Kızıl ile Kara. Bu renkler kuşkusuz birçok şeyi en doğru şekilde simgeler. Fakat en çok aşk ve ölüm ile özdeşleşmiştir. Kitabın adını bu doğrultuda okursak aşk, ölümü çağırıyordur. Stendhal, aşkı tıpkı hayat gibi ölümle anlam kazanan bir olgu olarak görür ve hayat ile ölüm arasındaki ilişkiyi aşk ile ölüm ilişkisi ile aynı yere koyar.
Yale Üniversitesi Fransızca Profesörü Maurice Samuels’e göre Stendhal tarihe oldukça takıntılı bir yazardı. 19. yy’ın dünyasının toplum yapısını incelemek ve o dönemi anlamak için bir alt yazıdır adeta yazdığı romanlar. Stendhal’in misyonu yazdıklarından bir ayna imgesi oluşturmak ve asırlar sonra onun yazdıklarını okuyanlara geçmiş ve gelecek arasında bir farkın olmadığını, aslında o döneme ve o dönem dinamiklerine bugünde maruz kalındığını göstermek istiyordu ve bunda başarılı olduğunu da psikolojik romanların babası olarak adlandırıldığından rahatlıkla anlayabiliriz.
Gelelim kahramanımız Julien Sorel’e. Julien kendini başkalarına göre konuşlandıran, tanımlayan biri. Bu onu dışa karşı olağanüstü duyarlı, romantik yapıyor, aristokrasi geleneğinin kahramanına dönüştürüyor. Başkalarının beğenisini almak için onların istediği şey olmaya da hazır olması onu bir hain yapmaya yetiyor da artıyor. Aslında içinde aristokrasiyi de, kiliseyi de, devrimi de, burjuvaziyi de taşır, ne olacağına o an dışarıdan gelen bir etken karar verirdi. Velhasıl kelam Julien başkalarının oyun hamuru gibi biçimlendirebildiği bir karaktere sahipti.
Julien tıpkı Stendhal gibi tarihi kaçırmış biri, ya da tarih onun için en yetersiz dönemindeydi mi diye sorsak belki daha doğru olur. Stendhal, Julien Sorel ile aslında bize kendini anlatıyordu. Yaşamından büyük bir anlamı süzmek için romantizm yetersizdi, geride kalmış, fena halde aşınmış bir ruh haliydi. Dönemse güne takılmış, inançsız bir halk devinimleri, yani devrimler çağıydı. Eğer devrim(ler) yeterince uzakta kalsa ve onun aklını çelmeseler, geleceğin gerçekçi, emperyalist, güçlü bir politikacısı da olabilirdi. Geleceğe ait biriydi daha çok. Bunu Zweig, Stendhal için yazdığı biyografisinde (Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar) söyler. Boşuna değil çünkü Stendhal hayatının son dönemlerinde, yaklaşık bir asır sonra anlaşılabileceğini söylemiştir. Eğer Napolyon daha önce gelmeseydi bir Napolyon olma şansı vardı.
Bir romanın yazıldığı dönem, yazarın düşüncelerinin nasıl ortaya çıktığı ve romanın anlatılma şekli hakkında çok şey gösterir. Stendhal’ın bu romanı 19 yy.da klasik diye adlandırdığımız romanlardan çok modern romanlara yakındır, belki de bunların kapısını açan romandır. Karakterlerin iç monologlarını ve düşüncelerini derinlemesine inceler. Julien Sorel bir kereste fabrikası sahibinin oğlunun evinden gelen entelektüel ve hırslı bir genç adamdır. Yazar bu dönemdeki Fransız aristokrasisinin ve din adamlarının ikiyüzlülüğünü anlatırken, durumu tersine çevirecek radikal değişiklikleri müthiş bir ileri görüşlülük örneğiyle tahmin etmiştir. Bu roman bu şekilde o zamanların hem başarılı bir tarihçesi hem de bir hicvi haline gelmiştir. Bourbon restorasyonunun zamanlarında o zamanlar bir adamın askeri hüneri ve zekâsı sayesinde herhangi bir başarıya ulaşması imkânsızdı, bu da Julien’i rahip olmaya itmişti. Ucuz politikaya, satın alınan bir mala dönüşen aristokrasi ve soyluluk ve bunları satın almanın manevralarıyla gücünü tüketen burjuvazi,üstün kahramanlar ve kurtarıcılar hakkındaki miti çoktan yerle bir etmişti .Bourbon restorasyonunda yazılan tarih Fouchevari bir tarihti ve çatışan kahramanlar sahteydi. Taşra yaşamının sığlığı ince politik manevralarla olan biteni anlayacak düzeyde değildi. O eski mitlere göre yorumlanıyordu. Napolyon’un askeri olmuş, ulusunun ideallerini taşıdığına inanmıştı cephelerde.
Taşranın genç insanı ise huzursuzdu. Paris’e ve tarihe karışmalıydı ama, nasıl? Fırsatlar ve tehditlerin düğümlendiği bu yer ve dönemde hem seçeneksizdi, hem de birden çok anlamlı seçenek arasında kararsızdı. Doğası onu gerçeğe, çıkarlarına bağlı olmayı kılarken tüm seçeneklerde kendi varlığını öncelemesini sağlıyordu. Bu genellikle gizli tutulan doğanın yanı sıra, üç örnek (kilise, aristokrasi, burjuvazi) üç seçenek olarak yaşam beklentilerini biçimlendirmekteydi. Üçü de hala canlı, varlığını sürdüren örnekler. Biri can çekişiyor (aristokrasi), diğeri bocalıyor (kilise), üçüncüsü ise (burjuvazi) henüz damgasını basamadıysa da tarih, toplumun önünde seçenekleri çoğaltırken bireyin de önüne geniş bir yelpazede tepki biçimleri koyuyordu. Değişebilirlik sezgisi yazgıyı insanın avuçları içine yerleştirirken Julien önüne çıkan fırsatlara, fırsat belirleyicileri gözeten, onları arkalayan idealar ile tepki veriyordu. Devrimci düşüncelerle beslenirken aynı anda Latince kutsal metinleri ezberler, ilişki kurduğu insanların toplumsal etkilerini alır, kararsız bilinci bu etkileri kendi bağlamı içinde ötelerdi. Bu nedenle romantikliğin içtensizliğini kaçınılmaz olarak taşımak zorunda kalırdı.
Romantizm, bir görüntüdür, ötekilere gösterilen, özden fersah fersah uzaklaştırılmış mistik bir görkemdir. Bir şey olan değil bir şey gösterendir. Algılanmasını istediği biçimdir. Romantik, inançsız, düşkün biridir. Boşluğu imgelemiyle kurduğu görüntüyle doldurur. Doldurduğu şey içinde bulunduğu andan devşirdiklerine çokça bağlı olsa da, o parıltı, o şoke edici jest, o retorik diğerlerinden biri olmadığını kanıtlamak zorundadır. Tarih romantik olmayı gerektirir çünkü romantizm krize uygundur, bağlıdır. Dönüşken toplum değerlerini yeniden üretme ve bunları üretecek insanlar için bir alan oluşturur. Oturmamışlık, birilerinin Tanrının sözünün sahipleri, iradenin tecellisi olarak devreye girmelerini gerektirmiştir sanki. Bu durum tanımlara sığmaz insanlık halinden doğacaktır. Olağanüstü bir yerden gelecektir. Düşünce yaşamdan, yaşamın gizli gücü onu deneyimleyen bireysellikten kopuktur. Üretim toplumu konuşlandırma yeteneğini yitirmiş, toplumun bireyleri bağsız, köksüz kalmıştır. Akıl dışlanmış, anlamanın değil yapmanın günüdür. Fırsat, zekâyı sindirir, ezer. Bir şiddet olarak belirir, şiddete dönüşür. Romantik birey genellikle şiddetin nesnesine dönüşecektir, ama irade için o yaşamın değersizliği böylesi kriz dönemlerinde denenmeye değer, bedeli bir yaşam olsa bile.
Dışlanan akıl ile romantiğin içinde varlığının dayanılmaz kokusu ve pespayeliği hala göz önündedir. Romantiğin inandırıcı olması için ruhsal yanılsamasını sürdürmesi gerekir. Bunun içinde iç çatışmalar kaçınılmazdır. Julien Sorel’e bakalım. Hiçbir duygusuyla tam örtüşmez. Dış dünyayla tam örtüşmediği gibi, kendi içinde de tartışmasını sürdürür. En dipte bilir ki, tüm ruhsal seçimlerinin altını dolduran şey kaba saba varoluşudur. Bunu romantikler çok iyi bilir ve bu durum davranışlarını açıklar. Davranış derken göstermelik davranışlardır bunlar. Ama tüm bu gösterinin altı boştur, sahnedeki illüzyonun yanılsamalı gösterisinden ileri gitmez olan biten. Julien Sorel’in dolayısıyla Stendhal’in hangi sınıftan olursa olsun çevresindeki insanlar üzerindeki etkisi tam da budur. Onun aldatamadığı bir tek kişi vardır, nefret ettiği babası.
Dönem yalnızca romantik üretmez, yaygın olarak bıkkınlık, teslimiyet, isteksizlik, sürü duyarsızlığı da üretir çoğunluk için. Baş etmesi zordur bu zamanla, bu dengesiz yaşamla. Bu kitlenin göze alamadığını cesaretle üstlenen birey, kitlenin gözünde bu ölçüsüz bakışta kahramanlaşır kaçınılmaz olarak. Ne denli aşağıdan bakarsan o denli yukarıda görürsün ve ona bağlı olursun. Kurtarıcı beklentisi büyür, kaçınılmazlaşır.
Stendhal, romantizminin yersizliği ile birlikte gerçekçiliğin yersizliğini de kavramış biri olarak iki davranışla yüzleşmiş, her ikisini de hem kabul etmiş, hem de yadsımıştır. Bu kontrpiyede kaldığı noktada kendi içinde, dönemin ruhsal dili olarak yinelemiş, anlatı onda bu tarihsel bölünmenin ifade imkânına dönüşmüştür. Romantizmin etkili ve bir o denli sahte içeriği ile gündelik gerçeğin pratikliği ve çıkarcılığı arasında üçüncü bir çıkış yolunu belki de yalnızca yazısıyla buna tanıklık etmekte bulmuştu. Yazıyla arınmış, romantikleşerek gerçekten kurtulmuş, gerçeğe bağlılığıyla romantizmin idam fermanını Julien Sorel aracılığıyla imzalamıştı.
Görsel: Portrait of Stendhal (1783-1842), French writer, oil on canvas by Giuseppe Amisani (1881-1941), Saletta Leda (Leda Hall), ground floor, Palazzo Spinola, Milan, Lombardy, Italy.