Yabancı Romanı Üzerinden Varoluş Sancılarımızı Açıklamaya Dair Bir Çaba

Albert Camus fazlasıyla heyecan yaratan bir figür felsefe dünyası için. Belki de felsefe dünyası adına konuşmam uygun düşmeyecek ama beni heyecanlandırdığını rahatlıkla söyleyebilirim. Felsefeye dair derdini edebi dokunuşlarla anlatması benim başımı döndürüyor. Yabancı romanından aldığım haz ise beni üzerine bir şeyler söyleme zorunluluğu ile baş başa bıraktı. Varoluş sancılarımızın azdığı bu günlerde klavyem yettiğince birlikte düşünebilmemiz için çaba sarf edeceğim.

Yabancı romanını değerli kılan en önemli unsur bence dünyayı algılamamıza yardım etmesi. Romanların kurgusal metinler olması bize algılama süreçlerimiz esnasında geniş bir esneklik alanı tanır. Karakterlerin düşüncelerine, olaylara verdiği tepkilere katılmasak hatta karşı çıksak dahi rahatsızlık duymadan devam edebiliriz aynı heyecanla olay kurgusunu takip etmeye. İyi yazarlar okuyucuyu kışkırtmak için yer yer rahatsız eder, bu romanda da Camus bunu yapıyor ama rahatsızlıktan kastım en başta tahammül sınırlarını zorlamaktı. Camus acıyı anlamlandırmak için kabuk tutmuş yaraları kaşımayı sever. Yabancı’nın başarısı ise bir öğreti dayatmamasına rağmen okuyucuyu varoluşa dair zorunlu sorgulamalara itmesi.

İnsan, karşısına çıkanı anlamlandırma yetisine sahip olduğu için diğer canlılardan ayrılır. Ya da ayrılmaz, daha yazının başında ayrımcılık yapmaya gerek yok sebepsiz yere. Zaten yabancı kavramı üzerine konuşurken sık sık ayıracağız toplumca yabancı kabul edilmiş kişi temsilini. Benim söylemek istediğim ise insan sürekli bir anlamlandırma çabası içinde, büyük ölçüde de başarılı oluyor bu eylemi tamamlama konusunda. Doğru ya da yanlış, ama bir anlam yükleyebiliyor. Normalde felsefecilerin bizlerden ayrıldığı nokta doğru bir anlam yükleme öğretisi ile karşımıza çıkar. Felsefe yapıldığına dair ilk kayıtları incelediğimizde, Atina’nın arka sokaklarındaki kavgaların sebebinin “Doğru nedir?” veya “Güzel olana nasıl ulaşılır?” soruları olduğunu görürüz. Hep bir doğru, hep bir güzel arayışı. Albert Camus nasıl ayrılıyor; doğru bir anlam diretmiyor asla, hatta ve hatta yeni bir kavram ile tanıştırarak bizi her şey de anlamlı olmak zorunda değil diyor. Saçma kavramı: Saçma. Kaç cümledir bu kavrama varmaya çalışıyorum, tabi felsefeciler yıllarını veriyor çok da ajite etmemek gerek değil mi? Hayatta bazı şeyler vardır ki onları anlamlandırma çabası boşunadır, doğası gereği o absürt yani saçma olandır ve sadece öyle olması gerektiği için öyledir. Tabii Albert Camus, Yabancı romanında bir yekûn olarak absürt olanı başkahraman Meursault’nun (Ben Mörso diye okuyorum) yaşamına oturtmuş durumda. Ama daha önce de dediğim gibi, birebir kabul etmek zorunda olmamamız da bir roman okuyucusu olarak değerli. Zaten Camus de fikirlerine değil, akıl yürütme sürecine eşlik etmemizi istiyor sadece.

Toplumca “tanıdık” olarak kabul edilmiş belirli yargılar var. Aslında sorgulanmayan bir varolma kabulü bizi tanıdık kavramına itecekken yine romanda Camus’nün da altını çizmeye çalıştığı sorgulanmaya muhtaç bir varoluş süreci ile yabancı kavramına doğru ilerlememiz gerekir. Varoluşçuluk ile absürdizmin kesinlikle karıştırılmaması gerekiyor tabi. Hatta bunu söylemekten çekinmeyeceğim, absürt yaklaşım varoluşun yorumlanma şekillerinden sadece biri. Bir bütün halinde aykırı bir yaklaşım ki bu, ben tamamen katılmıyorum. Albert Bey’den rol çalmayacağım şimdi ama parmak basılan nokta kıymetli. Devam ediyoruz.

Mösyö Meursault, Cezayir’de yaşayan evrak işleriyle uğraşan Fransız bir memur. Bir kere etnik bir yabancılık var, genetik bir yabancılık var. Ben fiziksel dünyada da yaratılmış bu aykırılığı tesadüfi bulmuyorum. Aslında Camus de yarattığı karakter gibi Cezayir’de yaşayan bir Fransız. Bir Fransız ile bir Arap karşı karşıya geliyor kitapta, hatta dışsal çatışması bu hikayenin. Bunları belirterek ne anlatmak istediğimi size söyleyeyim, ufak bir farkındalıkla sizi rahatsız etmek istedim. Bence yazarın da yapmak istediği buydu.

Anlamlandıramayacağımız şeyler var. Albert Camus her davranışın mantıklı bir sebebe dayanacağı ısrarını kırmaya çalışıyor. Marie ile evlenme diyalogunda görüyoruz bunu, kabul etmeliyim ben bir açıklama aradım bu diyaloga. Sonra da fark ettim ki, hapishanede olmak ile dışarıda olmak arasında da pek bir fark olmadığını söyleyen bir karakter var ortada. Bakın bu bir kabullenme ya da boyun eğme değil, bu sadece anlamsız görme tavrı. Peki anlamlı olan ne? İzninizle bu yazıyı okuyan sevgili arkadaşım kitabın 73. sayfasından (Can Yayınları, Ocak 2017, 57. Baskı) bir paragraf sunmak istiyorum. Üzerine konuşalım.

Yemek saatlerinde aşçı yamağıyla beraber gelen başgardiyana sonunda kendimi sevdirmiştim. Bana kadınlardan bahseden önce o oldu. Ötekilerin de ilk olarak bundan şikayet ettiklerini söyledi. Aynı fikirde olduğumu, bu muameleyi haksız bulduğumu söyledim. ‘’Evet ama,’’ dedi, ‘’sizleri bunun için hapse atıyorlar.’’ ‘’Nasıl bunun için?’’ ‘’Ee, özgürlük dediğin işte budur. Özgürlüğünüzü elinizden alıyorlar.’’ Ben bunu hiç düşünmemiştim. Ona hak vererek, ‘’Doğru,’’ dedim, ‘’yoksa bu işin ceza tarafı nerede kalır?’’

Varoluşçu felsefenin temellendirilebilmesi için önemli olan unsurlardan biri özgürlüktür arkadaşlar. Herhangi bir şey değersiz hatta anlamsız bile kılınacaksa bunu kılan aykırı irade, özgür bir irade olmalı. Özgür olunmayan durumda, tutsaklık dışında sorgulanacak hiçbir şey bulamazsınız.

Hava çok sıcaktı ve Arap’ı öldürdüm diyor Meursault, o an öyle hissetmiş. Yazar üstüne basa basa her şeye bir anlam yüklemek yersiz diyor. Peki ya ölüm? İşte ölüm, yaşamı anlamlı kılan başlıca unsur. Ölüm varsa hayat anlamsızdır değil, bilhassa bu sebeple anlamlıdır. Kendi düşüncemi de araya yedirmiş oldum bu vesile ile. Sayın Camus bu konuda ne derdi’den çok nasıl bir tavır takındığı üzerinden küçük bir çıkarım yapmak isterim. Yaşadığımız sürece varoluşumuza eşlik edebiliriz ve kendisinin de ben henüz varoluşçu felsefe ile tanışmadan da sevdiğim bir sözü vardır bu konuda: “Kendimi mi öldürsem yoksa bir fincan kahve mi içsem?”. Ölümün sıradanlığı vurgulanıyor değil mi burada, evet gayet vurgulanıyor. Ama esas anlamlandırma burada saklı, ölüm varken diğer tüm seçenekler anlamlı. Neyse, kitaba dönelim.

Kahramanımız Mösyö Meursault, bir Arap’ı öldürdüğü için yargı karşısına çıkıyor. Ancak devamında görüyoruz ki verilen cezanın sebebi bu değil. Meursault’un toplumun değerlerine yabancı olduğu sonucuna varıyorlar ve idama mahkum ediyorlar. Savcı, hikayede aslında halkı temsil ediyor. Sosyal düzlemde ölüme mahkum edilmiş bir çok insan yabancı olarak tanımlandığı için toplum dışına itiliyor, sosyal anlamda ölüme mahkum ediliyor. Meursault’nun avukatı kitabın 88. sayfasında sorar: ‘’Efendim, bilmek istediğim şu: Müvekkilim annesi gömüldüğü için mi, yoksa bir adamı öldürdüğü için mi yargılanmaktadır?’’ diye. Ve açıkça annesinin ölümüne toplumun karar verdiği şekilde üzülmediği için ölümü hak ettiği cevabını alır. Raymond riyakarlığı, Salomon kokuşmuşluğu, Marie sığ alışkanlıkları temsil ediyor benim okumama göre kitapta. Yani sayfalarca derinleşmeye müsait bir eser kesinlikle. Ama toplum yargılarının bizi ölüme itiyor olması gerçeği, bireyin özgürlüğünü ve hatta yaşamını elinden alacak kadar cüretkar olması üzerine esas düşünülmesi gereken yer.

Ölüm çok güçlü bir gerçek ve hayatın bu gerçek ile anlam kazandığını söylemek istiyorum. Albert Camus’nün kitaba nasıl başlayıp nasıl bitirdiğini hatırlatıp yazımı da sonlandırmak isterim. “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” cümlesi ile başlıyor kitap. Meuesault’nun bu tepkisini, ya da tepkisizliğini, ölüme karşı bir kayıtsızlık hali olarak algılamamalıyız. Basbayağı olan biten her şeye yani hayata karşı bir kayıtsızlık hali bu. Kendisini mahkum edeceğini bile bile bu kayıtsızlığını sürdüren kahramanımız finalde idama mahkum edilir. Aslında burada takdir okuyucuya bırakılıyor gibi gözükse de yargılama esnasında idam kararı belli edilmiştir. Tam da idamından birkaç gün önce annesinin ölümüne ilk defa hisler yeşerten Meursault’ye ait son sayfadaki şu cümleler bence söylemek istediğimi size doğru bir şekilde sunacaktır: “Ölüme o kadar yakınken annem, orada kendini her şeyden azade ve her şeyi yeniden yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı.”

Ölümle anlamlı kılındığı iddiasının peşine takılmak istiyorum biraz hayatın. İddianın peşine de belki en çok yakışacak ifadeler değerli bir dostumun bana hatırlattığı Oruç Aruoba şiirine dizilmiş dizelerdedir. Şair De Ki İşte kitabında şöyle diyor:

İşte – ölüm taç giydirir…

Ölüm yaşama katkıda bulunur –
onun doruk noktasını oluşturarak:
yoksa yaşam, kendi işleyişiyle
sürüp gitseydi, her şey
yozlaşırdı.

Varoluşumuz sorgulanmaya değer, bir anlam yüklemeyecek olsak bile…

Paylaş:
Default image
Sakis Arsenoglou