İstanbul Sözleşmesi Üzerine Notlar

Başak Ağın – E Hepimiz Ölelim, Siz Erkek Erkeğe Yaşayın Madem?

Kadınlar yorgun, kadınlar bıkkın, kadınlar isyanda. Türkiye, ilk imzacısı olduğu, tam adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sını ve Üç Gine’sini okumuş herkes bilir ki toplumsal olarak kadının siyasi, ekonomik, sosyal veya kültürel alanlarda oynayacağı rolün kısıtlanması, bu rolün yalnızca anneliğe, çocuk bakımına ve ev içi hizmetlere indirgenmesi, aslında aile kurumunun kutsallığı kisvesi altında ataerkil normların baskı unsuru olarak kullanıldığına işarettir. Kadınların “kırılgan birer çiçek” veya “kutsal ana” motifi üzerinden betimlendiği tüm toplumlarda, sözleşmenin üçüncü maddesi a bendinde de ifade edildiği üzere, her şeyden önce “insan hakları ihlâllerinin” kapısı aralanmış olur. Bahsi geçen ifade, birebir sözleşmeden alındığı biçimiyle şöyledir: “’Kadına karşı şiddetten’, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır.”

Şu durumda, hayatın her alanında örtük veya aşikâr baskıya maruz kaldığımız, susturulduğumuz ve şiddete uğradığımız görülebilir: İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı günden feshedildiği güne dek, içeriğinde nelerin bulunduğunu bilen, biraz bilen ve hiç bilmeyip hariçten gazel okuyan herkes konuştu ama en çok da yüksek unvanlı, çok ünlü koca koca adamlar televizyon kanallarından ve sosyal medyadan ahkâm kestiler. Bir günde dört kız kardeşimizin ölümünü takiben kaleme aldığım yazıda tarihsel arka planını açıkladığım şu meşhur sözü dahi evirip çevirip irdelemekten geri durmadılar: “Kadın cinayetleri politiktir.” “Çok bilen” adamlar, bu sözün neden öyle olduğundan tutun da İstanbul Sözleşmesi’nin hangi maddesinin ne anlama geldiğini “tartışmaya açtılar.” Oysa sözleşmenin başından sonuna her maddenin ne anlama geldiği gayet açık. Yani beylerin erizahatine gerek olmaksızın sözleşmenin şartları, koşulları belli.

Tam da bizim susturulmamıza paralel biçimde, bu anlamsız ana-akım ya da sosyal medya tartışmalarına ya çok az kadın dâhil oldu ya da çoğunlukla “erkek erkeğe” sohbetler edildi. İstedikleri gibi cımbızladıkları sözlerin anlamlarını eğip bükerek, işlerine geldiği gibi yorumlar yaparak, çoğunlukla da kadınların üstüne basa basa, varlıklarını yok saya saya konuştular. “Çok feministle konuştum, bilmiyorlar.” dediler. Nasıl trafikte arabalarını önümüze önümüze kırmaktan özel bir zevk alıyorlarsa, egolarını da hayatın her alanında önümüze önümüze kırmaktan büyük bir mutluluk duyuyor olmalılar. Ancak fark etmedikleri bir şey olsa gerek: Trafikte magandalarla uğraşmamak için ani fren yapmak zorunda bırakılmamız, hayatta da fren yapacağımız anlamına gelmiyor.

Sözleşmenin hâlen yankıları süren feshini takiben yine birçok “adam” meydanlara doluştu—bazıları hem 8 Mart yürüyüşünde hem de sözleşmenin feshine karşı kadın topluluklarının yürüttüğü protestolarda neden ön saflarda yer almalarına izin verilmediğinden yakınırken buradan çıkardıkları mağduriyet üzerinden eril eril laflar ettiler yine; öyle ya, kadınların ne istediğinin, ne söylediğinin ne önemi vardı sahiden? 8 Mart dediğiniz kimisi için güllü dallı paylaşımlar yapılacak bir Sevgililer Günü idi, kimisi için “erkekler günü neden yok?” sorgulamasına girme vakti idi; kimisi için bu yürüyüş ve protestolar, borazan gibi sesleriyle kadınların seslerini bastırdıkları bir gösteri alanı, pandemide evde oturmaktan canı sıkılmışlara bir hava alma bahanesi idi. Daha kötüsü, kimisi için kadınların alanına sızmak demekti. Araya kaynayıp “kadınlara destek veriyormuşuz gibi yaparsak belki biri düşer” gibi çirkin maskelerini takmanın kolay bir yolu idi. Tüm bu “çok akıllı” erkeklerin derdinin aslında her yerde en önde, her yerde merkezde olmak olduğunu anlamak zor değil. 

Kusura bakmayın beyler. Aranızdan kimsenin kadınları, kız çocuklarını, onların kendilerini dert edindikleri kadar dert edindiği yok. Öyle olsaydı, evde pişen yemeklerin en güzel kısımları sizin tabağınıza konulurken ses ederdiniz; öyle olsaydı erkek kardeşiniz ya da oğlunuz karısını, kız arkadaşını döverken, sınıf arkadaşını, öğrencisini veya kendi kızını taciz ederken ses ederdiniz. Ve öyle olsaydı, bugün sağcısı solcusu bir olup “dostum” dediğiniz failleri kollamaz, elinize geçen her fırsatta kadınları iş, bilim, ekonomi dünyasından soyutlamaya çalışmaz, cinsiyetçi küfürler etmez, sinirlerini bozduğunuz kadınların karşısında pişmiş kelle gibi sırıtmazdınız (ve biz kadınlar o tacizci sırıtmasını da, failleri de, dostlarını da çok yakından tanırız!). 

Biz, sınırlarını kendimiz çizdiğimiz bir hayata tutunmak istiyoruz. Biz, yaşamak istiyoruz. Haklarımızın, tıpkı diğer insanlar gibi, korunmasını istiyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmek istemiyoruz. Twitter’da bir kullanıcının ninesinin sözlerini alıntılayıp yazdığı gönderiyi çok anlamlı buluyorum: “Yete gari, adam lafı, adam lafı.”


Edanur EraslanOtoriterliğin Kıskacında İstanbul Sözleşmesi

“İstanbul Sözleşmesi yaşatır.” 

Bu sözlerin neden söylendiğinin sorgulanması gerekir belki de öncelikle. Çünkü sözleşme, bağlamından koparılarak başka zeminlere çekildiği için bugün propagandaların arasına mahkum edilmeye çalışılmaktadır. Bu doğrultuda, rasyonel tartışmalardan uzak ve asıl niteliği kaybolan bir metne dönüşmesi hedeflenmiştir. Oysa bu sözleşme ideolojik kavgaların çok daha ötesinde can güvenliği dediğimiz insanın en temel hakkıyla göbek bağıyla bağlıdır. Bu zeminden sözleşmeyi çekmek sözleşmenin niteliğini öyle bir hale getirdi ki “Batı”nın, “elit” in sahip olduğu haklar ile ilgili olan bir kavgayla ilgiliymişçesine bir yapay amaç yüklendi sözleşmeye (ki böyle olmasının da bir mahsuru olmazdı), böylece bu sözleşmenin asıl sahibinin ne elit ne avam olmasının önemi olmaksızın “kadınlar” olduğu unutturulmaya çalışıldı, en çok da şiddet mağduru olduğunda devletin korumasına ihtiyacı olan. Yani aslında Türkçesiyle devletten bu durumda medet umanları devlet yetkilileri, halka şikayet ediyordu. Ancak devlet yetkililerinin görevi, bir demokrasi olmanın gerekliliği olarak halkın taleplerine kulak vermek değil miydi? Ancak, sözleşmenin kaldırılmasına dair fikirleri halka sorulduğunda sadece %17’sinin sözleşmenin kaldırılmasını istediğini görüyoruz. [1] 

Yani aslında olmayan bir talep için devlet erki bir sorun atamış ve bu sorun üstünden mağduriyet yaşaması oldukça güçlü bir grubun hakkıyla kavga ediyordu. Bunun gündemimizi böylesine işgal etmesinin anlamına daha yakından bakıldığında konsolide edilmek istenen bir halk, suni gündemlerin içine sıkıştırılan bir ülke tablosuyla karşılaştırıyor bizi. Halihazırda uygulamadıkları bir sözleşme için bunca tantana kopmuş ve aslında ortaya çıkan tabloda her gün kadın cinayetlerine bir yenisi daha eklenmişti. Şimdi bu noktada bana şu soruyu sormak düşer, hangi ideolojik saik bir kadın canından daha önemli olabilir? İdeolojilerin esas hedefi, toplumsal refah ve huzurken hem toplumsal ayrışma yaratmasıyla hem de şiddeti önleme konusunda yetersiz kalmaya sebep olmasıyla sözleşmenin kaldırılması nasıl bir fayda gözetiyor? Kaybettiğimiz her kadın için sözleşmeyi alelacele ve hukuksuzca kaldıranlar bu soruların cevabını vermek zorunda ve bu halkı ikna etmek zorundadır. Çünkü en azından İstanbul Sözleşmesi “yaşatır” vaadiyle halkın %64’ünü zaten ikna etmişe benziyor.

Kaynakça:

[1] Euronews. MetroPOLL anketi: Halkın yüzde 64’ü hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesini onaylamıyor (25/07/2020). Erişim: https://tr.euronews.com/2020/07/25/metropoll-anketi-halk-n-yuzde-64-u-hukumetin-istanbul-sozlesmesi-nden-cekilmesini-onaylam


Ezgi Meriç Baş – Katillerim Her Zaman Her Yerde; Ben de Onlardan Kaçıyorum Yasalar da Onlardan Kaçıyor

Yıllardır korkuyor ve ölüyoruz. Suçu görmek ve faili tanımak için çok geriye gidebiliriz. Gitmeyebiliriz de. Ben 2012’de imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nin hemen ardından sözleşme koruması altındakilerin portresini çizen bir makaleden hareketle yazmak istedim. 

Feride Acar ve Gülbanu Altunok’un 2013’te yayımlanan makalesinde, Türkiye’deki kadına şiddetin “kadınların insan haklarına yönelik” bir şiddetten ziyade sadece bir çeşit fiziksel şiddet olarak görüldüğü; dolayısıyla mevcut ceza hukuku uygulamaları çerçevesinde incelendiği yazar. Acar ve Altunok’un değindiği bir diğer meseleyse, eşcinselliğin yasak olmamasına karşın yasal olarak tanınmadığıdır. Keza, transseksüellerin kimlikleri en görünür ve en farklı grup olması gerekçesiyle en dezavantajlı grup olarak göründüğünden bahsederler(Acar & Altunok, 2013, pp.14-23).

Aradan geçen sekiz senede, yüz binlerce kişi eril şiddetin farklı türlerine maruz kalmış, binlerce birey katledilmiştir. Her şey apaçık ortadayken, çözüme yönelik atılabilecek yegâne adım olan İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamak bir yana, bu sözleşmeden ani bir imzayla çekiliyor olmak, bu 8 senede işlenen her bir şiddet suçunun sorumluluğunu üstlenmek demektir. 20 Mart 2021 itibarıyla, Türkiye’deki kadın ve LGBTIQA+ bireye karşı işlenen her bir şiddet olayının da faili gözümüzün önünde olacaktır. (Bu yazıyı yazmamı takip eden 24 saat içinde, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu açıklamalarına göre 5 kadın öldürüldü.)

İstanbul Sözleşmesi yaşatır, yaşamak istiyoruz.

Kaynakça:

Acar, F., & Altunok, G. (2013). The ‘politics of intimate’at the intersection of neo-liberalism and neo-conservatism in contemporary Turkey. Women’s Studies International Forum. 41. Pergamon.


Funda Helin CoşkunRüzgar Bizi Sürükleyecek

Âh, bir güvercin gibi kanatlarım olsaydı
Uçar ve huzurlu olurdum
Çünkü şiddeti ve kavgaları gördüm
Bu dünyada çok acı çektim.
Bu dünya gebe ve haksızlık doğuruyor

                                      -Füruğ Ferruhzad

“Öyle görünüyor ki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin gelenek üzerinde söylemleştirilerek kültüre indirgenmesi tekrar tekrar farklı boyutlardaki iktidar ilişkilerinin doğallaştırılmasında kullanılan bir figür. O yüzden feministler olarak gelenek üzerinden kurulan her söylemde ataerkil ve sömürgeci iktidar ilişkilerini aramayı, uluslarüstü, ulusal ve yerel düzlemlerde gelenek ve kültür kategorileri üzerinden ne gibi tahakküm ilişkilerinin doğallaştığını araştırmayı öneriyorum. Bunun gelenekler üzerinden bölünerek piyonlaştırılmak yerine hem kadınlar olarak aramızdaki hem de etrafımızdaki farklılık ve eşitsizlikleri anlamaya çalışabileceğimiz bir tartışma alanı açabileceğini umuyorum. Bu tartışmalarla da aramızdaki eşitsizliklerin etkilerini sorgulayan ama bu sorgulama ile bölünmeyen, içinde yaşadığımız ataerkil sömürgeci düzen karşısında dirayetli bir dayanışma içinde uğraşan örgütlenmelere gidebileceğimizi umuyorum.” Bu sözler Dicle Koğacıoğlu’na ait. Dicle Koğacıoğlu’nun “Gelenek Söylemleri ve İktidarın Doğallaşması: Namus Cinayetleri Örneği” adlı makalesine ait.

Dicle Koğacıoğlu. Dicle Koğacıoğlu 13 Eylül 1972’de İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Sosyoloji alanında Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladı, daha sonraki çalışmalarını kadın çalışmaları odaklı olarak Stony Brook Üniversitesi, Columbia Üniversitesi ve Brown Üniversitesi’nde devam ettirdi. İşçi ölümleri, hukuk ve hukuk sosyolojisi alanlarında çalışmalar yaptı; Türkiye’de feminist hareketin en önemli isimlerindendi. 

Dicle Koğacıoğlu. Dicle Koğacıoğlu öğrencilerine şevkle ders anlatan, kahkahalarıyla amfileri inleten; bütün öğrencilerine rol model olmuş bir akademisyendi. Sabancı Üniversitesinde dersler veriyordu. 

Dicle Koğacıoğlu. Dicle Koğacıoğlu namus cinayetleri üzerine çalışıyordu. Türkiye’de 30 şehir dolaştı. Namus kavramıyla, ensestle, töreyle, mağduriyetle ve töre mağduru kadınlarla tanıştı, araştırdı ve onları anladı.

Dicle Koğacıoğlu. Dicle Koğacıoğlu 2009 yılında sarı pardösüsüyle Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar etti.  Hayatının son 2 yılını namus cinayetlerine ve kadınlara adamıştı. Arkasında bıraktığı intihar mektubunda “annem, babam, Poyraz beni affedin çok acı var dayanamıyorum.” yazıyordu. 

Dicle Koğacıoğlu. 

   “Bir kadın inermiş her gece bu nehre
   Sesini yitirmiş, gözleri görmez olmuş, teni sağır
   Acılarını çıkarıp belleğinden bırakırmış suyun yüzeyine her gece
Taşmış nehir taşmış kadın
Kalmış geride hayat, acı sevinç ne varsa.” [1]

Türkiye. Türkiye, erkeklerin ülkesi. Kadın katillerinin ülkesi. Şiddet faillerinin ülkesi. Törelerin ülkesi. Namusların ülkesi. Namus cinayetlerinin ülkesi. 

Ama Türkiye. Türkiye, kadın mezarlığı ülkesi değil. Daha değil.

Kaynakça:

[1]  Dicle (Kısa Film), Seren Gel, 2010


Zeynep Gizem Eskici – Çeşitlilikten İkiliğe: İkilikten Çeşitliliğe Umudu

Üç kenarı denizlerle çevrili, dört mevsimin yaşandığı, yüzyıllardır birçok ırk ve milletin bir arada yaşadığı, misafirperver kültürü olan, çeşitli yöreleriyle bünyesinde kültürel zenginliği barındıran ama kadınlarını yaşatamayan bir ülke: Türkiye. Son zamanlarda kutuplaşmanın gitgide artması yaşanan tüm sosyal olayların bünyesinde de taraflılığı beraberinde getirmektedir. Düşünce zenginliği, fikir ayrılıkları aslında olması gereken bir durumken, Türkiye’de bu durum, adeta bir futbol maçındaymış gibi holiganlığı gözler önüne sermekte. Politik tutumların bu kutuplaşmaya zemin hazırladığını ve yaşanan olaylarda pekiştirdiğini görmekteyiz. Siyasi liderlerin omuzladığı düşüncelerin peşini kitleler bırakmazken, toplumda demokratik olmayan ve hatta insanlığa dahi sığmayan söylemler ve tutumlar kendini göstermektedir.

İstanbul Sözleşmesi, özellikle 2020 yılının yazından beri, sosyal medya ve sokaklardaki eylemlerde kadına şiddetin son bulması için uygulanması talebiyle hep gündemdeydi. Yılın her günü, bambaşka şehirlerde, ülkenin dört bir yanından kadın ve çocuğa dair şiddet ve cinayet haberlerine tanık olduk. İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin ataerkil aile yapılanmasına, hegemonik erkekliğine karşı açılan bir savaştır. Üstelik Türkiye’deki erkeklik olgusu, doğumdan, yetişkinliğe kadar sosyalleşmenin her aşamasında kendini farklı seviyelerde gösterir. Erkekliğe atfedilen üstünlük ve güç, kadınların ve çocukların ikincil vatandaş olma durumunu güçlendirir. Oysaki içinde bulunduğumuz 2021 yılında, Orta Çağ’daki yaşam hakkı mücadelesine benzer nitelikte uğraşı vermek oldukça üzücü. Kadınlar hiçbir aile yapısının, hiçbir geleneğin ve hiçbir eril failin tahakkümü altında olmadığı gibi, bireysel yaşam mücadelesini de hür bireyler olarak yerine getirmelidir. Daha önce geleneklerin ve aile yapısının, hukukun koruyamadığı katledilen tüm kadınların ve çocukların yaşama hakkını güvence altında tutar. Akıllarımıza kazıdığımız Münevver’i, Özgecan’ı, Emine’yi, Pınar’ı, Şule’yi, Ceren’i ve daha nicesini gelenekler veya hukuk ne yazık ki koruyamadı. Aksine var olan gelenek, erkekliği pekiştirdi, erkeklik olgusu faillere güç kattı. 2020 yılında, 300 kadın öldürülmüş, 171 kadın ise şüpheli şekilde ölü bulundu. Eğer İstanbul Sözleşmesi uygulansaydı, onlar hayatta olacaktı.

İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece aniden çıkılmasıyla birlikte, Twitter gündemi bile ülkedeki kutuplaşmayı kanıtlar nitelikte. Bir yandan “#İstanbulSözleşmesiYaşatır”, “#AklınızaBileGetirmeyin” gibi sözleşmeyi savunan etiketler zirvedeyken, diğer yandan da “#Morardınızmı” şeklinde, İstanbul Sözleşmesi’ni destekleyen kişilerin kullandığı logoyu sözde kast ederek aslında söylem olarak dahi şiddetin kendini gösterdiğini görmüş olduk. Atılan tweetlere bakıldığında ise, kullanıcıların belirttiği üzerine çoğunun sözleşmeyi dahi okumadığını, dini unsurlarla birlikte siyasal islamın yoğun bir şekilde yer alması, siyasi liderlerin peşinden sorgusuzca gitme ve bunu da adeta bir maçı kazanırcasına kazanmışlık duygusuyla zafer tweetleri atıldı. Bunların haricinde, artık yapılanların suç sayılmamasının yanında, “hangi kadından, hangi şehirden başlayalım” şeklindeki tweet örnekleriyle insanlığa dahi sığmayan davranışlarıyla şiddet failleri kendini gösterdi. Sözleşmenin feshedildiği günden itibaren yaşanan taciz, tecavüz, şiddet ve cinayetlerin hepsinden alınan karar sorumlu olmakla birlikte, toplumda yer alan şiddet failleri potansiyel katil olarak aramızda dolaşmaktadır.

Aile kurumunun sözde kutsallaştırılması, ailelerdeki şiddete bağlı yaşam mücadelesini göz önüne tuttuğumuzda içi boş bir argümandır. Var olan eril zihniyetin, 2021’nin mart ayında güçlendirilmesiyle birlikte kadına şiddete dair mücadele daha da dayanışmayı beraberinde getirir. İstanbul Sözleşmesi, kadınların ve çocukların yaşam hakkını koruduğu gibi, bir yandan da toplumda eşit bir şekilde yaşamayı vadeder. Türkiye, ikilikler ve bu ikiliklerin uç şekilde yaşandığı bir coğrafya. Bu bağlamda toplumsal yaşamda iyileştirilmesi gereken birçok hasta unsur vardır. Bir arada yaşayabilmenin sınırlarını, tahammüllerini, gerekliliklerini, aşırılıklarını dengeleyen tampon mekanizmalara ihtiyaç olduğunu söylemek mümkündür. Geçmişten günümüze kadar topraklarında çeşitli inanışlara, fikirlere, milletlere kapı açmış olsa da sahip olduğu gelenek ve ideolojik unsurları artık kadın vatandaşlarının yaşama hakkını dahi güvene alamayan bir ülke olmuştur. İşte tam da bu nedenlerden dolayı, eril zihniyete ve ataerkil yapıya karşı mücadele ve dayanışma elden bırakılmamalıdır.

Paylaş:
Default image
Kolektif