Salgın ve Karantina Sürecine Sosyolojik Açıdan Bakmak

İçinde bulunduğumuz süreç, alıştığımız veya daha önceden tanışıklığımız olan zamanlardan çok daha farklı. Dünyanın hızla değişip dönüştüğü ve bu minvalde geliştiğine dair düşüncelerimizin yanına yer yer soru işaretleri koyar olduk. Salgın, doğrudan insan sağlığı ile etkili olan bir durum olsa da, toplumsal yaşamın bütün alanlarında kendini gösterir. Sosyal, psikolojik, siyasi, ekonomik, kültürel ve uluslararası ilişkiler bağlamında bir etkisi vardır. Salgına ve karantina sürecine sosyolojik açıdan bakmak ve bu şekilde sorularımızı yöneltmek ön görülü olabilmek adına faydalı olacaktır.

Herkesin ağzında “Bundan sonra her şey farklı olacak, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” söylemleri dolaşmakta. Ancak, “Neler farklı olacak, neler eskisi gibi olmayıp yerini yeni olgulara bırakacak?” sorusunu sorduğumuzda cevap bulabilmek veya cevabı hemen söyleyebilmek biraz güç. Bahsedilen bu değişimler kalıcı değişimler mi olacak, yoksa geçici bir değişme olgusundan mı bahsediyoruz?

Toplumsal değişme denilince, Kongar’ın toplumsal değişme tanımına değinmekte fayda var: Ona göre toplumsal değişme kavramının altında toplumu, insan toplumlarının tümünü biçimlendiren iki temel ilişki ya da daha doğru bir deyişle iki temel çelişki yatmaktadır. Birinci temel çelişki insan-doğa çelişkisidir. Bunun sonunda ortaya insan-insan çelişkisi çıkar. Doğa insanı yaratmıştır. İnsan ise yaratıldığı andan başlayarak, doğayı denetimi altına almaya, ona egemen olmaya çabalar. İnsan-insan çelişkisi hemen bu noktada başlar (Kongar, 2002). Dünyada yaşanan büyük çaplı değişim ve dönüşümlere veya insanlık tarihinin kırılma noktalarına bakıldığında beraberinde gelen bir dalgalanma hali ve toplumsal değişim olgusuyla karşılaşılır. Covid-19’un günümüzde böyle bir kırılma etkisi yaratıp yaratmayacağını belli bir zaman sonra görmeye başlayacağız. Sosyolojik perspektiften baktığımızda yaşananlar ve yaşanacak olanlar şeklinde bir değerlendirme yapmak faydalı olacaktır.

Aslında bakıldığında değişim beklentisinin kendisi bile beraberinde bir değişimi getirir. Dolayısıyla bu noktada doğru tahmin yapmanın önemi kendini gösterir. Günümüzden bir yıl öncesini düşündüğümüzde, o zamanlarda bize böyle bir salgının yaşanacağı söylenseydi muhtemelen tam anlamıyla inanmaz ve her zamanki odak noktalarımıza geri dönerdik. Endüstri 4.0’dan Toplum 5.0’a, göç konularından tutun siyasi ve ideolojik adımlara kadar hayat aynı şekilde akmaya devam ederdi. Çünkü bu konular, günümüz dünyası için olmazsa olmaz konulardır. Peki, şimdi nereye gittiler? Aslında hepsi yerli yerinde duruyor, sadece odak noktamız şu günlerde yerini salgına bıraktı. Bu yüzdendir ki salgın sürecinde ön görüde bulunurken bu başlıkları ve kavramları göz önünde tutmak gerekecektir.

Salgından önceki yaşantımıza baktığımızda, gündelik hayatımızda bir koşuşturma söz konusuydu. Salgın, hayatımızın olmazsa olmazlarının vazgeçilmez olmadığını gösterdi. Arkadaş buluşmaları, dışarıda kalabalık ortamda sosyalleşme süreçleri, dışarıdan yeme-içme kültürü vb. faktörleri bireylerin hayatlarından bir çırpıda uzaklaştırmış oldu. Evler genelde hafta içleri uyuma yeri, hafta sonları ise kimi zaman dinlenme mekânlarıyken; artık uzun süre çıkmadan bireylerin kendilerini koruma altına aldığı mekânlara dönüştü. Üstelik bu durum da uzun denilemeyecek bir sürede içselleştirilip yeni hayatlara uyum sağlandı. Kişiler yeni hobiler edinmenin yanı sıra, dışarıdan beslenmeden evde kendi ekmeğini ve yemeğini yapmaya başladı. Makineleşmiş bireyler olarak, kendi iç disipliniyle evden işlerini halledip kendilerine zaman ayırmak kişilerin hoşuna giden bir durum oldu. Ancak oluşan bu dinlenme hissi yerini ne zaman sıkılmışlık ve bunalma hissine bırakır, bu durum zamanla görülecektir. Çünkü insan dediğimiz varlık, sosyal bir varlıktır. Evden işler yürütülüyor olsa bile, dışarısı insanlar için sosyalleşme alanlarıdır. Bir noktadan sonra bu durum, psiko-sosyal açıdan bireylerde sorunlara yol açacaktır. Özellikle her akşam televizyon veya herhangi bir kitle iletişim aracı vasıtasıyla dünyada kaç kişinin öldüğüne odaklanmak kişilerin ruh sağlığını olumsuz derecede etkiler.

Salgın sürecine baktığımızda “gizleme” durumuyla da karşı karşıya kalırız. Gizleme veya gizlenme durumu düşünüldüğünde, Goffman’ın damgalama teorisi akla gelecektir. İnsanlar, toplum tarafından damgalanmayı veya ötekileştirilmeyi istemez. Salgın sürecinde Covid-19’a yakalandığını öğrenen kişinin hastaneden kaçmaya çalıştığını haberlerde gördük ya da hastalığa yakalanan kişilerin hastalıklarını saklayan bir tutum içerisine girdiklerini biliyoruz. Bu bireyler toplum tarafından ötekileştirilmek istenmeyen ve bu zamana kadar sahip olduğu sosyal statülerini aynı şekilde devam ettirme eğilimi gösteren bireylerdir. Goffman’a göre toplum, damgalı kişiye bazı açılardan farklı olduğunu ve bu farklılığı reddetmenin anlamlı olmayacağını söyler. Zira, hasta olan kişileri damgalamamak gerekir. Hastalığa yakalanan kişilerin, salgından önceki sosyal hayatlarında var olan yerlerini korumak gerekir. Bireysel açıdan damgalanmayı bu şekilde açıklayabiliriz, bir de topluluklara damgalama eğilimi içerisine girildiğini söylemek mümkün. Göç ile ülke sınırlarına gelen yabancı topluluklara da hastalığı atfetme eğilimine girildiğini görüyoruz. Bu süreçte ülkelerin kendi içlerine kapanmaya başladığı söylenebilir. Salgın sonrası ise daha homojen toplulukların oluşabileceğini dile getirebiliriz. Bu süreç içerisindeki “Biz bize yeteriz.” minvalindeki sloganlarda “biz” kavramına kimlerin dahil olduğu da önemli bir değerlendirme olacaktır.

Uluslararası boyutta veya ülke sınırları içindeki ekonomik kırılmalar da çeşitli sorunlara neden olacaktır. Özellikle aile, din kurumlarında birlikte bu sorunların yansımasını sosyal ilişkilerde de görmek olasıdır. Sorunlu evliliklerin kimisi bu süreçte belki çözülebilir. Çünkü bireyler hiç olmadığı kadar baş başa kalacaktır, doğru iletişim kurma ile sorunların çözümü olacağı gibi tam tersi bir durum da gözlenebilir. Özellikle sosyal ilişkilerimizde veya ev içindeki rollerimiz salgın sürecinde ve sonrasında değişim ve dönüşümlere uğrayabilir. Eski zamanlar göz önüne getirildiğinde kuşkusuz aile bağlarının güçlü oluşu ve insanlar arasındaki dayanışmanın da yüksek olduğu aklımıza gelir. Zamanla teknolojik gelişmelerin yaşanması hayatın her alanını kolaylaştıran çözümler getirse de, bireyler gitgide kendine ve çevresine yabancılaşmış, aile için bağları zayıflamıştır. Özellikle salgın sürecinde, görüntülü konuşmaların artmasıyla birlikte kişilerin yakınlarıyla iletişime geçmesi hem kolay hem de tatmin edici bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Süreç içinde iletişimin bu süreçte gerçekleşmesi oldukça normaldir fakat süreç sonrasında bireyler aile veya ikili ilişkilerindeki iletişimini yeniden eskisi gibi mi devam ettirir yoksa bu alışkanlığın izleri görülmeye devam mı edilir, bu durum tartışma konusudur. Aslında durum sadece iletişim bağlamında da değildir, bireyler bu süreçte kendi kendilerine yetebildiklerini de keşfetmiş oldular. Evde saç kesme, ibadetlerin -zorunlu olarak- cemaat halinde değil de bireysel olarak gerçekleştirilmesi, yeni hobiler edinme veya evde düzenli olarak hem işine hem de sporuna devam edebilme durumları aslında bireylerin dışarıdaki hayatlarında ihtiyaç duydukları kurumların kendi evlerinde oluşturabildiğini göstermektedir. Hal böyle olunca, salgın sonrasındaki toplumsal yaşam bireyi daha yüceltebilmekle birlikte daha da yalnızlaşmaya itebilir.

Bozkurt’un sosyal medya üzerinden yaptığı, lisans ve lisans üstü kişilere yönettiği çalışmanın1 orta sınıf bağlamında yapıldığını düşünüp analizlerine bakacak olursak; güven odaklı birtakım sorularla karşılaşıyoruz. Türkiye’deki insanların birbirine karşı güven tutumunun oldukça düşük olduğu görülüyor. (Şekil 1) Fakat güven olgusu, eğitim ve yaş bağlamında değerlendirildiğinde bizlere farklı sonuçlar gösteriyor. (Şekil 2 ve Şekil 3)

Şekil 1 İnsanlığın Çoğunluğu Güvenilir Midir?

Şekil 2 Eğitim ve Güven İlişkisi

Şekil 3 Yaş ve Güven İlişkisi

Bir toplumu inşa eden şey güvendir. Türkiye’deki güvensizliğin somut halini ilk sokağa çıkma yasağının getirilmesiyle birlikte ardından yaşananlarda görmüş olduk. Bu örnek, güvensizliğin en kristalleşmiş hali denilebilir. Tıpkı Weber’in ideal tiplerini düşündüğümüzde güvensiz toplum bağlamında verilebilecek ideal bir örnek olacaktır. Salgın süresince güven kavramına başka olgularla odaklanıldığında ise bilime ve devlete güvenin arttığı da verilere bakılarak söylenebilir. Güvenin en çok arttığı kişiler ise uzmanlar ve doktorlar olmuştur. (Şekil 4).

Şekil 4 Uzmanlara ve Doktorlara Güven Dağılımı

Toplumsal yapıyı salgın süresince düşüyorsak eğer, dini kurumlar, aile kurumu gibi birleştirici rol üstlenen kurumlara karşı duruş da önemli derecede rol oynamaktadır. Yine aynı çalışmada insanların %51’inin dini bağımlığının arttığı, %32’sinin ise değişmediği görülmüştür. Psiko-sosyal açıdan bakıldığında ise, kişilerin %65’inde huzursuzluk artmış, %37’si sinirli ve öfkeli bireylere dönüşmüş (özellikle bu durum aile içi çatışmalara yol açabilen bir faktör.), %13’ünde kontrol duygusu kaybı görülmüşken, %41’i ise virüs kapmaktan korkar bir hale gelmiştir. Psiko-sosyal açıdan değinilebilecek en önemli çıkarımlardan birisi ise, katılımcıların %67’sinin en çok sevdiklerini kaybetmekten korktuğu görülüyor (Şekil 5).

Şekil 5 Kişilerdeki Sevdiklerini Kaybetme Korkusu

Verimlilik konusuna bu çalışmayla birlikte yeniden değinecek olursak, iç disiplini yüksek kişiler salgın sürecinde evde kalarak verimliliğin arttığını dile getirmişlerdir. Ancak çalışmanın yapıldığı kişilerin büyük çoğunluğunda verimliliğin düştüğü görülmektedir. Özellikle bu durum hanedeki kişi sayısıyla ilişkilendirildiğinde, kişi sayısının artmasıyla verimliliğin düşmesi arasında anlamlı bir korelasyon görülmektedir (Şekil 6). Ayrıca, kişilerin sosyal sermayesi ne kadar güçlüyse, salgın sürecinde bir o kadar daha rahattırlar. Sosyal sermaye demişken, Bourdieu’nun sosyal sermaye kavramına değinmekte fayda vardır. Bourdieu’ya göre, sosyal ağlar aracılığıyla kazanılan insan kaynakları, yani arkadaşlar ve iş arkadaşlarıdır. Bu ilişkiler karşılıklı yükümlülük ve güven hissi verir, güç ve nüfuz kazandırır (Atkinson, 2015). Böylelikle kişilerin sosyal sermayesinin salgın sürecinde iyileştirici bir yanı olduğu söylenebilir.

Şekil 6 Hanedeki Kişi Sayısı ve Verimlilik

Verimlilik konusuna son olarak cinsiyet açısından değerlendirecek olursak, evde çalışmayı devam ettiren kadınların, erkeklere oranla verimliliğinin daha çok düştüğünü söylemek mümkün (Şekil 7). Kadına dayatılan ev içi toplumsal rollerin beklentisi ve iş içindeki rollerin beklentisi aynı mekânda bir araya geldiğinde, kadınların verimliliği düşmektedir. Böylelikle çalışan kadının salgın sürecinde yükünün daha çok arttığını söyleyebiliriz.

Şekil 7 Cinsiyet Bağlamında Verimlilik

Bozkurt’un çalışmasının salgın sonrasında da epey ses getireceğini ve pekiştirileceğini söylemek mümkün. Küreselleşme kavramıyla birlikte salgının toplumdaki risk ve korku halini düşündüğümüzde akla Beck’in risk toplumu kavramı gelecektir. Beck risk toplumunu küreselleşmenin bir getirisi olarak görür. Salgın sürecini tüketim kültürü ve sınıfsal bağlamla da ele almak oldukça faydalı olacaktır. Ergur ve Bağrıaçık’ın sosyal medyada gerçekleştirmiş olduğu söyleşide2, Ergur salgının ilk kez küresel bir hale geldiğini dile getirmiş ve bu durumun nedenlerini üç şekilde ifade etmiştir:

  1. Yayılma hızı.
  2. Enformasyonun yayılma şekli.
  3. Ekonomik olarak her şeyin iç içe olması.

Bu nedenlerle Covid-19 salgını, önceki salgınlardan kendini ayırmaktadır. Bahsedilen maddelere bakıldığında odak nokta olarak küreselliğin kırılganlığını da görmek mümkün. Küreselleşmenin olumlu sonuçlarını gündelik hayatımızda, iş veya okul süreçlerindeki etkisinde gördük. Ancak, olumsuz sonuçlarını da bu salgın ile birlikte yaşıyor hale geldik. Dolayısıyla küreselleşme Ergur’a göre, hem katalizör hem de turnusol kağıdı görevi görmektedir.

Küreselleşme denilince aklımıza gelecek ilk olgulardan birisi de kuşkusuz, tüketim kültürü olacaktır. Özellikle son yüz yıldır insanların kendini anlamlandırma, kendine statü atfetme ve en önemlisi kimliklerini tanımlama biçimi tüketim kültürü sayesinde gerçekleşmektedir. Tabii ki akabinde sınıflaşma durumu da akla gelecektir. Salgın sürecinde zengin kişilerin kendilerine ada alması, tatillerin özelleştirilmesi, bulunan aşıların öncelikle Afrikalı insanlar üzerinde denenmesi fikri gibi tutumlar aslında var olan eşitsizlikleri yine mutlak bir şekilde yeniden inşa etmektedir. Fakat pandeminin bir başka getirisi olarak da, eşitlik ve eşitsizlik kavramlarının muğlaklaştığını da görebiliyoruz. Örnek olarak3, 104 yaşındaki üst sınıfa mensup olmayan İspanyol bir kadının çocukluğunda İspanyol gribini, şimdi ise Covid-19’u yenmesi aslında hastalığın zenginlik veya üretim araçlarına sahip olmaya bakmadığını gösterirken; bunu yanında üst sınıflarda bulunan nice insan da bu hastalığa yakalanıp hayatlarını kaybedebilmektedir.

Karantina sürecine psiko-sosyal açıdan bakmaya devam edecek olursak, pandemi ile birlikte evlerine kapanan insanların dizi/film izlemeye veya kitap okumaya daha çok zaman ayırdıklarını söylemek mümkün. Popüler kültür algısıyla birlikte hemen hemen herkesin aynı şeyleri izlediği veya okuduğu düşünülürse bu süreçte komplo teorilerine ilişkin içerikler de oldukça ilgi çekmektedir. İnsan, var olduğundan bu yana anlamak ve yaşamı anlamlandırmak ister. Komplo teorileri, var olan karmaşıklığı açıklamanın bir yoludur. Doğru yönleri vardır, gerçek komploları saklar ama hayatın komplolar ile yürümediği de aşikârdır. Aslında var olan durumları anlatıyor “muş gibi” yapar. Böylelikle komplo teorilerinin Adorno’nun sahte bilimsel söylemini aklımıza getirdiğine de değinebiliriz. Kurgu komplo kitapları ve filmler tam da bu söyleme örnek olabilecek niteliktedir.

Sonuç

Toparlayacak olursak; Covid-19 salgını sadece sağlık anlamında bireyleri etkilemez. Bireyler toplumların bir parçası olduğu gibi, salgın da sağlık sosyolojisinin bir olgusudur. Üstelik sadece sağlık sosyolojisiyle de kalmaz, psikoloji, siyaset, uluslararası ilişkiler gibi çeşitli sosyal bilimleri de ilgilendiren bir süreçtir. Dolayısıyla salgını düşündüğümüzde, “Her şey çok farklı olacak ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” tümcesini söylerken, bir yandan da bu söylemin altını sosyal bilimlerle zenginleştirmek gereklidir.

Pandeminin insan ilişkilerini etkileyeceği oldukça açık ve net bir durumdur. Fakat bu etkileşimin iyi veya kötü olacağı bakış açısına göre değişecektir. Dayanışma ve sosyal ilişkilere yapısal-işlevci şekilde önem veren bir düşünce tarzına göre salgın, insan ilişkilerini oldukça olumsuz etkileyecek ve bu dönüşümün kötü bir şekilde olacağını söyler. Ancak, teknolojik gelişme ve küreselleşme olgusuna olumlu bir şekilde yaklaşan düşünce ise, insan ilişkilerinde yeni bir evrenin başlayacağını heyecanlı bir şekilde beklemektedir.

Konuyla ilgili kişisel fikrimi savunacak olursam; insan, sosyal bir varlıktır ve endüstrileşmeyle birlikte başlayan bireyselleşme, kişileri çevresine ve kendisine yabancılaştırmıştır. Küreselleşme ve kapitalizmin tüketme olgusuyla birlikte kişiler, kendileri daha da yalnızlaştırıp kimlik problemi yaşamaya başlamıştır. Günümüz dünyasında teknolojinin gelişmesiyle -özellikle sosyal medya kullanımı ile birlikte- kişilerin kendilerine ait olmayan çeşitli kimlikler ve yapay statüler atfetmesi bireyi sosyal anlamda doğası gereği sağlıksız bir iletişim çeşitlerine ittiği görülüyor. Salgın ile birlikte artan yalnızlık ve bireyin tüm ihtiyaçlarını kendisinin halledebildiğini görmesi, üstelik sosyal ilişkilerini ve iş bağlamındaki sorumluluklarını teknolojiyle tamamlıyor olması yeni bir insan tanımlamasını gerektirecektir. Bireyler, kendi bedeninin içinde, dört duvar arasında; üstelik gündemden hiç de uzak kalmayarak ve iletişim açısından da sayılamayacak kadar çok iletişime geçebilecek insana ulaşabilme yetisiyle kendince hayatını devam ettirebildiğinin farkına varmışlardır. Hal böyle olunca, salgından sonra yeni insan ilişkileri oluşacağı gibi, yepyeni birey tanımlamaları ve çeşitli meslek gruplarıyla karşılaşacağımız aşikardır. Bu değişim ve dönüşüm beklentisi sosyal bir varlık olan insan için, somut bir sosyal yaşam anlayışından, soyut bir sosyalliğe doğru geçişi görmemiz mümkündür. Bu soyutluk da kişinin sosyal ihtiyaçlarını -doğası gereği- tam anlamıyla gidermeyeceği için olumsuz bir etkide bulunacaktır.

Görsel: Robert Neubecker

  • Atkinson, S. (Ed.). (2015). Sosyoloji Kitabı. İstanbul: Alfa.
  • Bozkurt, V. (2020). Covid 19 ve komplo teorileri: Kimler komplo teorilerine inanıyor?

Erişim Adresi:https://fikirturu.com/2020/04/21/covid-19-ve-komplo-teorileri-kimler-komplo-teorilerine-inaniyor/

  • Kongar, E. (1979). Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği. İstanbul: Bilgi.
  • Öz, İ., Özmen M. (Ed.) (2020). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Sağlık Sosyolojisi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayını.

1 Bahsedilen çalışma:

https://docs.google.com/forms/d/1QNNph1zsxRlOAfD_vmApUkWPEtl59pD_E47qy8oqbM4/viewform?fbclid=IwAR0GROBYpms-JJWx7L-lsUyU8JRkkWwm8eCN8GpMhcVnhIzOm39qYdqJGRU&edit_requested=true (Erişim Tarihi: Nisan, 2020).

2 Bahsedilen söyleşi:

https://www.youtube.com/watch?v=lsoNUmQIpJc (Erişim Tarihi: Nisan, 2020).

3 İlgili haber:

https://www.cnnturk.com/video/dunya/104-yasinda-virusu-yendi (Erişim Tarihi: 20 Nisan 2020).

Paylaş:
Default image
Zeynep Gizem Eskici
Ege Üniversitesi - Sosyoloji M.A.