Sürünerek hücremin köşesine doğru gidiyorum. Dilini bilmediğim bu kılıksız adamlar, anlamadığım şeyler söyleyerek odanın bir köşesinde bekliyorlar. Sinirliler, ağzımdan tek kelime alamadıklarından. Alamazlar da puştlar. Yarı baygın halde o güne dönüyorum kafamda.
Araç çöl yolunun kenarına doğru yanaşıp hafif bir sarsıntıyla durmuştu. Şoför kapısını açıp inerken kimsenin beklemediği açıklamasını yapmıştı.
– Sigara molası!
Biliyorduk zaten, kimse de sormamıştı. Kendi dilinde belirttiği gerekçeyi tercümanlığımızı da yapan kılavuzumuza sorma gereği bile duymadan birkaçımız ceplerinden Birinci paketlerini çıkarmış, olmayan arkadaşlara da ikram etmişti. Siperler yapılmış, sigaralar yanmıştı. Kimse konuşmuyordu, herkesin üzerinde çöl sıcağıyla kavrulmuş bir yorgunluk vardı. Bir an önce son durağımıza varmak istiyorduk.
Sırtımı bizi taşıyan cipe dayayarak kılavuzumuzun verdiği kitabı çıkarmıştım çantamdan. Adı Abu Süleyman’dı. “Cevval bir oğlan” demişti, birkaç ay olmuş olmamış, bizim gibi Türkiye’den gelen bir kafileyi taşırken aracı durdurmuşlar. Arama sırasında düştü herhalde kitap, oğlan da görmedi heyecandan diye anlatmıştı. Gülmüştü sonra da “Ne coşkulu delikanlıydı, görecektin arabayı didik didik arıyorlar, sizinki başladı Türkçe sloganlar, marşlar…” derken. Kitap Che’nindi.
Dinleniyor birazdan beni farklı bir yöntemle konuşturmaya çalışacak bu üç adam. Ben yorulmadım, onlar yoruldu. İlk üç gün daha yaratıcılardı, bizimkilerden duyduğum ne işkence varsa tecrübe etmiştim. Sonra baktım başa dönüyorlar. “Bu kadar mısınız lan?” dedim, “bu kadar mısınız siz birader?” ama anlamadılar tabi, daha da sinirlendiler.
İşte yine daha çelimsiz ama daha rütbeli olduğu bana daha önemli anlarda vuran kişi olmasından anlaşılan işkenceci o kitabı ve arasından çıkan yazıyı alıp geliyor yanıma. Bağırıyor kaç gündür yaptığı gibi. Sanırım kitabın arasından çıkan o yazının sahibini soruyor, kim diyor, ama anlamıyorum. Çenemi tutup kaldırıyor, yüzüne tükürüyorum. Ama sanki son enerjimi bu iş için harcıyorum. Bir tokat, soğuk ve nemli zemini sol yanağımda hissediyorum.
O gün sigara molasının ardından iki saat daha süren bir yolculukla son durağımıza ulaşmıştık. Orada bizi oranın başındaki o adamla tanıştırmışlardı, adı kafama aldığım darbelerden sonra şakağımdan akan kanla birlikte soğuk betona akmış olmalı. Nedense kafamda daha kaba saba, tabiri caizse biraz mağara adamı gibi birini canlandırmıştım. Oysa son derece sakin, kibar, eğitimli tavırları olan biriydi. Meramımızı dinleyip bizi misafirhane gibi bir yere almış, çorba getirmelerini söylemişti yanındakilere. Türkçe bilmediği için yanımızda bize eşlik eden bir Türkiyeli daha vardı, bizden ona, ondan bize çeviri yapıyordu. Bir ara laf arasında sormuştum, biz de birkaç ay önce geldik demişti. Çok olaylı olmuş ama gelmeleri. Yarı yolda yakalanmışlar. Tabi bunları taşıyan arabanın bagajında silahları görünce almışlar göz altına. Kimsenin de aklına gelmemiş buraya geldiklerini söylemek. On üç gün geçmiş anlaşılana kadar, anlaşılınca gülüp dalga geçerek uğurlamışlar bizimkileri “Baştan söyleseydiniz ya!” diyerek. Kitabı ona da göstermiştim bir umut. “Bizim Deniz’indir kesin bu, o slogan atan diye tarif ettiği oydu Süleyman’ın.” demiş, gülmüştü.
Gözümü zorla açıyorlar iki iri kıyım işkenceci, benim açacak gücüm kalmamış zaten. Kitabın içinden çıkan küçük gazete kupürünü gösteriyor bu sefer. Türk Solu dergisinin 13. sayısından, Deniz Gezmiş’in yazısı. Okuduğumu hatırlıyorum. “Çağımız, devrimcilerin Amerikan emperyalizmini adım adım kovaladığı çağdır. Çağımız, gençliğin Çekoslavakya’da ve diğer revizyonist ülkelerde karşıdevrimci olduğu çağdır. Çağımız biz yaştakilerin Vietnam’da, Dominik’te, Meksika’da Amerikan emperyalizmine karşı dövüşerek öldüğü çağdır.” diye başlıyor, çok sık kullandığı tabirle bitiriyordu: “Yaşasın bağımsızlık savaşı veren dünya halkları. Yaşasın tam bağımsız Türkiye.”
İkisinin yüzüne baktım teker teker, sırayla. “Siktir!” dedim, güldüm ve anında sol gözümde patlayan bir yumruk. Acaba gülmeme mi sinirlenmişlerdi, yoksa dili bilmeseler de küfrettiğimi bir şekilde anlamışlar mıydı?
Kampa yapılan gece baskınıyla almışlardı beni, yanımda çantamla beklediğim için çanta da benimle gelmişti haliyle. Herkes bir araba dayak yemişti, tahmin ediyordum ama benimki gibi böyle ne olduğunu benim bile bilmediğim bir kitaba takılıp dayak attıkları, işkence ettikleri başkası var mıydı acaba? Keşke Yusuf’a verseydim kitabı. Ben dönüşte Deniz’e veririm demişti de, dur bakayım, demiştim, ben de bir okuyayım şu kitabı.
Arkada bekleyen, hani o rütbeli olan, köşede duran silahını alıp çekti. İşe yaramayacağımı anlamışlardı herhalde. Bezmiş bir şekilde yaklaştı yanıma, diğerlerine de kafasıyla kenara çekilmelerini işaret etti. Aman kan sıçramasın!
Son birkaç cümle hakkım kalmıştı. Buraya gelişimin üçüncü gününde Hassan’dan öğrendiğim marş geldi aklıma. Başladım bütün gücümle “Unadikum!” diye. Sonu en sevdiğim kısmıydı, Türkçe söyledim:
Kanımı avuçlarımda taşıdım
Yok ettirmedim inançlarımı
Mezarlarını önden gidenlerin
ve üzerindeki yeşil otları bile
Korudum!