Sosyal Bir Varlık Olan İnsan ve Ezbere Yaşanılan Aynı Aşklar

Aşk. Üç harf, tek kelime. Basit bir şekilde söyleyebildiğimiz, kolayca telaffuz edebildiğimiz ama üzerine sayısız tümceler kursak da etkisini asla tam olarak ifade edemediğimiz bir kavram. Tarihsel süreç içerisinde düşünürsek, sahiden ilk âşık olan insan kimdi? Aşk diye bir şey var mı? Fiziksel olarak hissettiğimiz bir şey mi yoksa kültürel olarak öğrenerek yaşadığımız bir şey mi? Yoksa çevremizden seçtiğimiz kişilere aşk sıfatını giydirip kişiye aşık gibi yapıp aşka mı aşık oluruz? Hep mi böyleydi veya hep bu şekilde mi devam edecek? Bu yazıda kişisel sorgulamalar veya edebi olarak alegorik bir anlatımla aşkı güzellemekten veya yermekten ziyade, sosyolojik olarak aşk kavramı ele alınmaya çalışılacaktır.

Aşkın bütün toplumlarda, her kültürde ve tüm zamanlarda var olduğu dile getirilse de, daha önce de belirtildiği gibi, ilk insanın âşık olduğunu nasıl fark ettiği veya aşkı nasıl tanımladığı belirsizdir. Muhtemelen fiziksel olarak yaşadığı heyecan, gerilim, acıkma, karın ağrısı veya mide bulantısı gibi fizyolojik tepkilerde bu durumun yani aşk olgusunun evrenselliğinden bahsedilebilir. Genel olarak düşünüldüğünde ise, her insanın yaşamının bir döneminde en az bir kez yaşadığı ya da yaşamayı umut ettiği bir duygusal durumdur. Son yıllarda sosyal bilimlerin de çalışma alanı içinde yer alan aşk kavramı, çok daha uzun bir süreden beri başta edebiyat ve güzel sanatlar olmak üzere sanatın tüm dallarında en çok işlenen temalardan biri olmuştur. Nice şiirler tarih boyu, çeşitli dillerde yazılmış, sevgiliye kavuşmanın hayaliyle yanıp tutuşan nice şairler kalmıştır geride, veya sevgiliye duyulan öfkeyi okumuşuzdur çoğu satırda. Sitem etmiştir çoğu şair, sadece mısralarında kalmamıştır bu sitem, sinemaya da aktarılmıştır. Tıpkı Sadri Alışık’ın Hüsnü karakterinde gördüğümüz, gözleri dört defa lacivert olan Müjgan’a duyduğumuz kırgınlık gibi…

Sosyal bir varlık olan insan, paylaşma ve bir arada bulunma isteğiyle yakın ilişkiler arar. Burada önemli olan kısım ‘diğer bir kişinin’ varlığının gerekli olma durumudur. Aşka kavramsal olarak bakıldığında; kültürden kültüre, kişiden kişiye değişebilecek bir olgu olduğu karşımıza çıkar. Dolayısıyla aşk için tek ve genel geçer bir tanım yapmak söz konusu değildir. Özellikle içinde bulunduğumuz, her şeyin akışkan ve değişken olmaya yüz tuttuğu bu çağda tek bir tanımdan bahsetmek oldukça zordur. Zira, aşk kavramına gün geçtikçe yeni yaklaşımlar getirildiği ve aşkı farklı özümseme şekilleri yaşandığı görülmektedir. Herkesçe ortak bir tanımı yakalayabilmek muhtemelen geçtiğimiz yüzyıl ve onun öncesinde daha kolay olmuştur. Çünkü bu süreçte insanlar, belli başlı bir sosyal çevrede var olduğu gibi, iletişimde kaldığı diğer kişiler de sabit düzeyde olmakla birlikte, dayanışmanın yoğun görülmesiyle bireylerin hayatı da tektipleşmeye yakın bir boyuttaydı. Oysa, sanayileşmeyle birlikte iş bölümü kavramının gündelik yaşantıya oturması, bireyselleşme kavramını karşımıza çıkaracak ve hatta bireyin kendisine yabancılaşmasına da neden olacaktır. Hal böyle olunca, farklı hayatlar, farklı yaşam biçimleri ortaya çıkacak; böylelikle çeşitlenmeler de oluşacaktır. Orta Çağ Avrupası’nda aşk ve cinselliğin bir arada bulunma fikri olağandışı bir durumken, neredeyse hiç kimse aşk için evlenmiyordu. Romantik aşk kavramının varlığını hissettirmeye başlaması ancak on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru olmuştur. Romantik aşk, tutkulu aşkın az çok evrensel olarak nesnesini idealleştirmeyi içeriyordu. Romantik aşk fikri bir yazınsal biçim olarak romanın ortaya çıkışıyla az çok örtüşüyordu ve romantik romanların yayılımı romantik aşk fikrini yaymada yaşamsal bir rol oynuyordu. (Giddens, 2008).

Özellikle sanayileşmeyle birlikte gerçekleşen kırdan kente göç gibi sosyal dinamiği etkileyen ve toplumsal değişime neden olan olgular sadece gündelik yaşama etki etmekle kalmaz. Oradaki çoğu eylemin değişmesine, ifade ediş tarzının dahi farklılık göstermesine neden olur. Dolayısıyla yaşanan aşklar ve hissedilen duygular da kırsal yaşamdaki basit ve alışılmış şekillerde gerçekleşmez. Oluşan yeni hayat tarzına göre duygular ve duygulara verilen tepkiler de değişiklik gösterecektir. Bu değişiklik toplumsal yaşamın geneline etki ettiği gibi, sanata da etkisini gösterir. Örneğin, Türkiye’deki 1960’lı yıllardan sonra yoğunluk kazanan arabesk müzik kültürünün “yeni” bir ifade ediş şekli olarak karşımıza çıkması da bu duruma örnektir. Eskiden, Türk Halk Müziği ile kendini ve duygularını ifade eden halk, artık arabesk müziğe yönelmiştir. Özellikle kırdan kente göç etmiş, bir yere ait olmaya çalışan, yani “yabancılaşmayı” yoğun bir şekilde üzerinde hisseden bireylerde arabesk müziğin etkisi çok daha fazla olmuş, dolayısıyla onların hissettirdikleri aşkı da bu bağlamda yaşamaya başlamışlardır.

Günümüze doğru değişim ve dönüşümlere bakacak olursak, içinde bulunduğumuz modernliği Bauman ‘akışkan modernite’ diyerek, bu modernitenin sürekli değişim, akış ve belirsizlikle karakterize olan küresel bir koşula işaret ettiğini dile getirir. Katı modernitede, yani geçmişte var olan durağanlık, tasarım, öngörülebilirlik ve kesinlik gibi kavramların yerini akışkan modernitede hareket, değişim, öngörülemezlik ve belirsizlik kavramları yer alır. Bunca değişim ve dönüşüm içerisinde bireylerin kimlikleri de sabit kalmaz. Kimlik; sosyolojik gündemin, önemi giderek artan bir teması haline gelir. Kimliği sosyolojik açıdan bu denli merkezi kılan, günümüz toplumunun çözümlenmesindeki kavramsal operasyonelliğidir. Toplumsal analize konu olan yerleşik meseleler bugün kimlik eksenli söyleme uyarlı olarak ele alınmaktadır. Kimlik çağdaş hayatın çeşitli tartışmalı yönlerini aydınlatmada, kavramada ve incelemede fonksiyonel önemdedir (İlhan, 2013).

Kişilerin kimlik yaratma eğilimi özellikle günümüzde çeşitli şekilde sosyal alanda yerini edinir. Günümüzde sosyal medya üzerinden sanal kimlikler oluşturulması suretiyle kişilerin gerçek benliklerinden uzaklaşarak idealleştirilmiş benliklerini sergileme arzusu görülmektedir. Dolayısıyla sosyal medyayı yeni bir kimlik inşası alanı ve benliğin sunum şekli olarak tanımlayabiliriz. Instagram’da paylaşılan fotoğraflar, nerede ve kiminle olduğunu sürekli gösterme isteği, kişilerin duygusal ilişkilerinde mutlu olduğunu sürekli kanıtlama çabaları ve bir noktadan sonra bu eylemlerinin içinde kaybolduklarını görmek mümkün. Yaratılan kimlik, bireyin gerçek kimliği ile örtüşmediğinde ortaya ciddi derecede bir boşluk çıkmaktadır. Böylelikle birey, ciddi derecede arafta kalır kendini hiçbir kimliğine ait hissetmez. Dolayısıyla Instagram, Twitter gibi çeşitli sosyal medya araçlarında sözde mutlulukla yaşamını süren kişiler, çareyi terapilerde ve çeşitli antidepresanlarda bulmaktadır. Hal böyle olunca, ikili ilişkilerin inşası da farklılık göstermekle birlikte topluma dayatılan ilişki kavramı da çeşitlilik gösterip sürekli değişime ve yeni bir etki alanına açılmaktadır. Byung- Chul Han’a göre, aşkın içinde bulunduğu krizin tek nedeni başka Başka’ların bolluğu değil, şu an yaşamın bütün alanlarında meydana gelen ve benliğin giderek daha da narsisistleşmesinin eşlik ettiği Başka’nın aşınması sürecidir. Bu noktada aklımıza aynılaşma, rutinleşme ve dayatılan tek tipleştirilme gibi durumlar gelir. Her şey düzleştirilerek tüketim nesnesine dönüştürülmektedir. Gittikçe narsisistleşen birey ise, kendisiyle Başka arasındaki sınırın bulanıklaşması arasında kalır ve sonrasında da boğulur.

Kapitalizm ile birlikte her şeyin; duyguların bile, meta olarak kullanıldığı bir süreçte ilişkiler de “kullan-at” pratiğine bürünür. Aşk, dostluk gibi kavramların da bu pratiğin içine girdiğini sık sık görürüz. Duygularımız ve hislerimiz belli bir çerçevede belirlenir ve sistem ile birlikte toplumsal baskı bu çerçevenin dışına çıkmamamızı öğütler. Arzu artık bilinçdışı aracılığıyla değil, bilinçli bir seçim aracılığıyla belirlenmektedir. Oluşturulan ideal tipler ve beklentilerin aynılaşması da hayal kırıklıklarının veya gerçek aşk tanımının yansıtılmamasının sebebidir. Günümüz insanı sürekli kırılmış ve sitemkardır bu nedenle. Çünkü tüketim kültürü, arzuyu ve hayal gücünü uyarır. Modern benlik arzuları ve duyguları giderek daha hayali yollardan, metalar ve medya imgeleri üzerinden algılatmaktadır. Hayal gücü her şeyden önce tüketim malları piyasası ve kitle kültürü tarafından belirlenmektedir. (Han, 2019).

Arzu kavramına sınıfsal bağlamda bakıldığında, içinde bulunduğumuz dünyada her şeyin az veya çok olacak şekilde illa ki bir çekiciliğinin olacağını söylemek mümkündür. Günümüz değişen dünyasında çekicilik kavramı, sadece kadınları veya erkekleri ifade eden bir kavram değildir. Gökdelenler, teknolojik aygıtlar, otomobiller, evler… Kişinin yaşam standardına ve isteklerine uygun olacak şekilde bir arzu nesnesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu nesnelerin çoğalmasıyla birlikte, ulaşılabilirliği ile birlikte ahlaki normlara uyma durumunu dengede tutmak bir hayli zorlaşıyor. Özellikle kentli orta sınıf erkek, sınıfsal bir yetersizliği buram buram hissedip tatmin olmadığı gibi, bu çizgi doğrultusunda ulaşamadığı arzu ile de savaşmak zorunda kalıyor. Bu durum da kentli orta sınıf erkeğinin sıkışıp kaldığı çerçeveyi burjuva ahlakı ile ilişkilendirmemizi sağlıyor. Böylelikle bireylerdeki ulaşma korkusunun eylemsizliğe ve huzursuzluğa dönüştüğü çıkarımını tartışabiliyoruz.

Günümüzde gitgide artan huzursuzluk ve korku, kolektif bilince de oldukça yansıyor. Bireyler kendilerine bile güvenmekte zorluk çekiyor. Her şeyin bu kadar şeffaflaştığı ve görünür olduğu ortamda güven problemleri insan ilişkilerinin merkezinde yerini ediniyor. Güvensizlik; kişilerin ezbere konuşmasına, ezbere düşünmesine neden oluyor. Hatta insanlar hayatlarını dahi ezbere yaşıyor artık. Bu durum da ikili ilişkilerdeki yıkıcılığı hızlı ve güçlü bir şekilde yaşatıyor. Gittikçe artan karşılıklı çıkara dayalı ilişki anlayışı duygulara yansıyor. Her birey içinde bulunduğu toplumsal yapının izlerini ezbere yaşarken günümüzün tektipleştirilen kısa süreli ilişkileri de birbirinin aynısı oluyor. Kişilerin iç sesleri bile kendi sesi olmaktan uzaklaşıp adeta dış dünyanın standart hale getirdiği bir sese dönüşüyor. Böylelikle birey, gerçekten ne istediğini unutuyor, beklentilerinden uzak bir şekilde dayatılanı görev bilip bu rolü oynuyor bir bakıma. Bu durum da kimlik bunalımıyla birlikte, ilişkilerde de rutinleşme ve yabancılaşma hissiyle hızla kendini gösteriyor. Böylelikle “Aşk gerçekten var mı yoksa şatafatlı bir çerçevenin içerisinde kuralları ve akışı belli olan bir rol dağılımı mı?” sorusu akıllara geliyor. Değişen dünyamızda insan nereye kadar duygularını tüketim ilişkisi minvalinde ezbere yaşamaya devam edecek ya da bu şekilde kendi sosyalliğini nötr hale mi getirecek? Gerçekten aşık oluyor muyuz, yoksa beklentilerimizi ve isteklerimizi aşk veya çok sevme adı altında bir eylem ile sınırlandırıp aşka aşık olan tavrımızı bir kişiyle mi canlandırıyoruz?

Kaynakça:

Atak, H., & Taştan, N. (2012). Romantik ilişkiler ve aşk. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar4(4), 520-546.

Atkinson, S. (Ed.). (2015). Sosyoloji Kitabı. İstanbul: Alfa.

Bauman, Z. (2017). Küreselleşme. Abdullah Yılmaz (Çev.). İstanbul: Ayrıntı.

Giddens, A. (2008). Sosyoloji (5.Edisyon). İstanbul: Kırmızı.

Han, B. (2019). Eros’un Istırabı. Şeyda Öztürk (Çev.). İstanbul: Metis.

İlhan, S. Akışkan Toplumda Kimlik İnşası: Geçişken, Eklektik, Ben Odaklı Kimlikler. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi23(2).

Paylaş:
Default image
Zeynep Gizem Eskici
Ege Üniversitesi - Sosyoloji M.A.