Boğaziçi Eylemleri: Sol Melankoliden Sonra

I: Sol Melankoli Üzerine

Anti-otoriter solun üzerine çöken umutsuzluk (despair) yahut melankoli, modern yorumcuların çoğunlukla Marksizm’in tarihsel ya da teorik mağlubiyeti aracılığıyla değerlendirdiği bir mefhum. (Bakınız: Spivak, Derrida) Halbuki, Marksizmin, sol-Hegelcilikle[1] olan kökensel bağlantılarının ve bu bağlantıların yeniden-konsolidasyonunun (Bakınız: Adorno, Horkheimer) en ciddi sonuçlarından birisi tarihteki sol hareketlerin (ki bu hareketlerin bir kategorizasyonunu yahut şemasını çıkarmak mümkün mü bilmiyorum) umut ve umutsuzlukla kurduğu ilişkinin çok daha geniş alanlarda tartışılabilir olmasıydı. Ernst Bloch’un karmaşık ve ilham verici “umut ilkesi” projesi Sovyetlerin sürüklendiği krizin öncesinde ve sonrasında devrim durumlarını Leninist ortodoksinin çok da alışkın olmadığı temalar uyarınca yeniden değerlendiriyordu. Devrim durumları kadar sivil toplumun iktidarla ilişkisi ve iktidar karşısındaki durumunu değerlendiren Bloch’un projesi, toplumsal muhalefetin umutlarını entelektüel düşüncenin temalarından birisi haline getirmişti. Türkiye’de solun umutla ilişkisi ise solun, kesintiye (ve birçok açıdan mağlubiyete) uğratılmış toplumsal muhalefetle/ işçilerle/ köylülerle özdeşleşme stratejisi uyarınca yerel motiflerle bezeli bir romans ve hatta alternatif bir sendikal mitoloji (Bakınız: Sorel) haline gelmişti. Fakat hareketin teorik karamsarlığını, öfkeye ve harekete neden olması gereken hüznünü & umutsuzluğunu, hareketi sinik bir problem haline getiren şey ise -diğer ülkelerdeki muadillerde de olduğu gibi- geçmişe yönelik güçlü takıntısıydı.[2] Bolşevizm mirasının ve Kemalist tarih-üretim geleneğinin de etkisiyle Türkiye’de sol, devamında korkunç bir hatıralar seremonisine dönüşecek bir bellek inşasına mahkûm kaldı. Bu inşanın doğal neticesi de alınan mağlubiyetlerin eleştirisini değil tesellisini inşa etmek isteyen, yeni politika ve örgütlenme metotlarını gündeme almayan parti ve eylem programlarıydı. Diğer yanda ise teorik zenginliğin pratik uygulamalara geçememesinin yarattığı buhran, politik ve söylemsel kriz vardı. Teorik çeşitlenmenin Türk solunda karşılık bulamamasının temel nedenleri büyük ölçüde teorik-yeniden-inşanın “revizyonizm” ve “oportünizm” adı altında reddi, teorik gelişmelerin enternasyonal veya lokal ajandalarının Türkiye solunun lokalizasyonu ile yaşadığı gerilim ve toplumsal muhalefet ile simbiyozun hareketlerin kendisi, devlet aygıtları ve sivil toplum tarafından engellenmesi ile listelenebilir. Tüm bu sebepler Türkiye’de solun krizine ve akabinde umutsuz melankolisine giden yolun elementleri olarak değerlendirildi. Batı’da ise Leninist metodolojinin (belirli eylem tekniklerinin dışında) büyük ölçüde ilga edilmesi ve proleter diktatörlük mefhumunun geçerliliğini en azından tarihsel olarak yitirmesi ve devlet sosyalizminin çöküşü sol için yepyeni imkanları ve bu imkanların zorunluluğunu ortaya koydu. Demokratik sosyalizm imkanının ötesinde; kadın, eşcinsel, çevre ve azınlık hareketleriyle kurulan yeni bağlar yepyeni bir sol tahayyülünü mümkün kıldı. Sınıfsal kavrayışın, kadın, hayvan hakları ve LGBTİ+ hareketleriyle olan mutsuz ilişkisinin yargılandığı bu yeni proje solun tarihsel mağlubiyetinin kabul edildiği birçok ülkede sol tarafından yeni bir umut olarak sahiplenildi. Ancak bu yeni oluşumlar veya mücadele kavrayışının solun kendine içkin bir mefhumu olarak algılandığını ifade edemeyiz, özellikle Türkiye bağlamında düşündüğümüzde bu hareketlerin faşizm ve otokrasiye tepki olarak örgütlendiğini, başat bir pozitif politik ajanda yerine, negatif bir ajanda ile muhalefet kavramını merkeze alan ve bileşenlerin otonomisini koruduğu bir cepheden söz edilebilir. Sonuç olarak, sol melankolinin çıkış yolu olarak günümüzde anti-faşist ajandayı işaret edebiliriz. Tüm  bu ajandanın ise solu yerinden edecek bir program olup olmadığı ise tartışmanın merkez konularından.

II: Boğaziçi Eylemlerini Düşünürken

Boğaziçi Eylemlerinin çıkış noktasını konuşuyorken, kayyum atamasının antidemokratik arka planı kadar Cumhur İttifakının tahakküm aygıtlarına katkısı ve Türkiye’nin deneyimlemekte olduğu otokrasi tecrübesi üzerinde de durulabilir. Üniversiteler üzerindeki baskının iktidarlar tarafından muhalefet(ler) ve “devlet karşıtı hareketler” (açık bir ifadeyle, “teröristler) üzerinde bir tasarruf olarak kullanıldığı, iktidarlaşan unsurların Mayıs 1960’tan beri üniversiteyi araçsallaştırdığı, rejim-inşa/rejim-yıkım süreçlerinde bu pratiklerin kullanıldığı ve kayyum atamalarının da bu araçsallaştırma ekseninde politik bir hamle şeklinde vuku bulduğu ilk elden rahatlıkla tahlil edilebilir. 1980’den bu yana ise hem kavramsal hem de kurumsal olarak politik inşa ve yıkım alanları olan üniversiteler üzerindeki baskı kayyumlarla birçok kez vücut buldu: Sezer, Gül ve Erdoğan temsil ettikleri taraf uğruna atamaları güncel siyasi alanda iktidar-inşası, “karşı-tarafa” misilleme veya tehdit unsuru olarak kullandı. Tüm bunların arka planında ise elbette akademik özerkliğin sistemik ilgasını gündem edinmiş, pratik ve teorik müdahalelerle üniversiteleri işlemez hale getirme programındaki YÖK var. Boğaziçi ve ODTÜ kontenjanlarına yönelik uygulamalardan, akademisyen havuzunun sistematik olarak daraltılmasına YÖK’ün misyonunun bir kontrol altına tutma mekanizmasından yapı-yıkıma evirildiğini söyleyebiliriz. Bu arka planın içinde aynı zamanda cinsel yönelim, ideoloji, din ve yaşam tarzı açısından kuvvetli bir çeşitlilik barındıran Boğaziçi öğrencilerinin birlikte yaşam pratiğini de göz önüne almak gerekiyor. Siyasi iktidarın Haziran 2015’ten sonra iktidarını tecil etmek üzere kurguladığı birlikte yaşamı imkansızlaştırma stratejisi muhalefetin bir arada kalmasını engellemek kadar, toplumsal birimlerinin birbirinden uzaklaşmasını sağlamak, ortak diskuru tahrip ederek iktidar karşıtı oluşumların etki alanını minimize etmek gibi amaçlara da hizmet ediyordu. Elbette her baskıcı rejim gibi, iktidarın da toplumdan öncelikle izole etmeye çalıştığı grup etnik ve cinsel azınlıklar diğer yanda ise apolitize edilmeye çalışan işçi sınıfıydı, bu doğrultuda Boğaziçi de bu birlikte yaşam edimlerinden mahrum bırakılmak üzere sert bir teyakkuz altına alınmıştı. Gelinen noktada anti-demokratik kayyum uygulamalarının, iktidarın kapsamlı tahakküm ajandasının bir parçası olduğunun Boğaziçi öğrencilerince (ve Boğaziçi direnişinin okul içinde ve dışındaki bileşenlerince) takdir edilmediğini iddia etmek oldukça zordur. Bulu’nun ataması devlet kurumlarının her yerinde sürekli olarak yeniden deneyimlenen “İslamcı sermaye-İslamcı devlet-İslamcı entellektüelite” ittifakının bir yansıması olduğu, Bulu’nun Cumhur İttifakı faşizminin mahdumları olan güvenlikçilik, cinsiyetçilik, sermayecilik ve anti-demokrasi ile yakın iltisakı vasıtasıyla birçok kez kavrandı. Bulu’nun ilk günden okula polis sokması ise iradesinin iktidarın iradesi ile ne kadar köklü bir birliktelik içinde olduğunu kavramamız için yeterlidir. Tüm bunların neticesinde yapılan operasyonların şeklinden, tutuklamaların kuirler ve Kürtler üzerinde yoğunlaştırılmasına kadar her adım politik ablukanın birer simgesi olarak kamu önünde teşhir edildi. Bu gelişmeler karşısında son yılların en etkili öğrenci protestolarının özellikle solun içindeki diğer bileşenlerle de yakınlaşılarak ülkenin farklı yerlerinde yapılabildiğini, birçok farklı bileşenin ortak talepler doğrultusunda asgariyetçi bir tutum takınmaksızın toplanabildiğini söyleyebiliriz. Fakat tüm bunların ötesinde Boğaziçi Direnişi, Türkiye muhalefeti için yepyeni bir alternatif fikrini akla getiriyor. İşçi, eşcinsel, kadın haklarından basit demokratik taleplere kadar birlikte yaşam nosyonunun ayrılmaz parçalarının tereddütsüz bir şekilde gündemde, aynı anda ve sokakta var olabileceğini ve bu planla var olan bir diskurun hükümetin medya gücüne rağmen mücadelede ön plana çıkabileceğini gösteriyor. Türkiye’de muhalefetin söyleminin orta yolda, temel insan hakları ve hukuk ilkeleri konusunda tereddütlü bir alanda sıkıştığı bu dönemde bir öğrenci hareketinin, bu muhalefet boşluğuna işaret edebilmesinin başlıca bir kazanım olduğu not edilebilir. Bu bağlamda, Boğaziçi Direnişinin kapsamlı taleplerinin ve oluşturduğu bloğun genişliğinin iktidarın sert baskısı ve solun üzerindeki melankoli için anti-faşist bir çıkış yolu olabileceği değerlendirilebilir.

Fotoğraf: Ozan Acıdere

[1] Marasco. Robyn, The Highway of Despair: Critical Theory After Hegel, New York: CUP, 2015

[2] Traverso. Enzo, Left Wing Melancholia: Marxism, History and Memory, New York: CUP, 2017

Paylaş:
Default image
Emin Aslan Özbek
Boğaziçi Üniversitesi - Felsefe