Saat 10.00.
Söndürdüğüm sigaram ısrarla yanmaya devam ediyor. “Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına / Bir cigara atmışsak denize / Sabaha kadar yandı durdu” diyor Süreya. Bu şehirde deniz yok ama yanmaya devam eden bir şeyler var. Havasından mıdır suyundan mı bilmiyorum. Yoksa şehrin üstüne alelade bir örtü gibi aldığı griliğinin arkasında yatan bir hüzün mü var? Kulağımda nereden geldiğini bilemediğim bir gürültü… Birazdan burası mahşere dönecek.
Saat 10.01.
Garın içine giriyorum gürültüden kaçayım diye. Gar… Bazı insanların, bazı diğer insanlara kavuşması için inşa edilmiş bir bina. Bu kavuşma binalarını bağlayan trenlerin kimisi camekanın arkasında bekleşiyor, kimisi yollarda. Hoş, bazı trenler bir kavuşma binasını terk etse de diğerine ulaşamıyor. Bazı trenler Çorlu’da kalıyor. Politik sebeplerle… Yavaş yavaş birtakım sloganlar, sloganların ardından kendine yırtacak bir yer bulup kulağıma ulaşmışçasına bazı çığlıklar beliriyor. Yerini yurdunu anlamlandıramadığım bu çığlıkları garın bekleme salonunda büyüklü küçüklü bekleyen insanların yüzlerinde, gözlerinde arıyorum. Kimi bir çocuğu avutuyor kucağında, kiminin gözü gar saatinde. Birazdan bu kavuşma binası, bazı çözülmez özlemler doğuracak.
Saat 10.02.
Ne diyordu Nâzım, “anlatılması öyle zor (yahut öyle kolay) bir şey vardır ki rüzgarında / bağrışılmaz, koşuşulmaz, yüksek sesle gülüşülmez Ankara Garı’nda.”, sahi neden bağrışılmıyor, neden gülüşülmüyor? Saygıdandır, mezar yerine girilirken sessizliğe bürünür insanlar. Ama işte anlatılması öyle zor bir şey bu, nasıl bağdaştıracaksın? Üstelik neyle bağdaştıracaksın? 19 Mayıs’la Gençlik Parkı’nın arasında uzanan bir cadde var ya, işte o caddeden geliyor kalabalık bir güvercin sürüsü. Talatpaşa Bulvarı üzerinden geliyorlar Resim Heykel yokuşunu sırtlanıp. Ve Kültür Merkezi tarafından, dört bir yandan geliyorlar. Kalp atışlarım hızlanıyor, meydanın tam orta yerine bir anıt gibi dikiliyorum. Meydanın iki ucunda iki araç gözüme çarpıyor. Bakınırken gözüme bir çocuk ilişiyor, gözlerini öyle güzel açmış ki. Ne bir eksik ne bir fazla, 9 yaşında olmalı. Çocuk şaşkın ve ürkek. Birazdan gökyüzü kızıla boyanacak.
Saat 10.03.
Zaman nasıl da garip işliyor. Bak fark ettin mi nasıl açıldı dakikaların arası, nasıl uzadı her bir dakika gittikçe? Elimde kalan bir dakikada bütün bu meydanı kucaklayıp götürmek isterdim. Nereye? Belki daha güvenli bir yer. Daha güvenli bir yer var mı diye soramıyorum kendime cevabın korkutuculuğundan utanarak. Her birimiz, çıkar siyasetinin dişlileri dönsün diye feda edilebilecek basit parçalarız. Bir makinenin içinde yaşıyoruz ve bu makinenin işlemesi için kanla yağlanması gerek. Bu uğurda yiten 103 insan ömrünün lafı edilmemeli. Ölmeye direnenler olursa özenle coplanmalı, üzerlerine gaz fişekleri atılmalı. Hatta, hiçbirinizin aklına bile gelmemiştir muhakkak, ama o makinenin görevlilerinin, hadi isimlerine kamu görevlileri diyelim, hiçbiri yargılanmamalı. Ölümlere göz yummak ne zamandır suç oldu? Üstelik biliyor musunuz, makinemizin dişlilerini akışkan tutan bu 103 insanı bir anıtla bile anmayalım. Onlar kimliği önemsiz küçük kuru yapraklardı, bir Ankara ekiminde savruldular. Unutmadan, 42 bin kişi toplandığımız etkinliklerde bizi 10 Ekim Ankara Katliamı’nı anmak zorunda bırakırlarsa, bu zorbalığa öfkemizi kusalım. En iyisini makinemizin sahibi bilir. İşte elimde kalan son saniyeler… Şimdi garın önünde bir ülkenin yok edilmişliği var. Bu meydan sadece Ankara Garı değil. Acılarımız iç içe geçmiş, matruşkalar gibi. Kanamaya en içeriden başlamışız. Bu meydan kanlı meydan!
Saat 10.04
Görsel: https://www.evrensel.net/haber/398797/barisin-tohumlari-mabet-agaclarinda-filizlenecek