Heidegger ve Marcuse Arasındaki Mektuplaşmalar

“Sanatçılar kendilerini eski Atina’da sanırken Yahudi bankerler de Kartaca’da toplanıyor, kendilerine tam bir gün duyan ve milletin parasını faizsiz ceplerine dolduran politikacının salonundan geçiyorlardı. Böylece daha da zenginleşebilir, altın ve gümüşü kâğıt paraya çevirebilirlerdi.

Yer gök, ey efendimiz, senin şanınla doludur.”

ÖNSÖZ

Otoriter rejimlerin çizgisel bir şekilde ilerleyen basit bir soy kütüğünü çıkarmak hiçbir dönemde mümkün olmamıştır. Kendini birleşik ve ayrıksı ilişkiler yumağında tekrar eden tahakkümün suretleri, aslına/özüne icracı olarak kurumları, geleneği, gelenek-dışındakini veya sadece bazı şahsiyetleri atamış, konumlandırmıştır. Tahakkümün farklı bağlamlarda seyri değişen uzlaşılamaz anlamsal ve eylemsel arka planı -ve takip eden sonuçları ki bu sonuçlar bir dil nesnesi olarak metne sıkışıp kalmaz- dahi politik baskının ve politik baskıyla bitişik kavramların herhangi tekil bir izlekteki seyirde çözümlenemeyecek kadar çeşitli olduğu konusunda bize ipucu verebilir. Nitekim belirli bir zaman diliminde başarılı olmuş hiçbir baskıcı siyasi irade iktidar alanını tek boyutlu bir düzlemde kurgulamamıştır. Salt devlet mefhumunun başarısı dahi hem kurumlar hem toplum ve hem de toprak parçası üzerindeki doğal birliktelik bahsindeki etkisine doğrudan bağlıdır. Otoriter rejimler de diktalarının tesisi adına iktidarlarını kuşatıcı hale getirmek zorunda kalmışlardır: Kültürel anlamda da üstünlük kurabilmek adına, entelektüelleri de dönüştürmek, sindirmek veya dışarıda bırakmak da tüm bu zorunlulukla beraber gelen uygulamalardan yalnızca bir küme idi.(veya kendi organik entelektüel pratiğini gerçekleştirmek)  Herbert Marcuse ve Martin Heidegger’in, iki dostun ve iki filozofun oldukça şahsi mektuplaşmasının müdahil olduğu tartışma da tam olarak burada filizleniyor: Bir entelektüelin işlemiş olduğu/ göz yumduğu/övdüğü/farklı şekillerde iştirak ettiği politik suçlarla hesaplaşması ya da bunlardan aklanması mümkün müdür? Yahut bir entelektüelin tarihin en korkunç rejimlerinden birisinin kontrolü altındaki ülkesinde, halkına, dostlarına ve felsefesini yaptığı şeylere yönelik sorumluluğu nedir?  Marcuse’ün oldukça içten bir şekilde hayal kırıklığını ve acısını belirttiği sitem mektubu ile başlayan, aydının sorumluluğunu, totaliter rejimlerin gölgesindeki insanların iç dünyasını yansıtan bu mektuplaşmanın yapıldığı yılların çok ötesinde geniş bir alanda okumasını yapmak gayet mümkün. Sansürün sıradanlaştığı, baskının kendini iyiden iyiye hissettirdiği bu dilde bu metni okumanın, tahakkümün suretlerinin “aydınların”-ister aktif desteği, ister suskunluğu vasıtasıyla olsun- nasıl hayat bulabildiğini anlamak açısından bu dili paylaşan insanlara faydalı olabileceğini inanıyoruz. Sert bir hesaplaşmayı da beraberinde getiren bu metinde karmaşık bir bağışlama sorunsalının da gündeme getirildiğini gözden kaçırmamak gerekir, ayrımcılığa ve kıyıma uğramış bir grubun üyesinin, katliamcılarla beraber iş tuttuğu bilinegelen eski bir dostuna ikinci bir şans verme teşebbüsü açısından da bu mektuplaşmada yeniden göz önüne alınabilecek birçok husus mevcuttur. Tüm bu telaffuz ettiğimiz ve aynı zamanda telaffuz etmesek de bir şekilde gündeme getirmeye çalıştığımız sebeplerden ötürü bu mektuplaşmanın şahsi bir metin paylaşımı olmanın ötesinde geniş bir yelpazede bize baskı, şiddet ve linç günlerinde bir şeyler ifade edebileceğine inanıyoruz.

Emin Aslan Özbek & Mehmet Emin Eraslan

I

28 Ağustos 1947

4609 Chevy Chase Blvd

Washington 15,DC

Sevgili Heidegger,

Todtnauberg’e[i] ziyaretim esnasında bana söyledikleriniz üzerine uzun zamandır düşünüyordum ve bu konuda meramımı size açıkça ifade etmek istiyorum.

Bana 1934’ten itibaren Nazi Rejimiyle bağlarınızı tamamen kopardığınızı, derslerinizde Rejime karşı son derece sert eleştirilerde bulunduğunuzu hatta Gestapo[ii] tarafından gözlendiğinizi söylediniz. Sözünüzden şüphe etmiyorum. Fakat 1933’te kendinizi Rejimle özdeşleştirdiğiniz hakikati halen ayaktadır ki şu an bile birçok insanın gözünde Rejimin en güçlü entelektüel destekçilerinden birisiniz.[iii] Söz konusu zaman dilimindeki size ait konuşmalar, yazılar ve tezler de bunun birer kanıtıdır. Hiçbir zaman Rejime olan desteğinizden caydığınızı alenen bildirmediniz -1945’ten sonra bile. 1933-34’te ifade ettikleriniz ve yazılarınızda dile getirdikleriniz dışında bir yargıya vardığınızı asla açıkça ifade etmediniz. 1934’ten sonra bile Almanya’da kalmaya devam ettiniz halbuki yurtdışında bir yere kolayca taşınabilirdiniz. Asla rejimin herhangi bir eylemini veya ideolojisini alenen kınamadınız, eleştirmediniz. Tüm bunlardan ötürü hala Nazi Rejiminin bir dostu olarak bilinmektesiniz. Birçoğumuz sizden bir açıklama bekledik, sizi sonunda Rejimle bir anılagelmekten aklayacak, olanlarla alakalı bugünkü hislerinizi dürüstçe aktaracağınız bir açıklama. Lakin böyle bir açıklamayı hiçbir zaman yapmadınız, en azından kişisel fanusunuzun ötesinde böyle bir açıklama hiç duyulmadı. Ben –ve daha birçokları-, bir filozof olarak sizin hayranınızdık; sizden sayısız şey öğrendik. Fakat biz kendi felsefesiyle çelişen Filozof Heidegger ile gerçekteki Heidegger arasındaki ayrımı yapamıyoruz. Bir filozof politik konularda hataya düşebilir ki bu durumda açıkça hatasını anlayabilir. Ancak bir filozof, milyonlarca insanı sadece Yahudi oldukları için öldüren-terörü günlük bir fenomen haline getiren ve ruh, özgürlük, hakikat kavramlarıyla ilgili her şeyi bu fikirlerin kanlı zıtlarına dönüştüren bir Rejim konusunda hataya düşemez. Bu rejim, her açıdan,  sizin savunduğunuz Batı geleneğinin ölümcül bir taklidi olmuştur. Yine, eğer bu rejim Batı geleneğinin taklidi değil de kendisi ise bu konuda da aldatılmış olamazsınız ve bu durumda da kendinizi bu gelenekten alıkoymanız gerekmektedir.

Fikirler tarihinde gerçekten böyle mi hatırlanmak istiyorsunuz? Bu kozmik yanlış anlaşılmayla mücadele etmek için verilen en küçük çaba bile Nazi ideolojisini ciddiye almak gibi bir hataya düşmemize sebep olur. Bu mücadeleye tanık olan aklıselim insanlar (ve entelektüeller) sizi bir filozof olarak tanımıyorlar çünkü Nazizm ve bir filozof aynı cümlede bile bulunamaz. Öyle ki bu durumda da bizim sağduyumuz galip geliyor. Tekrarlamak gerekirse: Siz (ve biz) çalışmalarınızın ve şahsınızın Nazizm ile anılmasıyla (ki bu da sizin felsefenizin yok oluşu manasına gelir) yalnızca fikirlerinizden vazgeçtiğinizi itiraf ederseniz mücadele edebiliriz. Bugün dostlarım ne kadar karşı çıksalar da size, milyonlarca dindaşımı gaz odalarına kapatan rejimle aynı görüşte diye tanınan size, yardım etmekle suçlansam da bir posta göndereceğim (Yanlış anlaşılmaları önlemek için söylüyorum, sırf Yahudi’yim diye Nazi karşıtı değilim. Yüzde yüz Aryan olsaydım da politik, felsefi ve entelektüel anlamda bu rejimin karşısında olurdum.). Hiçbir şey bu argümana karşı gelemez. Kendi vicdanımın huzurunda bana 1928’den 1932’ye kadar felsefe öğretmiş adama bu paketi göndererek kendimi affediyorum ve aynı zamanda bunun ne kadar boş bir mazeret olduğunun farkındayım. Zira, Nazi devletine olan coşkulu bağlılığınızı felsefi açıdan temellendirip ifade ettiğiniz sürece 1933-34’teki filozof 1933’ten önce tanıdığım filozoftan tamamen farklı olamaz.

[i] 9 Şubat 1947’de Herbert Marcuse’den Max Horkheimer’a gönderilen bir mektupta Marcuse, 1 Nisan’dan itibaren Almanya ve Avusturya’ya üç aylık bir ziyaret planladığını belirtiyor. Bu yolculuk sırasında, kısmen Dışişleri Bakanlığı ile yaptığı faaliyetlerle bağlantılı olarak Marcuse, Kara Orman, Todtnauberg kulübesinde Heidegger’i ziyaret etti ve Amerika’ya döndükten sonra onunla mektup alışverişinde bulundu.

[ii] Nazi Almanya’sının gizli siyasal polis örgütü.

[iii] Heidegger’in Nazilerle ilişkilerine ilişkin tartışmalar için bakınız: Richard Wolin (ed.), The Heidegger Controversy: A Critical Reader (New York: Columbia University Press, 1991).

II

28 Ağustos tarihli mektubunuzda bahsetmiş olduğunuz posta tarafıma ulaştı. Gönderiniz için teşekkür ederim. Sanırım ne Partiyle ne de Nasyonal Sosyalizm ile hiçbir bağlantısı olmamış eski öğrencilerime elime geçen içerikten dağıtmış olmam sizin ve dostlarınızın da dilekleri ile örtüşüyordur. Onların adına da yardımlarınız için teşekkür ederim.

Eğer mektubunuzdan, şahsım ve çalışmalarım hakkında salim bir yargıya varmak üzere ciddi endişeleriniz olduğu sonucunu çıkarırsam, mektubunuz bana 1933’ten beri Almanya’da bulunmayan ve Nasyonal Sosyalist Hareketin başlangıcını, sonundaki haliyle yargılayan birisiyle bu konu üzerinde söyleşmenin ne denli zor olduğunu gösterir. Mektubunuzda belirttiğiniz hususlara istinaden, aşağıdakileri söylemek isterim.

  1. 1.1933: Nasyonal Sosyalizm ’den yaşamı tamamıyla yeniden inşa etmesini, toplumsal uzlaşmazlıkları gidermesini ve Batılı Dasein’ı[1] komünizm tehdidinden korumasını ummuştum. Tüm bu kanılarım Rektörlük Söylevlerimde (Tamamını okumuş muydunuz?), “Akademisyenliğin Özü” isimli dersimde ve Üniversite’de (Freiburg) öğrencilerime yaptığım iki konuşmamda ifade edilmişti. Ayrıca, (Freiburg Üniversitesinin) öğrenci gazetesinde takriben 25-30 satırlık bir seçim çağrım da vardı. Bugün tüm bunların birkaç cümlesini aldanış olarak niteliyorum.
  2. 2.1934 yılında, siyasi hatamı fark ettim ve Partiyi ve Devleti protesto etmek adına rektörlük görevimden istifa ettim. Bu no.1 (mesela Heidegger’in Parti aktiviteleri) propaganda amacıyla burada ve yurtdışında istismar edildi ve yine no.2 (istifası) propagandayla alakalı sebeplerden ötürü örtbas edildi, tüm bunları yeterince fark edememiş olmam sebebiyle suçlanmamalıyım.
  3. Herkesin erişebileceği, kolayca anlaşılabilir bir karşı-açıklama yapmadığım konusunda tamamen haklısınız. Zira, bu benim ve ailemin sonu olurdu. Bu noktada Jaspers’in söylediği üzere: Yaşamak bizim suçumuzdur.
  4. 1933-1944 arasındaki derslerimde, Nazi ideolojisinin kurbanı olmamış öğrencilerim için oldukça açık bir bakış açısı tevhit etmiştim. Şayet bu aralıktaki çalışmalarım yayınlanacak olursa buna şahitlik edeceklerdir.
  5. 1945’ten sonra bir ikrar yahut itiraf beyan etmek benim için imkansızdı: Nazi destekçileri tabiiyetlerinin değiştiğini en tiksindirici yolla açıkladılar, halbuki benim onlarla hiçbir ortak noktam yoktu.
  6. Mezara kadar, bahsetmiş olduğunuz haklı suçlamalara- milyonlarca insanı sadece Yahudi oldukları için öldüren-terörü her günün bir fenomeni haline getiren ve ruh, özgürlük, hakikat kavramlarıyla ilgili her şeyi bu fikirlerin kanlı zıtlarına dönüştüren bir Rejim konusundaki suçlamalara- yalnızca ekleyebileceğim, “Yahudiler” yerine “Doğu Almanyalılar” yazdığınızda, aynı şeylerin Müttefikler için de geçerli olacağıdır. İki olay arasındaki fark ise 1945’ten beri olan her şey kamunun bilgisi dahilindeyken Nazilerin kanlı terörünün Alman halkından saklanmış olmasıdır.

Sonuç olarak, sizden bugün hakkımdaki karalamalar, mesela hakkımda yayılan, hakikatle çelişen söylentiler hakkında düşünmenizi isterim. Şahsım ve çalışmalarım üzerine manasız karalamalar yapıldığını öğrendim.

Hakkımdaki kaygılarınızı bana açıkça bildirdiğiniz için müteşekkirim. Sadece, bir gün benim eserlerimde yeniden birlikte çalıştığınız filozofu yeniden bulmanızı dileyebilirim.

En iyi dileklerimle,

Heidegger

[1] Çevirmenin notu: Dasein kavramının Türkçeye tatmin edici bir çevirisinin yapılmadığını – yapılmış olan çevirilerin söz konusu kavramın kapsayıcı içeriğini tercümesini yaptığımız metnin sınırları içinde aksettiremeyeceğine inandığımızdan- ötürü, bu ve takip eden metinde geçen Dasein kavramını olduğu haliyle aktarıyoruz. Dasein kavramının kısa ve anlaşılır bir analizi için bakınız: Inwood, Michael, 2000, Heidegger: A Very Short Intoduction, Chapter 4: Dasein, , Oxford University Press   

III

12 Mayıs 1948

4609 Chevy Chase Blvd.

Washington 15, D.C.

Sevgili Heidegger,

Uzun süredir sizin 20 Ocak’ta yazmış olduğunuz mektubunuzu cevaplamak konusunda tereddüt içindeydim. Haklısınız: 1933’ten beri Almanya’da ikamet etmeyen insanlarla bu konular üzerine söyleşmek elbette zor. Fakat bu zorluğun Nazi Almanya’sını tanımamaktan kaynaklanan bir zorluk olduğunu düşünmüyorum. Zira, biz oradaki durumun gayet farkındaydık hatta belki de Almanya’da yaşayan insanlardan daha yüksek farkındalığa sahiptik. 1947’de direkt olarak iletişim kurduğum insanlar beni buna ikna etti. Ama bu denemez ki biz Nasyonal Sosyalist Hareketin başındaki halini sonundaki hali üzerinden yargılıyoruz. Biz zaten bu hareketin ne olduğunu biliyorduk ve ben de bu hareketin sonunun, başlangıcına dahil olduğunu gördüm. Konuşmamızın zorluğu ise çoğu insanın kolayca kabul ettiği gerçek olan Almanya’daki insanların tüm kavram ve duygulara dair büyük bir sapkınlığa maruz kalmalarıyla açıklanabilir. Aksi takdirde Batı Felsefesini herkesten daha iyi anlayan sizin gibi bir adamın Nazizm’de “yaşamın tüm bütünlüğüyle ruhsal olarak yenilenmesi,” Dasein’in komünizmin tehlikelerinden kurtuluşu” (fakat kendisi de bu Dasein’in önemli bir bileşeni!) gibi şeyleri görmesinin imkânsız olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu politik değil entelektüel bir sorundur. Söylemeden edemeyeceğim bu bir biliş, bir hakikat sorunu. Siz, bir filozof olarak, Dasein’in tasfiyesini yenilenmesiyle karıştırmış olabilir misiniz? Bu tasfiye 1933’ten çok önce de SA’nın “liderlerinin” her kelimesinde, her mimiğinde ve yaptığı her şeyde de belirgin değil miydi?

Yine de sizin mektubunuzun sadece bir kısmına cevap vereceğim aksi takdirde sessizliğim kompleksli olmak olarak yorumlanabilir.

Benim Yahudilerin katledilmesiyle ilgili söylediğim her şeyin eğer Yahudiler ile “Doğu Almanları” yer değiştirirsek Müttefikler için de geçerli olduğunu yazdınız. Bu cümle ile –Logos’un dışında- insanlarla konuşmanın mümkün olduğu boyutun dışında durmuyor musunuz? Çünkü bir suçu “başkaları da aynısını yaptı” diyerek göreceleştirmeye çalışmak ancak mantık dışı bir boyuttan düşünen birisi için mümkündür. Hatta daha da ilerisi: Milyonlarca insanın işkenceye uğramasını, sakat bırakılmasını ve yok edilmesini tüm bu zulümlerin hiçbirini yaşamamış (birkaç nadir yaşanmışlık dışında) zorunlu nüfus değişimi gruplarının yaşadıklarıyla nasıl bir tutarsınız? Çağdaş bir perspektiften bakılınca insanca ve insanlık dışı olma kriterinde Nazi toplama kampları ile savaş sonrası yaşanan sürgünlerin arasında keskin bir fark olduğu apaçıktır. Sizin argümanınızın temeline dayanarak, eğer Müttefikler Auschwitz ve Buchenwald’ı –ve oradan çıkan her şeyi- “Doğu Almanlar” ve Naziler için ayırsaydı o zaman hesap eşitlenirdi! Eğer insanlık ve insanlık dışı olmak arasındaki fark bu hatalı denkleme indirgenecekse de bu dünyadaki 2000 yıllık Batı Dasein’ından (Varlığından) sonra bu yapılanlar, Nazi sisteminin tarihi suçu haline gelmiştir. İşte şimdi söylenmesi gereken söylendi. Belki de hala 1933’ün devamını yaşıyoruzdur. Tabi bunu hala bir “yenileme” olarak kabul edip etmeyeceğinizden emin değilim.

Selamlarımla.

Mektupların Aslı: https://www.marcuse.org/herbert/pubs/40spubs/47MarcuseHeidegger.htm

Paylaş:
Default image
Emin Aslan Özbek
Boğaziçi Üniversitesi - Felsefe