Kültürel Hegemonyayı Kentlerden Okumak

Rivayet olunur ki bir zamanlar sokakların, semtlerin, şehirlerin, kendilerine bir ruh katan estetik bir dokusu varmış. Yine aynı rivayete göre bu durum, ilk yerleşimin M.Ö. 7. yüzyılda kurulduğu, pek çok farklı medeniyete tanıklık etmiş İstanbul’da da geçerliliğini yüzyıllar boyunca korumuş. Bugün ise bir İstanbul sokağında yürürken, estetik yaklaşımdan yoksun şekilde inşa edilmiş cam yüzeyli ve çok katlı bir binaya yansıyan, birkaç yüzyıl öncesinden kalma bir zevkin ürünü binanın bize anlatmak istediği bir şey var ve bunu bir müteahhitin inşaatçılık anlayışından daha geniş bir perspektifte ele almak gerekiyor. Nitekim şehrin mimarisindeki bu çirkinleşme esasında daha büyük bir çirkinleşme sürecinin bir parçası. Bu çirkinleşme sürecini bütünüyle ele almak için de kültürel hegemonya kavramına eğilmek gerekiyor.

Gramsci, yönetenlerin yönetilenler üzerinde mutlak bir hakimiyet kurması için kültürel bir hegemonyanın gerekliliğini vurgular[1]. Zira kültür denen kavram, o kültüre aşina insanların davranışları, yaşayışları ve anlayışlarının bütünüdür ve o toplumun dünya görüşünü yansıtır. Keucheyan da benzer şekilde bir siyaset inşa edebilmek için o siyasetin sırtını dayadığı bir dünya görüşü ve bu dünya görüşünü yansıtan bir söz dağarcığı üretebilmenin şart olduğunu söyler[2]. Dolayısıyla bu, bizi basit bir eşitlik denklemiyle baş başa bırakır: Topluma egemen olmak, kültüre egemen olmaktan geçmektedir. Burada akla ilk gelen geçerli yöntem, yönetenlerin yönetilenlerin dünya görüşüne uyum sağlaması olarak görünse de bu asla tam bir mutlakiyet sağlamaz, zira burada bir boyun eğdirme söz konusu değildir, güçlü olan tarafın kim olduğunu belli etmez. Dolayısıyla bütün iktidar unsurları otoritelerinde meydana gelebilecek olası çatlakları önlemek için toplumlarına kendi kültür seviyelerini ve anlayışlarını empoze etmek isterler. Bu, ortak bir dil, ortak bir anlayış ve ortak bir algı oluşturmak demektir. Pareto’nun da üzerinde durduğu gibi, kültürel hegemonya kurma şekilleri özellikle iktidar anlayışlarında radikal değişiklikler görüldüğü zamanlarda kalıcı bir iktidar kurmak için oldukça fazla önem kazanmaktadır[3]. Günlük yaşama doğrudan etki edecek bu radikal değişimi normalleştirmenin yolu, değişimi aynı doğrultuda kültürel hayata da yerleştirmektir. Buna en yakın örneği Osmanlı Devleti’nin ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında görebiliriz. Nitekim o yıllarda yüzünü Batı’ya dönen yeni devlet, kültür inşasını da bu yönde yapmak ve Batı kültürünü yüceltmek adına onun müziğiyle balolar, eğlence geceleri düzenlemiş, yeni cumhuriyetin binalarını o kültürün mimarlarına yaptırmıştır[4].

Bu örnekte gördüğümüz gibi yeni bir kültür inşasının önemli bir parçası yeni bir sanat anlayışının inşasıdır. Sanat, toplumların içinde yaşadığı gerçekliği yeniden yorumlayarak yansıtan bir aynadır. Pek çok farklı aracı olan sanat, bu yansıtma görevini kimi zaman bir filmde metaforlarla, kimi zaman ütopik bir romanla yapar. Sonuç olarak gerçekliğin daima bir parçası olan sanat, bu özelliğinden dolayı kültürü şekillendiren ve yönlendiren en önemli değişkenlerdendir. Bu sebeple yönetenlerin kültürel hegemonya kurmak için başvurdukları önemli bir yöntem, sanatsal üretimi kontrol altına almak ve onu kendi istedikleri forma sokmaktır. Bunun yolu da şüphesiz sanat üretimini şekillendiren estetik anlayışı yeniden oluşturmaktan geçer.

İşte şehrin dokusuna ve ruhuna yüzyıl öncesinden katkı sunan, dönemin sanat anlayışını yansıtan bir binanın karşısına dikilmiş cam cepheli binanın gördüğü işlevi böyle değerlendirmek gerekiyor. On yıllardır semtlerin ve kentlerin ruhlarını yansıtan yapılar bilinçli olarak korunmuyor, çürümeye bırakılıyor ve çürüdüklerinde de yerine estetik ruhtan yoksun barınaklar inşa ediliyor. Ahmet Ümit’e göre İstanbul sokaklarında sıklıkla karşılaşabileceğimiz bu durum insanları çirkinliğe duyarsız hale getiriyor ve onun yaşamasını temel ihtiyaçlar düzeyine çekerek hayattan aldığı zevki en aza indiriyor[5]. Ümit, bu durumu bir cinayete eşdeğer tuttuğunu da belirtiyor.

Peki şehrin dokusunun bilinçli olarak yok edilmesini tam olarak hangi noktasından kültürel hegemonyaya bağlamak gerekiyor? Bu soruya İstanbul özelinde iki noktadan yaklaşmak mümkün. İlki, daha kapsayıcı bir anlamda, halkın estetik bilincinin planlı şekilde köreltilişi. Eğer yeni bir sanat anlayışı dayatmak istiyorsanız, dayatmayı uygulamaya çalıştığınız topluluğun bunu benimseyecek estetik anlayışa sahip olması lazım. Estetik bilinci yüksek bir insanın beğenileriyse halihazırda şekillenmiş olduğu için, yeni bir anlayışı zorla beğendirmek çok da kolay değil. Ancak estetik bilincini körelttiğiniz ve estetik mefhumundan aşama aşama uzaklaştırdığınız birey, dayattığınız “yeni”yi kolaylıkla benimseyebilir. Zira ona “estetik” penceresinden bakmaz. Değinmemiz gereken ikinci nokta ise İstanbul’un kendine özgü yapısından geliyor. Tarihi boyunca pek çok komünitenin evi olmuş İstanbul’da, bugün yok olmuş ya da yok olmasına ramak kalmış sayısız  Ermeni, Rum ya da Yahudi azınlık muhiti yer alıyor. Yok olmadan önce kendi kültürlerinin anlayışı ile inşa ettikleri semtleri ise bugün bir diğer beton semtten ayırmak mümkün değil. Bunun sebebi de bu kültürlerin, doğası gereği, bir hegemonya altına girmesinin mümkün olmaması. Her ne kadar kendi evlerinde de olsalar egemen sınıfın gözünde azınlık ve öteki olan bu topluluklar, bu sebeple tek millet anlayışını sekteye uğratacak tehlikeli unsurlar. Bu da onların kültürlerinin yaşamını sürdürmesinin bir risk olarak görülmesine yol açıyor. On yıllardır azınlık semtlerinde sokak ve cadde isimlerinin, hatta semt isimlerinin değiştirilmesi, onlara ait eski yapıların yerine soğuk betonların inşa edilmesi, hatta kantarın ayarının kaçırıldığı durumlarda bu toplulukların evlerini terk etmeye zorlanması tam da bu sebebe dayanıyor.

Henri Bergson, “İster resim, ister heykel, ister şiir ya da müzikte olsun sanatın tek ereği pratik için yararlı olan simgeleri, itibarı, toplumsal olarak kabul edilmiş genellikleri ve nihayet gerçeği maskeleyen şeyleri bir yana bırakarak bizi gerçekliğin kendisiyle yüz yüze getirmektir.” diyor. İşte bu da, daima aykırı ve çıkıntı olan, genelgeçerin ötesine uzanan sanatın egemen sınıf tarafından hedef alınmasına yol açıyor. Nitekim otoritesini pekiştirmek için kendi dünya görüşüne zeval getirmeyecek bir kültürü benimsetmesinin zaruriliğini kavramış olan egemen sınıf için bunun en doğrudan çözümü daima yeni bir sanat anlayışı ve estetik bilinçten, ya da bazı durumlarda bunların yokluğundan geçiyor.

Özetlemek gerekirse, egemen sınıflar egemenliklerini güçlendirmek ve onu kusursuz bir hale getirmek için kültürel anlamda da bir iktidar kurmak zorundadırlar. Zira yönettikleri kesimin dünya görüşü ve siyasi yaklaşımı bu kültürle doğrudan ilintilidir. Kültür üzerinde bir iktidar kurmanın en doğrudan yolu da sanattan ve dolayısıyla estetik anlayışından geçtiği için radikal değişikliklerle egemen olan iktidarlar, planlı bir şekilde toplumun estetik bilincini hedef alır. Şehir kültürlerine uymayan, ruhtan yoksun yapılaşmalar, egemenlerin kültür savaşında estetik bilincimizi köreltmek adına her gün geçtiğimiz sokaklara dikilmiş askerleridir. Çünkü estetik bilinç yokluğu kültürden yoksunluk, kültürden yoksunluk da yönetilenler üzerinde daha kolay ve sağlam bir hegemonya anlamına gelir. Bu sebeple üzerinde mutlak bir hakimiyet istemeyen her halkın, estetik farkındalığına sahip çıkması yaşamsal önemdedir.


[1] Gramsci, Antonio (1997), Hapishane Defterleri (Belge, İstanbul)

[2] Keucheyan, R. (2018, March 1). Ce que la bataille culturelle n’est pas. Le Monde diplomatique. https://www.monde-diplomatique.fr/2018/03/KEUCHEYAN/58474.

[3] Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev. Osman Akınhay, 226.

[4] Çinici, D. (2015). Giulio Mongeri, an Architect Efficient in the Building of Capital City Ankara and his Biography. Journal of Ankara Studies, 3(1), 13–41. https://doi.org/10.5505/jas.2015.57966

[5] Ahmet Ümit. (2017). Ahmet Ümit ile Unutulmaz Bir Beyoğlu Turu. YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=wio7Mfsat88&ab_channel=H%C3%BCrriyet.

Paylaş:
Default image
Tayfun Tatar
ETH Zürich - Mikro ve Nano Sistemler M.Sc