Kendi içine kapanmış her insan,bütün öteki insanların
kaderlerine ilgisiz bir yabancı gibi davranır.
…Yalnız kendi başına ve kendisi için vardır.
Ve bu şartlarda kafasında bir aile mefhumu kalmışsa bile
artık bir toplum mefhumu yoktur.
– Alexis de Tocqueville
Hannah Arendt’e göre “kamusal”, insanın eylem (action) ve konuşma (speech) yoluyla kendini gerçekleştirdiği bir alandır. Böylece, birbirimize görünür ve duyulur olduğumuz, olaylara tanıklık ettiğimiz bu alan, kendimiz ile dünyanın gerçekliği hakkında emin olmamızı sağlar. Kamusal alan ve gerçeklik dışarıda kendiliğinden var olan fiziksel bir yapı olmaktan ziyade, belirli bir kolektifin oluşturduğu bir olgudur. Diğer bir deyişle, kamusal alan “hepimiz için ortak olan bir dünyayı ifade eder.” [1] Bu ortaklık bir uzlaşmayı belirtmez, aksine herkesin kendi konumunun ve perspektifinin getirdiği farklılıkla müşterek meselelerle ilgilenebilmesini sağlayan zemini belirtir. Bu açıdan, sadece fiziksel bir varlığın ötesine geçer. Doğrudan siyasal olan ve siyaseti mümkün kılan bir alandır. Arendt, kamusal ve özel alan ayrımını Antik Yunan’ı referans alarak tanımlar, bu yüzden özel alan (hane), insanların ihtiyaçlarını giderdiği ve aile içi güç dengesizliklerinin olduğu bir alan; kamusal alan ise zorunlulukların olmadığı, eşit yurttaş kimliğiyle var olunan bir özgürlük yeriydi. Ekonomi kelimesi Eski Yunanca’da oikos (ev) ve nomos (yönetim) kelimelerinin birleşmesiyle oluşur ve kişinin ihtiyaçlarını idare ettiği alanı hane olarak işaret eder. Bu iki alan arasındaki bulanıklaşma, kamusal alanın ekonomik ilişkiler üzerinden tanımlanmasıyla başlar.
Özellikle modernitenin ve kitle toplumunun açığa çıkmasıyla kamusal alan; hayata yön veren değil, yönlendirilen ve yönetilen bir yer olarak karşımıza çıkar. Bununla beraber, toplumun istatistiğe dayalı bilimlerin nesnesi haline gelmesi ve toplumsal (social) kavramının yükselişiyle birlikte, kamusal ve özel arasındaki ilişki iyice muğlaklaşır. Ulus, sınırları korunması gereken kocaman bir eve dönüşür ve kamusal alan evleştikçe, siyaset evcilleşir. Bireyin ve kolektifin eylemde bulunma ya da dönüştürücü bir karar alma ihtimali azalır; çünkü birey topluma, yurttaş siyasete aittir. Kitleleşen toplumun içindeki birey, çevresiyle uyumlu, yönetilebilir ve uysal hale gelir. Öte yandan, görünürlülük siyasal alanda, müşterek olana dair söz söyleme hakkı doğururken, toplumsalda gözetilmeyi ve denetimi işaret eder. Peki, bugün kamusal alan hangi etkinlikler üzerinden inşa ediliyorken, bugün Arendt’in bahsettiği “toplumsal”ın yükselişi hangi noktaya ulaşmış ve kamusal-özel ayrımını nasıl değiştirmiştir?
Margaret Thatcher “Toplum diye bir şey yoktur.” der, Wendy Brown bu söylemi neoliberalizmin felsefi savunucularından Friedrich Hayek’in fikirleri bağlamında inceledi.[2] Ben de yazının devamında neoliberalizminin etkisini Brown’ın bazı argümanlarını temel alarak tartışacağım.
Toplum kavramının reddedilmesi kamunun, müştereğin, reddini beraberinde getirir. Fakat tüm bunların kendisi neoliberal teoride özgürlüğü ve ilerlemeyi kısıtlayan tehlikeler olarak ele alınır. Hayek’e göre insanların içinde bulundukları ortaklık, piyasa ilişkileri ve ahlaki geleneklere ait kuralları izlemelerinden kaynaklanır. Bunlar dışında ilişkilerini tanımlayacak ve yakınlık oluşturacak bir çatı olmadığını, aksini iddia etmenin de bizi totaliterliğe götüreceğini savunur. Bu yüzden, özellikle 1980 sonrası siyasette teknokratların yer aldığı görülür, çünkü artık toplum rasyonel tasarımlarla oluşturulan ve geliştirilen bir şey olarak algılanmaya başlanmıştır. Aynı şekilde totaliterlik tehlikesi oluşturabilecek diğer bir nokta ise Hayek’in deyişiyle, “’Sosyal adalet’ inancı siyasi eylemi yönettiği sürece, süreç giderek totaliter bir sisteme yaklaşır.”[3] Aslında Hayek, kapitalist demokrasinin bir uyum içinde olmadığını ve siyasalın, zamanla ekonomik eşitsizliğe müdahale etme olasılığının olduğunu görüp siyasalı kısıtlamak ve demokrasiden ayırmak istedi. Kısaca, Brown’a göre, birinci nokta toplum dışında bir özgürlük anlayışını işaret eder, ikincisi ise siyasal dışında bir demokrasiyi.
Özgürlüğün özel alana ait bir mefhum olarak konumlandırılması ve toplumsala, özgürlüğe bir tehdit olarak yaklaşılması; kamusal-özel arasındaki ilişkiyi bir tarafın mutlak hükmü ile sonuçlandırır. Hayek, özgürlük alanının şartını, yasalar ve ahlaki gelenek normlarına uyulmasıyla korunan özel alanın genişletilmesi olarak koyar. Bu anlamda, neoliberalizm yalnızca kamu mallarının özelleştirildiği bir dizi ekonomik reform ve düzenlemeden ziyade, kamusal kimliklerin, meselelerinin, kişinin var olduğu alanların da tanımlanması ve özelleştirilmesidir. Thatcher sözlerine şöyle devam eder, “Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır.” Artık kamusal olandan, res publica’dan bahsedemediğimiz zaman, hepimiz için ortak olan bir dünya yitirilmiş olur ve kendimizle dünyanın gerçekliğini sınayabileceğimiz alan ortadan kalkar. Bugün, çeşitli tartışmaların ve meselelerin ele alınışında mutlak görecelilik ya da tam tersi bir mutlak doğruluk iddiasına düşülme nedeni burada yatar. Herkesin kendi özel alanında özgürce kendi doğrusuna inanma ve savunma hakkı vardır ama artık bunların görüş olarak birbirleriyle eşit şekilde ilişkiye geçebileceği bir alan yoktur. Öte yandan toplum; muhtelif ilişkilenme, örgütlenme ve güç ilişkilerini içinde barındırır. Toplumu denklemden çıkardığımızda, günümüzde şiddet ve nefret içeren söylemlerin ifade özgürlüğü bağlamında değerlendiriliyor oluşunun temeli de anlaşılmış olur.
Arendt, ortak bir alanın olmadığı dünyayı birbirinden ayrı olarak dağılmış insanların olduğu bir çöle benzetir ve bu “çöl” artık özgürlüğün yeşerebileceği bir alan değildir. Demos’un (halk) kratos’tan (güç) koparıldığı noktada, demokrasiden ve onun değerlerinden bahsedilemez, nitekim siyasal gücünü yitiren insanlar iktidar karşısında kırılganlaşır. Siyasal gücün kısıtlanması elbette iktidarı tamamen ortadan kaldırmamış, aksine onu gizleyerek ve başıboş bırakarak bir baskı ve manipülasyon aracı haline gelebilmesinin önünü açmıştır. Bugün bunların yansımaları, yükselen milliyetçi söylemlerde, büyük sermayenin siyasete doğrudan etkisinde, gittikçe ihlal edilen ve sınırlandırılan haklarda görülebilir. Neoliberal teorinin, siyasal gücü baskı ve tahakkümle özdeşleştirerek onu sınırlamaya çalışması, kaçtığı sonu üretmesine neden olur. Özgürlük söylemiyle özel alanın dokunulmaz kılınarak genişletilmesi, kamusal alanda yürütülen çeşitli hiyerarşik güç ilişkilerine karşı yapılan mücadelelere ve dönüşümlere ket vurur. Özgürlük yalnızca kuralların olmadığı boş bir alan değil, aynı zamanda belirli demokratik pratikler, edimler ve ortak deneyimlerle inşa edilen bir olgudur. “Toplumsuz özgürlük, özgürlüğün demokratik hale getirildiği, sosyal bilinç ve siyasi eşitlikle iç içe geçtiği dağarcığı yok eder. Toplumsuz özgürlük; başkaları, dünya veya gelecek için olan endişelerden yoksun, saf bir güç aracıdır.”[4]
[1] Arendt, H. (1994). İnsanlık Durumu. İletişim Yayınları, s.77.
[2] Brown, W. (2019). In the Ruins of Neoliberalism: The Rise of Anti-Democratic Politics in the West. Columbia University Press
[3] Hayek, F. (1978). Law, Legislation, and Liberty, Volume 2, s.68.
[4] Brown, W. (2019). In the Ruins of Neoliberalism: The Rise of Anti-Democratic Politics in the West. Columbia University Press, s.44
Görsel: 1453 Kamyon.