Sanatın Metalaşması: Kitsch, Avangart ve Yabancılaşma

Buhar gücüyle çalışan makinelerin doğuşuyla İngiltere’de ortaya çıkıp bütün dünyayı etkisi altına alan Sanayi Devrimi, dünya düzeninin her alanında geri dönülmez değişikliklere yol açtı. Üretim yöntemlerinde değişiklik olarak başlayan bu devrim zaman içinde sınıfsal ayrımları yeniden düzenleyerek sosyal hayatta, politikada, bilim dünyasında, hatta sanatta da radikal değişikliklere sebep oldu. Birbirinden çok farklı görünen bu disiplinlerdeki değişimleri ortak noktada buluşturan ise şüphesiz ‘metalaşma’ kavramıydı.

Sanattaki metalaşma sürecini ele almak için sanatın üç temel unsuru arasındaki ilişkiye göz atmak gerekiyor: sanatçı, sanat eseri ve alımlayıcı (eseri izleyen, okuyan, ya da dinleyen kimse). Sanat eserinin sanatçı ve alımlayıcı arasındaki bağ görevini gördüğü bu ilişkiyi metalaşmaya sürükleyen ilk adım ise alımlayıcının sanat eseri karşısında kendisini konumlaması oldu. Sanayi Devrimi ile hayatımıza giren ‘seri üretim’ kavramı, alımlayıcının günlük tüketim eşyalarına erişimini kolaylaştırdığı gibi hazza dayalı bir etkinlik olarak görülebilecek sanata da benzer gözle bakmasının yolunu açtı. Bu yeni bakış açısına göre sanat eserine kolayca ulaşılabilmeli, eser tüketilebilmeli, dolayısıyla sanat eseri tümüyle alımlayıcının isteklerine hizmet etmeliydi.

Bahsedilen bu yozlaşma ile başlayan metalaşma sürecini bir sonraki aşamaya taşıyan ise sanatçının bu sürecin bir parçası olmayı kendi iradesiyle kabul etmesi olmuştur. Nitekim sanatçı, bu yeni denklemde kendi eserini alımlayıcının istek ve beklentileri doğrultusunda yaratmayı kabullenerek, kendi eserine bir nevi yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşmanın temelinde ise şüphesiz beğenilme, kabul görme veya maddiyat gibi türlü kaygılar yatmaktadır. Ancak bu kaygılar sonucu ne yazık ki değiştirmemiş, sanat üretiminin üç ana öznesi arasında yüzyıllardır devam eden ve her bir unsurun eşit derecede önem sahibi olduğu bu organik bağ, bütünüyle ‘alımlayıcının’ tahakkümüne girmiştir. Bu tahakkümün ardından alımlayıcının sanat eserine bir tüketim ürünü olarak yaklaşması ise şüphesiz kaçınılmaz olmuştur.

Sanat eserinin sanatçıdan kopuş sürecinden bahsederken üzerinde durulması gereken en önemli kavram ‘kitsch’ kavramıdır. Kitsch, sanat eserlerinin kötü ancak herkesin ulaşabileceği türden taklidi olarak ortaya çıkan eserleri nitelemek için kullanılır. Günlük hayatımıza seri üretim kavramının girmesiyle sanat eserleri kopyalanmaya ve taklit edilmeye başlanmış, bu da sanat eseri olarak nitelendirilemeyecek, ancak olgunlaşmamış bir estetik algısının haz ihtiyacını karşılayabilecek kitschlerini doğurmuştur. Bu açıdan Greenberg, tüketicilik kültürü tarafından standartları düşürülen estetik algısının ancak avangart ile önüne geçilebileceğini savunmuştur. Ancak metalaşma sürecinin sanatçı tarafından tamamlandığı, sanatçının iradesinin alımlayıcının tahakkümü altında bulunduğu bir ortamda avangart bir kültür oluşturmak çok da mümkün görünmemektedir. Zira avangart için önce tahakküme yönelik bir eleştiri ve amiyane tabirle bir ‘başkaldırı’ gereklidir. Böyle bir başkaldırının önünde duran en büyük engel ise sanatçının kendi eserine yabancılaşmasıdır.

Sanatçının sanat eserine olan bu yabancılaşmasını Marx’ın emeğe yabancılaşma teorisi ile okumak mümkündür. Bu teorisinde Marx, işçilerin kendi emeklerinin ürünlerine yabancılaşması üzerinde durur. Onların emekleri üzerine kurulu olan üretim süreci, patronların kontrolündedir ve işçinin bu ürünler için daha fazla emek harcaması durumu işçi için yalnızca daha da karmaşık bir durumu doğurur. Daha sonra da çabanın bir sonucu olarak ürünlerin işçilere ve onların emeğine hükmetmesi, yaratılan bu nesneler dünyasının işçinin gözünde giderek itibar ve güç kazanması söz konusu olur. Bu da işçinin daha da fakirleşmesine ve nihayet kendisine ait olmaktan çıkmasına, yani; kendisine ve kendi emeğine yabancılaşmasına neden olur. Bu bağlamda sanat üretimini değerlendirecek olursak, sanatçıyı işçi, sanat eserini ürün, alımlayıcıyı da mal sahibi (patron) yerine koyabiliriz. Sanatçı, eseri mal sahibi için ürettikçe eser kendisinin olmaktan çıkmış ve kendi sanatı ile arasına koyulan aşılmaz bir engel olmuştur. Bunu sanatçının eserine yabancılaşması olarak değerlendirebiliriz.

Sanatçının yabancılaşması tabii ki Hegel’in yabancılaşmayı tanımladığı üzere bir tinsel yabancılaşmadır. Yani sanatçı kendi eserinden koptukça tinsel olarak kaybolur ve giderek kendi benliğine yabancılaşır. Bu yabancılaşma sürecini daha iyi anlamak için Heidegger’i de ele alabiliriz. Heidegger’de sanat eserlerinin kökeni üzerine, “sanatçının sanat eserini yarattığı ölçüde sanat eserinin de sanatçıyı var etmesi” vardır. Sanatın kendisi ise bu ikisini bir araya getiren üçüncü bir unsurdur. Ona göre sanat eseri yeni bir dünya kurduğu için ‘sanat eseridir’. Dolayısıyla sanatçının kurduğu bu yeni dünya eğer kendi özünden ortaya çıkan bir dünya değil de alımlayıcının tahakkümü altında şekillenen bir dünya ise, ortaya çıkan eser sanatçıdan kopuk bir eser olacaktır. Bu da geri dönüş olarak sanatçıyı kendisinden kopukluğa itecektir. Bu kopukluğu tetikleyen bir başka unsur da şüphesiz sanatçıları bir bayrak altında toplayan, ancak politikalarını alımlayıcı beklentilerine göre şekillendiren sözde sanat oluşumlarıdır. Bu oluşumların kaygısı sanat değil ticaret olduğundan, bir sanatçının bu tarz bir oluşumun güdümünde gerçek bir sanat eseri ortaya koyması mümkün değildir.

Konunun özüne dönmek gerekirse, sanatın post-modern çağda bir meta olarak “raflarda yerini aldığı” artık su götürmez bir gerçektir. Ancak sorunun en temelinde, bu metalaşma süreci yalnızca sanatçı ve alımlayıcı arasındaki bağın yozlaşması ile gerçekleşmemiş, bu çok daha uzun bir sürecin fitilini ateşlemiştir. Bu başlangıcın ardından sanatçının gerek para gibi fiziksel bir getiri için, gerek kabul görme için, gerekse ün gibi bir kazanım doğrultusunda sözde sanat yapmayı kabul etmesi, bu süreci içinden çıkılmaz bir noktaya sürüklemektedir. Herhangi bir kişisel beklentiyle ortaya konan eserden sanat olarak söz etmek mümkün olmayacağı için, günümüzde sanat üretiminin bireysel çabaların ötesine geçemediğini söylemek mümkündür. Bunun en temel sebebi de sanatçı, sanat eseri ve alımlayıcı arasında kopan esansiyel bağlardır. Sanatçıları çatısı altına alan oluşumlar sanatçıyı eseri için bir karşılık bekler duruma soktukça kendilerini sanat değil seri üretim metalar ortaya koyan platformlara dönüştürmüşlerdir. Tüm bu sebeplerle sanat eseri üretiminin kopan bağlarının onarılmasının tek yolu yeni bir avangart çizgisi ve anti-poptur. Bunu oluşturmadaki temel sorumlu ise eleştirel düşünen ve metalaşmaya karşı çıkan sanatçıdır.

Kaynakça

Marx, K. (2011). 1844 El Yazmaları. Birikim Yayınları. pp. 73-91.

Osmanoğlu, Ö. (2016). Hegel’den Marcuse’ye Yabancılaşma Olgusu. Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi2(3), 68-75. https://doi.org/10.32739/uskudarsbd.2.3.23

Greenberg, C., 1939. Avant-Garde and Kitsch. Partisan Review. pp. 34-49.

Heidegger, M. (2003). Sanat Eserinin Kökeni. Babil Yay. pp. 7-13.

Paylaş:
Default image
Tayfun Tatar
ETH Zürich - Mikro ve Nano Sistemler M.Sc