Pop Art Kavramı ve Sanatsal Çerçeve

Pop Art, Batı kökenli bir akım. Orta Çağ’dan beri sanatsal oluşumların beşiği Batı medeniyeti. Bunun birçok sosyolojik, ekonomik, -günümüze bakacak olursak- politik sebebi olduğu inkar edilemez. Ama okuduğunuz yazının konusu bu değil. Amacım bazı kavramların okuyucu tarafından tanınması, hatırlanması ve ilişki kurabilecek bir düzleme tanık olunması; sonra birlikte bazı sorgulamalar yapabiliriz. Yirminci yüzyılın yarattığı bir toplum gerçeği var. Sert tüketici toplumu kavramını tercih ediyorum ben. Beş altı asgari ücretlik akıllı telefon alanları düşünebiliriz, sırf dekor olsun diye güzel kapaklı kitaplar alanları, marka takıntısını refleks haline getirenleri ya da seveceğiniz bir tabirle iki liralık kahveye on beş lira verip olimpiyat meşalesi gibi taşıyanları düşünelim. Öncesi vardır ama Manchester’daki bir tekstil fabrikasının milat olduğuna inanıyorum ben bu düzen için. Her neyse, pop art da bu popüler unsurları merkezine alıyor diyebiliriz.

Soyut ekspresyonizm nedir, özellikle ressamların gerçek nesneleri göstermeden sadece renk ve şekillerle kendini ifade ettiği bir akımdır. Dışavurumculuk bu soyut tavırla iliklerine kadar hissedilir. Tamam güzel de birileri bu durumdan rahatsız olmuş ki; demiş bizce gerçek bu değil. Zaten var olan nesneleri, popüler kişileri anlamca aynı ama sanatçının yorumu ile tekrar sunalım sanatsevere (ya da tüketiciye). Sanatın konusu popüler olandır. Evet aşağı yukarı böyle söylemişler pop artçılar.

Pop art sanatçıları; resimlerinde, heykellerinde ve filmlerinde; günlük tüketim unsurlarını, temel nesneleri, popüler medyayı ve ikonik ünlüleri odağına alırlar. Eserlerinde herhangi bir psikolojik ya da duygusal derinlik iddia etmezler. Market rafında duran konserve neyse resme konu olmuş konserve de aynı anlama sahiptir, sadece biraz daha parlak, marjinal renkler ve absürt çizgilere sahiptir hepsi o. Şayet manifestik amaçlarına bakacak olursak derler ki ‘’yüksek sanat ile alçak sanat ayrımını ortadan kaldırıyoruz’’ ve ‘’derdimiz herkesin sanata ulaşması, sanatı kavraması; biz yine estetikten taviz vermeyeceğiz’’. Gazeteye, televizyona reklam verir gibi bir tavır takınıyorlar belki ama durum bundan ibaret. Ne kadar avangart bir sanat akımı olduğu kabul edilse de devrimci bir tavrı yoktur (Evet farklı bir ses duyuyoruz da devrim sanki böyle bir şey değil). ‘’Tüketiyorum, öyleyse varım’’ diyen klasik Amerikan toplumunun adeta bir yansıması olarak, ‘’Görüyorum, üzerine konuşacak bir şeyim olmasa da hamburgercileri, büyük gazlı içecek firmalarını, rock starları ve moda ikonlarını görüyorum, öyleyse varım’’ diyor bizlere.

Tamam kabul ediyorum, biraz sert yargıladık akımı bu cümleye gelene kadar. Kendimi adalete davet ediyorum, hiç mi iyi yanı yok onu konuşalım. Sanatın kesinlikle emek karşılığı var olduğunu düşünenlerdenim, fiziksel emek olduğu gibi kocaman bir düşünsel emek de illa ki vardır. Alelade bir iş diyen karşısında beni bulur ama tabii ki burjuvanın eline geçmesini de asla istemeyiz sanatın. Ya da ekonomik adaletsizlik sonucu doğmuş olan bir elitin daha sonra ‘’ama ben çok çalıştım, güzel olan her şey benim hakkım’’ demesini hazmedemiyorum. Ey Belçika, senin geçmişinde Kongo halkının kanı var o kan temizlenmedikçe… Neyse pop art diyorduk değil mi, sosyal mesajımızı verdiysek devam edebiliriz. Pop art bir anlamda herkesin sanata ulaşabilmesini, genel anlamda halkın sanatı kavrayabilmesini amaçlayan bir akımdır. Birçoğumuz da beğeniyoruz görünce bu akımın eserlerini, giydiğimiz tişörtlerde, taktığımız aksesuarlarda varlar. Bu işin babalarından Andy Warhol’un nasıl bir felsefeye sahip olduğunu bundan bağımsız ifade etmeliyim tabii, ancak estetik dokunuşları son derece sağlam bir ressam ve sinemacı. Günümüzde de Perry Milou’nun eserlerine bakıp da beğenmeyecek çok kimse çıkmaz. Tamam sanatı halka indirdiniz, iki tane dünya savaşı yaşamış bir dünya toplumunun hayatını da renklendirdiniz eserlerinizle. Ben bunları söylerim, gocunmam. Hatta alelade bir tabirle söylemek gerekirse ‘’güzel olanı kötü amaçlarla kullanmazsan güzel kalır’’. Kendi başına da güzel eserler. Yine de tüketim kültürünün ateşine odun attığı da gerçek pop artçıların.

Kendi bakış açıma pek ala yer vermiş bulundum. Estetik başarıları körü körüne reddedecek değilim, Andy Warhol Bey de fakir geçen çocukluğuna tepki olarak ortaya koyduğunu söylüyor bu eserleri. Çocukken evindeki konserve kutularını, meşrubat şişelerini boyarmış. Bunu toplum düzleminde yapınca meşhur eserleri çıkmış. Ben Warhol’un Marilyn Monroe’yu çizdiği eserini Pop Art’ın özeti olarak görüyorum: şık, estetik, ışıltılı ama tüketim kültürüne dayanan. İtiraf etmem gerekiyor ki Warhol saygı duyduğum bir isim. Başta dürüst bir kere. Bugün pop artın sanatsal bir karşılığı varsa bunu Andy Warhol’a borçlu bu akım (Böyle de ılımlı bir politika izlerim sanata ve sanatçıya karşı).

Büyüteç tutalım işin felsefesine. Bir kere ortada sanat olması için estetik olması gerekiyor, var. Pop olması için popüler ikonlara ihtiyaç duyulur, onlar da var. Tüketim diyoruz sürekli, tüketim için de üretime ihtiyaç duyuyoruz. Tam da bu noktada sanatı fabrikalaştırma fikri doğuyor. Pop Art’ın endüstriyel karşılığı serigrafi denen bir tür dokuma işidir mesela, sık sık kullanılmıştır bu akımca. Bugün baskılama ürünlerde de görüyoruz pop art esintileri. Pop Artçılar, özellikle de Warhol seri üretim tabirini kullanmaktan çekinmemiş bir sanat eseri ortaya koyma çabasındayken, yine defalarca üretip sunduğu Monroelar Presleylerle de kendince bu iddiasını pekiştirmiştir.

Sinemada karşılığına gelecek olursak pop artın yansıması resim ve fotoğraftaki kadar eğlenceli değil. Temel felsefe aynı; günlük hayatın içinden ögelere rastlıyoruz ve üretim mekanik tüketim pratik. Kamerayı boğaz köprüsünü yerleştirdiğimizi farz edelim, dört saat çekim yapsın. Tamam sanatçı yorumu yine var, çekimi kurgusu yine olacak ama boğazdan geçen gemileri izlediğin bu iş pop artın sinemadaki karşılığıdır. Deneysel sinema diyorlar buna bu işin ileri gelenleri. Ben gerek sanatçıların ortak oluşu gerekse temel felsefeleri nedeniyle çekinmeden eşleştiriyorum pop art ile deneysel sinemayı. Andy Warhol’ın Sleep isimli beş buçuk saatlik filminde sadece John Giorno’nun uykuda geçirdiği vakti görürüz. Evet, günlük rutin sanatın konusu olabilir. Ben aleladeliğin sanatı yaralayacağına inananlardanım. Bir de sanat bir duyguyu paylaşma aracıdır, bundan vazgeçilen herhangi bir işi kabul edemem kendi adıma. Dünya anlam derinliklerinin kaybolduğu sığ bir limana demir atacak gibi görünüyor yirmi birinci yüzyıl itibari ile. Her geçen gün bir distopik romanın güncel gerçekle kesiştiğine şahit oluyoruz. Benim kaygım güzel olanı kaybediyoruz, gerçek olandan uzaklaşıyoruz. Yoksa ne ekspresyonistlerle bir alıp veremediğim var ne de pop artçılarla. Üzerine düşünülmesi mümkün bir tartışma yaratmak istedim bu yazıda da başta söylediğim gibi.

Nereye baktığınız tek başına çok anlam ifade etmez. Nereden baktığınız ve nasıl baktığınız ise neredeyse her şeydir. Olayın bencesi bundan ibaret, yoruma da tabiatı gereği fazlasıyla açık bir akım. Esenlikler!

Görsel: Roy Lichtenstein…

Paylaş:
Default image
Sakis Arsenoglou