelendiğinde sorunun kaynağına ilişkin birçok farklı uzanımla karşılaşılıyor. Toplumsal şiddetin yalnızca sosyal bağlamda ele alınması ise soruna karşı gerekli çözümlemenin yeterli biçimde yapılmasına engel oluyor. Toplumsal şiddet sosyal açıdan değerlendirildiği gibi siyasi ve hukuki açıdan da ele alınmalı. Toplumda birtakım geleneksel alışkanlıkların hukuka göre öncellenmesi toplumsal şiddetin meşru bir düzleme sahip olmasının yolunu açıyor. Sözgelimi, dilimize ve geleneklerimize işlemiş bazı ayrımcı ve adil olmayan kullanımlar toplumsal şiddete karşı hukukun aldığı önlemleri de ne yazık ki geri plana itiyor. Tam da bunlardan yola çıkarak bu yazıda sosyal ve hukuki meşruiyetin sınırlarının toplumsal şiddetin zemin oluşturmasında nasıl rol oynadığını tartışmayı amaçlıyorum.

İlk olarak toplumsal şiddet ile ne ifade edildiğini ele almak gerekli görünüyor. Sosyal şiddet, bireyler veya topluluklar tarafından uygulanan ve sosyal etkisi olan her türlü şiddet anlamında kullanılıyor. Herhangi bir şiddet eyleminin topluma değmemesi söz konusu olmadığından, aslına bakarsanız, sosyal olmayan şiddet yoktur da denilebilir. Arendt, “şiddetin bir nedeni olabileceğini; ancak şiddetin hiçbir zaman ‘yasal’ sayılamayacağını” ifade eder.[1] Peki, yasallığın sınırları her toplumda aynı çerçeveye mi oturuyor? Türkiye’deki toplumsal şiddetin kaynağı da aslında tam olarak burada şekilleniyor. Toplum neyi ‘yasal’ görür ve Türkiye toplumu neyi hangi ‘meşru’yu ‘yasal’ olan olarak görüyor? Toplumsal şiddete çözüm üretmek için bunu tespit etmek sanıyorum ki büyük önem arz etmekte. Detaylı incelemek için ise bu aşamada hukuk ve toplumsal politikanın oluşum sürecindeki iki kavramın yerini tespit etmek gerekiyor: yasallık (legality) ve meşruluk (legitimacy).

Toplumsal düzenin en belirgin aracı, sınırları yasalarca belirlenmiş olan kurallardır. Ancak bu kurallara uymayı sağlamak ve bu durumu sürekli kılmak için topluluk üyeleri, yasalar dışında kendi değer yargılarının bir ürünü olarak kabul ettikleri resmi olmayan ancak ‘meşru’ görünen araçlara ihtiyaç duyarlar. Biliriz ki meşruiyet zorunlu olarak kolektif bir fenomendir. Bu durum, sosyal bir grup içerisindeki davranış kurallarının veya beklentilerinin konsensüs oluşturduğu noktada toplumsal normların belirmesini beraberinde getirmekte. Bu normlar da kendilerini geleneklerle somutlaştırıyor. Hukukun oluşum sürecinde elbette geleneklerin de tesiri var. Modernleşme sürecinde devletin toplumsal ilişkilere müdahalesini hızlandırabilmesinin bir yolu da ancak bu müdahaleleri toplumun normlarına paralellik teşkil eden politikalarla uygulamasından geçiyor. Fakat bugün artık modernleşmiş bir devlette hukukun geleneklerden henüz sıyrılamaması hangi sonuçları doğurmaktadır? İşte tam da burada ‘yasal’ ve ‘meşru’ kavramlarını birbirlerinden ayırmamız gereği ortaya çıkıyor. Bu kavramların birbiri yerine kullanılması, aynı görülmesi veya iç içe geçmesi çoğu zaman toplumsal şiddete ‘gerekçe’ oluşturabiliyor. Lakin, modern toplumlarda hukuki meşruiyet ile sosyal meşruiyet ayrımının yeterince net olması ve yasal olanın her zaman diğerine göre öncellenmesi beklenir. Çünkü, kurulmuş bir sistemin içerisinde geleneklerin halen yasal düzenlemelerle iç içe geçiyor olması; toplumun, yasal gördüğünü meşru zemine değil de meşru gördüğünü yasal bağlama yerleştirmesine sebep olmaktadır.

Geleneklerin oluşturduğu kabullerin hukuki meşruiyetin alanında görülmesi, kimi şiddet eylemlerinin normalleşmesine ve fark edilmeden bunların döngü halini almasına sebep oluyor. Özellikle toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında kendini gösteren bu davranışlar yalnızca geleneklerin öğrettiği davranış biçimlerine yansımayıp yaşam tarzı haline de geliyor. Toplumun meşru gördüklerinin sosyal yaşamdan çıkarak devletin yargı organlarına taşınması ise karşımızdaki en büyük problem.

Devletin toplumun adına yargılama fonksiyonunu yerine getirdiği ‘yargı organı’na sahip olmasının ana gerekçesi toplumun kendi meşru gördükleri üzerinden kendi mahkemelerini oluşturmasının önüne geçmektir. Bu organın bağımsızlığının korunması için ise kurumların siyasileşmesini engellenmesinin yanı sıra yazılı ve sözlü yargı araçlarının toplumun normlarına hukuki alana etki eder nitelikte alan bırakmaması da çok önemli bir koşuldur.

Kadın davalarına dair aşina olunan birkaç yansımayı hatırlayalım. Kadına cinsel saldırı söz konusu olduğunda kadının saat kaçta dışarıda olduğu veya nasıl giyindiği, kadın cinayetlerinde ise ‘namus’ başlıklı açıklamalar failin cezasında indirime sebep olabiliyor. Hukuken kadının geç saatte dışarıda bulunmasına dair bir ‘yasal’ bir aykırılık söz konusu değilken, toplumun gayrimeşru gördüğü kadınların geç saatte dışarıda bulunması durumu bağımsız olması gereken yargı organını çoğu zaman yönlendirebilmekte. Kadın, toplumun belirlediği yerde ve zamanda bulunmadığı için, hakim, kadının adalete daha az ihtiyacı olduğunu kabul edip bu durumu indirimle somutlaştırabiliyor. Toplumsal şiddetin yargıda etkisini sadece kadına şiddette görmemekle beraber en çarpıcı örneklerine özellikle bahsedilen bu gibi durumlarda şahit oluyoruz. Devletin görevi eğer mevzubahis olan bu şiddeti temelinden yok edecek politikaları oluşturmak ve buna yönelik hukuk kurallarını etkin şekilde uygulamak ise modern bir devletin eylemlerindeki meşruiyeti kanuni açıdan ‘yasallık’ belirlemelidir. Bu da, yani hukuki meşruiyet ile sosyal meşruiyetin ayrımının netleşmesi durumu, açık bir sekülerleşme süreci ile gerçekleşebilir.

Sekülerleşme, belli bir zaman dilimi içerisinde yalnızca dinin değil; inançsal mekanizmaların, batıl inançların (doğaüstücülük ya da halk inançları) toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve topluma etki etme güçlerinin azalması anlamını taşıyor. (Ertit, 2014a)[2] Toplumun sekülerleşme süreci, devletin laik politikalarının hayat bulması açısından faydalı olacaktır. Ancak, Türkiye toplumunda sekülerleşmenin yalnızca ‘din’ üzerinden okunması bir karmaşaya neden oluyor. Laiklikten söz ederken en geniş haliyle “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin her inanç grubuna aynı uzaklıkta olması, devletin kontrolünde olan eğitim, sağlık, güvenlik, hukuk, ekonomi gibi alanlarda herhangi bir dini grubun söz sahibi olmaması, devletin dış ve iç politika için alınan kararlarda belli bir inanç grubunun çıkarlarını gözetmemesi” tanımı ele alınır. (Ertit, 2014b)[3] Fakat henüz sekülerleşememiş, hatta bu süreçte geleneklerden hiç sıyrılmamış bir toplum için devletin hukuktan yalnızca ‘din kuralları’nı ayrıştırması, hem laikleşme süreci hem de sekülerleşme adına tek başına yeterli bir çözüm olmuyor. Devlet organlarının laiklik çerçevesinde işlemesine yönelik yargının dini normlar dışında toplumun diğer geleneksel alışkanlıklarını da dışarıda bırakarak hareket etmesi için öncelikle topluma tam anlamıyla sekülerleşmiş bir davranış biçimi sunması gerekir. Hukukun asli görevlerinden birisi de elbette toplumsal şiddetin engellenmesiyken Türkiye’de bu meselenin kökleri halen geleneklerin yargı düzlemine tesir ediyor olmasında bulunmaktadır. Bu gerçek ile yüzleşildiğinde ise tek çözüm yolu görünüyor, o da toplum ve devletin hukukun çıktılarının geleneklerden daha meşru olduğunun özümsemesi. Aksi halde toplumsal şiddeti engellemeye dair oluşturulan politikalar ancak çatlak bir zeminin üzerine kurulu tuğlalardan ibaret olacaktır.

[1] Parietti, G. (2017). Arendt on Power and Violence. In P. Baehr & P. Walsh (Eds.), The Anthem Companion to Hannah Arendt (pp. 197-220). Anthem Press.

[2] Ertit, V. (2014). Evrenselleştirilmiş Sekülerleşme Teorisi / Universalized–Classical- Secularization Theory . Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi , 11 (27) , 104.

[3] Erti̇t, V. (2014). Birbirinin Yerine Kullanılan İki Farklı Kavram: Sekülerleşme ve Laiklik . Akademik İncelemeler Dergisi , 9 (1) , 108.

Akgönül, S. and Şahinkaya, C., (2011). Tartışılan Laiklik Fransa Ve Türkiyede Ilkeler Ve Algılamalar. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi.

Priel, D. (2011). The Place of Legitimacy in Legal Theory. McGill Law Journal / Revue de droit de McGill57 (1), 1–35.

Sadurski, W. (2006).Law’s Legitimacy and ‘Democracy-Plus’. Oxford Journal of Legal Studies, 26(2), 377-409.

Görsel: Ankara-Konur Sokak, İnsan Hakları Anıtı, bianet.

Paylaş:
Default image
Nesibe Kırış
Koç Üniversitesi - Hukuk & Sosyoloji