Yüzyılı Aşkın Soru: Dostoyevski mi Tolstoy mu?

Yüzyılı aşkın ve herkesin en az bir kere kendine sorduğu bir soru. Tolstoy mu yoksa Dostoyevski mi?

Bu soruya bir şekilde herkesi herkesle kıyaslayabilen, rekabete sokabilen bizim coğrafyamızda daha sık rastladığımı da rahatlıkla söyleyebilirim. Lafı çok uzatmadan konuya gelelim.

Böyle bir kıyas sonucunda ulaşacağımız sonuç boş küme olacaktır.

Çünkü ikisi farklı dünyaların yazarlarıdır. İkisi de edebiyat dünyasının belki de en iyi ilk iki yazarıdır. (Burada belkiyi Tolstoy yüzünden şerh düşüyorum, yoksa Dostoyevski zaten en iyisi.)

Bu arada bu kıyaslamalar yaşadıkları dönemde artık ikisinin de kendini büyük yazarlar olarak kabul ettiklerinde de yaşanıyordu ancak ikili birbirleri hakkında konuşmaktan kaçınıyorlardı. Ta ki Dostoyevski 1881 yılında ebediyete intikal ettiğinde Tolstoy’dan şöyle bir itiraf gelene kadar:

“O ölünce, ona ihtiyacım olduğunu, bir dost, bir akraba gibi bana

ne kadar yakın, benim için ne kadar kıymetli olduğunu anladım.”

Tolstoy’un onu asla bir rakip olarak görmediğini de şu sözlerinden anlamak mümkündür: “Kendimi onunla kıyaslamak aklımın ucundan bile geçmedi – asla.” Fakat bir müddet sonra daha katı bir yargıda bulunur: “İyi ile kötü arasındaki içsel çatışmanın en hararetli safhasında ölen bir adamı peygamber ve aziz mertebesine çıkardılar. Evet, heyecan ve ilgi uyandırıyor, ama hayatı sırf kavgadan ibaret olan bir adamın heykelini dikemez, gelecek nesillere örnek gösteremezsiniz.”

Bu açıklamada açık bir haset görüyorum, hayatı boyunca daha iyi şartlarda yaşayan ve üreten bir Tolstoy, hayatı boyunca alacaklıların boğazına çöktüğü, parasızlıktan yazdığı isimsiz romanları satan, aile hayatında büyük travmalar yaşayan ki en büyüğü de en küçük çocuğu olan Alyoşa’yı genetik mirası sara hastalığından kaybeden Dostoyevski’nin tüm bu yaşananlardan sonra Tolstoy’a göre daha geniş yelpazede eserler üretmesi Tolstoy’a inceden dokunmuştur.

İkili arasındaki en belirgin fark şudur: Dostoyevski’nin romanlarında, Tolstoy romanlarında gördüğümüz mekan olgusunu, doğa betimlemelerini görmeyiz, görsek bile koca romanda 3-4 satır okuruz. Dostoyevski, romanlarında savaş alanı olarak insan ruhunu seçer ve deyim yerindeyse orada at koşturur. Tolstoy’un ise görsel gözlem yeteneği had safhadadır. Misal bir karıncanın yürürken çıkarttığı sesi siz duyamazsınız ama Tolstoy’un betimlemeleri ile romanı okuduğunuz zaman beyninizde karıncanın ayak sesleri yankılanır. Ursula K.Le Guin’in tanrıyazar olarak gördüğü Tolstoy’un duyu organlarının hassaslığını bize dil yoluyla geçirebilmesi büyülü bir gerçeklik değil de nedir?

Dostoyevski’nin Swedenborgcu tutumu, egzistansiyalizmin bayrağını taşıması, erdem ve ahlak kavramlarını tek potada eriterek bunların insan yaşamı için ne ifade ettiklerini araması birçok düşünürü, yazarı ve bilim insanını derinden etkilemiştir. Burada en önemli isim bana göre Sigmund Freud’dur. Psikanalizin babası olarak kabul görüyor olmasının en görülmez kahramanlarından biri de Dostoyevski’dir. Kendisinin sanat ve sanatçılar üzerine kitabında Dostoyevski ve Karamazov Kardeşler’e atıfları, Shakespeare ile kıyaslamasını dolayısıyla da ona olan hayranlığını, minnettarlığını okuyabilirsiniz. Freud, Karamazov Kardeşler’de yer alan büyük engizisyoncu bölümünün dünya edebiyat sahnesinde çıkılabilecek en üst seviye olduğunu yazar; ki ben de kesinlikle aynı düşüncedeyim. Din sömürüsünün en çıplak haliyle yazıldığı bu satırlarda kendini İsa olarak görüp şeytanı mat etmesini okumak herkesin tecrübe etmesi gereken bir deneyimdir. Ben özellikle bu kısım için herkesin Karamazov Kardeşler’i okumasını tavsiye ediyorum. Kusursuz bir hayat öğretisi.

Tolstoy bu kadar derinlikli bir yazar değil midir peki? Tabii ki öyledir ancak dediğim gibi birisi doğayı, insanları resmederken diğeri o resmedilenlere ruh veriyor. İkisinin işlevleri çok farklı.

İlla bir kıyas yapılacaksa Dostoyevski’yi Gogol ile kıyaslamak gerekiyor. Ben Rus edebiyatı macerasına Gogol ile başladım ve Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık.” sözünü tüm çıplaklığıyla hissettim. Aslında Gogol ile Dostoyevski’nin anlattıkları aynı şeyler. Ahlak ve etik ile iyi insan olma erdemi. Ölü Canlar ile Suç ve Ceza romanları bu konuda birbirlerine çok benzerler. Ancak ne hikmetse herkese Suç ve Ceza önerilir. Ölü Canlar ise kişinin özel zevkleri, merakı varsa ulaşabileceği bir konuma konulur. Halbuki eğer bir Rus klasikleri okuma sırası yapılacaksa ilk okunacak eser Ölü Canlar’dır. Gogol ile Dostoyevski arasında şöyle belirgin bir fark vardır. Suç ve Ceza’yı okuduğunuzda Dostoyevski sizi yargılamaz, tıpkı başınıza bir şey geldiğinde yargılanmayacağınızı bildiğiniz için gidip arkadaşınızla konuşmanız gibidir. Ölü Canlar’ı okuduğunuzda ise Gogol sizi feci bir şekilde yargılar, gene aynı örnekle gidersek başınıza bir şey geldiğinde gidip ebeveynlerinize anlattığınızda bin bir soruyla karşılaşırsınız. İşte aralarındaki en belirgin fark budur. Dostoyevski arkadaşınız Gogol ise ebeveyninizdir. En başta sorduğumuz soruya dönecek olursak da, Dostoyevski-Tolstoy kıyaslamasını yapmanın zaman kaybı olduğunu idrak ederek bu popülist yarışlardan sıyrılıp Rus edebiyatıyla haşır neşir olmak en doğru yaklaşım olacaktır.

Paylaş:
Default image
Volkan Arslan